5 Aralık 2008 Cuma

Woody Allen ve yeni "mizah"

Tüketerek yaşıyoruz. Korkutucu aslında, ama kullan-at ekseninde dönüyor hayatlarımız. Kayboluyoruz. Kaybettiklerimizi aramayı aklımıza getirmeden, yenisini, iyisini, kolayını istiyoruz.

Eksilerek yaşıyoruz.

Woody Allen'ın Sırf Anarşi'si yazarın yirmi yıllık bir aradan sonra yazdığı denemeleri bir araya getirdiği bir kitap. Çok yönlü bir yazar Woody Allen; hem yönetmen, hem oyuncu, hem müzisyen, hem de komedyen. Kendi üzerinden yarattığı, New York'lu, entelektüel, nörotik erkek personasının ötesinde, filmlerinde de denemelerinde de toplumsal eleştirilerini ustaca ve zekice kurgulayan bir sanatçı.

Eksilmektense çoğalmayı; filmleri, denemeleri ve öyküleriyle kendi çıkış noktasına takılıp kalmaktansa daha rafine ve daha keskin mesajlar vermeyi seçmiş Allen. Maç Sayısı'nı ya da Cassandra'nın Rüyası'nı gördüyseniz, Aşk ve Ölüm'den ya da Annie Hall'dan bu yana sanatçının gelişimini takip etmiş, daha doğrusu bu gelişimle beraber sanatçının kaygılarını, dünyaya bakışını ve olaylara yaklaşım tercihlerinin değişim ve dönüşüm noktalarını değerlendirebilmişsinizdir. Allen'ın sık sık konu ettiği kadın erkek ilişkileri örneğin; Hannah ve Kızkardeşleri'nde mizah ve eleştirinin ardında ne denli naif ise, Maç Sayısı'nda o oranla yırtıcı ve ürkütücü yansır ekrana. Ülkemizde yakında vizyona girecek olan Vicky, Cristina, Barcelona'da absürde varan bir saçmalık perdesi ile eğlendirici bir yüzeyselliğin ardında derin bir varoluş sefaleti içinde insani erdemlere yönelik tamamen yıkılmış inançlar barınıyor.

Kısacası, Allen her ne kadar hayatlarımıza komediyle girmiş bir sanatçı olsa da, haliyle, komedisinin üzerine eleştirel gözünü yerleştirmeyi bilmiş, hayata yaklaşımını tek satırlık esprilere indirgememiştir. Ondan bunu beklemek de haksızlık olurdu.

Sırf Anarşi, Allen'ın son dönem filmlerindeki karanlık duruştan nasibini almış, esprili, eleştirel ve absürt deneme ve öykülerin derlendiği bir kitap. Kimileri daha önce New Yorker dergisinde yayınlanmış bu metinlerin.

Allen, 70 yaşını aştığı ve sınırsız tüketme iştahıyla yüklü bir toplum karşısında üretimine -iyi ki de- devam ettiği günlerde bu öyküler üzerinden mizah yapmanın yanı sıra çok keskin eleştiri okları atmayı da ihmal etmiyor. Tüketim mantığının yanı sıra, özellikle kültür-sanat ortamlarına, kolay yoldan zengin ya da ünlü olma peşindeki çapsız sömürücülere, yazarların ve aktörlerin hayat şartlarını belirleyen sektörel dinamiklere, insanların kendi yarattıkları komik ve ne yazık ki belirleyici hiyerarşilere, al-gülüm-ver-gülüm mantığıyla işleyen kraldan çok kralcı sanat çevrelerine; bir kitabı, bir duayı, ya da bir operayı kolay tüketilebilecek bir para makinesine dönüştürmekten gayri bir kaygısı olmayan modern dolandırıcılardan menkul kültürel üretim sektörlerine epey ağır bir biçimde girişiyor.

Sırf Anarşi'de Allen'ın eski dönemlerinden alışık olduğumuz kendiyle didişen insan tiplemelerindense "köpekbalıkları" arasında çırpınarak yüzen ve onların dengeleri kurdukları ortamlarda varoluş savaşı veren figürler var. Walt Disney karakterlerinden tutun, eBay üzerinden dua satanlara dek... Çünkü üretilenin değeri tüketildikçe düşüyor, çünkü birileri oyunun kurallarını hep değiştiriyor.

Sırf Anarşi zehir zemberek bir kitap. Recep İvedik beklemeyin.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Kaybolan

Kaybolan, okuru, tabiri caiz ise, ters köşeye yatıran bir roman.

Catherine O'Flynn, bu ilk romanıyla pek çok ödül aldığı gibi, prestijli Man Booker'a da aday gösterilmiş. Sade, yalın dilinin ve anlatısının gerisinde girift bir öykü gizleyen O'Flynn, Kaybolan ile modern hayatın karanlık koridorlarında yitip gitmiş tüm hayatlara dair bir şeyler söylüyor.

Catherine O’Flynn, İngiltere ve Amerika’da pek çok ödül alan ve büyük ilgi gören bu romanında, bir kayboluştan yola çıkarak bu olayın başka hayatlardaki yansımalarına uzanıyor ve aynayı bizlerin yaşamlarına, yaralarına, kayıplarına doğru tutuyor.

Kaybolan, yol ayrımları karşısında nereye gideceklerini bilemeyenlerin, kayıplarıyla yaşamayı bir türlü öğrenemeyenlerin, içinde yaşadığımız şu tuhaf ve karmaşık dünyada zaman zaman yolunu şaşırmadan edemeyenlerin hayata bambaşka gözlerle bakmasını sağlayacak, akıllardan kolay kolay silinmeyecek bir roman.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Woody Allen ve SIRF ANARŞİ

Woody Allen'ın yirmi yılı aşkın bir aranın ardından yayınladığı ilk kitap SIRF ANARŞİ, Sıla Okur'un özemli çevirisiyle ilk kez Türkçede.

Woody Allen, 2007 yılının son günlerinde çıkan ve neredeyse bir yıldır çoksatanlar listelerinde yer alan SIRF ANARŞİ’de, daha olgun bir duruşla, daha komik ve daha ilginç malzemelerle yeniden okurlarının karşısında. Woody Allen’ın Sırf Anarşi’si, seksten fiziğe, siyasetten felsefeye ve gündelik hayatın kahkahalarla güleceğiniz absürt detaylarına dokunan, eğlenceli ve entelektüel bir başyapıt.

Sırf Anarşi, zekayla ışıldayan mizahıyla biraz gülmeye ihtiyacı olanların, imparatorların yeni giysilerini fazla umursamayanların, dünyada olan bitenler karşısında bir adım geride duranların, düşüncelerinin sınırsızlığına hâkim olamayanların ve içi sıkılan tüm insanların başucu kitabı.

9 Ekim 2008 Perşembe

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın

11 Eylül’de babasını kaybeden Oskar, birkaç sene sonra mavi bir vazonun içinde bir anahtar bulur… Anahtar babasına aittir ait olmasına da, New York şehrindeki 162 milyon kilitten hangisini açmaktadır?

Amerikalı yazar Jonathan Safran Foer, Günter Grass’ın Teneke Trampet’inden, Paul Auster’ın Ay Sarayı’ndan ve Italo Calvino’nun yazınındaki muzip dinamizmden izler taşıyan Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın’da insanlık deneyimini şaşırtıcı tesadüfler, derin acılar, büyük yalnızlıklar, iç içe geçmiş hayatlar ve sınırsız bir yaşama sevinci merceğiyle konu ediyor. Amerika’da büyük ilgi gören ve ses getiren roman, akıcı dili, zengin anlatımı ve çığır açan tekniğiyle içinde yaşadığımız zamanların bir klasiği.

“Azıcık öpüşebilir miyiz?” dedim.

“Pardon?” dedi ama yüzünü geri çekmedi. “Benim sizden hoşlandığım gibi, sizin de benden hoşlandığınızı görebiliyorum.” “Bence iyi bir fikir değil bu,” dedi. Hayal kırıklığı 4. Neden, diye sordum. “Çünkü ben kırk sekiz yaşındayım, sen ise on iki,” dedi. “E?” “Ve evliyim.” “E?” “Ve seni tanımıyorum bile.” “Beni tanıyormuşsunuz gibi gelmiyor mu size yani?” Yanıt vermedi. “Kızaran, gülen, dine inanan, savaş açan ve dudaklarıyla öpüşen tek hayvan, insandır,” dedim. “Yani bir bakıma, ne kadar çok dudaktan öpüşürsen o kadar çok insansın demektir.” “Ya daha çok savaş açarsan?” Bu sefer yanıt veremeyen bendim. “Sen tatlı bir çocuksun,” dedi. “Delikanlı,” diye düzelttim. “Ama bence bu, iyi bir fikir değil.” “İyi fikir olmak zorunda mı?” “Bence zorunda.”

“Hiç değilse bir resminizi çekebilir miyim?”

(çeviren: Algan Sezgintüredi)

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, kayıplara, arayışlara, insan ilişkilerine, yalnızlığa, kalabalıklara, acıya ve coşkuya, içinde yaşadığımız şehirlerin labirentlerine, asla adresine ulaşamayan mektuplara, gece yarısı anlatılan masallara, rüyalara ve gerçeklere, söylenen ve asla söylenememiş sözlere dair çarpıcı, eğlenceli, sürprizli ve birazcık da sihirli bir roman.

Geçen sene bu zamanlarda Paco Ahlgren'in Ölümsüz'ünü yayına hazırlarken kitabın ait olduğu janr içerisinde - fantastik gerilim/macera- sıradışı olduğunu biliyorduk. Douglas Cole'un paralel evrenleri kapsayan; Taoizme, satranca, uyuşturucu bağımlılığına ve borsanın dalgalanmalarına değin uzayan macerası heyecan verici ve şaşırtıcıydı. Yayınlanmasından birkaç ay sonra The Economist dergisi Amerikan finans piyasalarının çökeceğini öngören bir haber yaptığında Ölümsüz'ü akla getirmeden edemedik. İçinde bulunduğumuz ve piyasaların altüst olduğu şu günlerde ise, bağımsız bir yayınevinden çıkmış ve fazla tanınmayan, ayrıca finans sektöründe uzun yıllar çalışma tecrübesi de olan yazarın düpedüz kahinlik yaptığını ve yaşanılan ekonomik krizi öngörerek romanına yerleştirdiğini düşünmemek imkansız.

"Yirmi üç yaşına girdiğim yılın sonbaharında, yavaşlayan ekonomi karşısında borsa çözülmeye başlamıştı... Her şey dibe vurunca iyisiyle kötüsüyle şirketler de değer kaybetti. Dünyanın en iyi şirketlerinin hisse fiyatlarının değer kaybedişlerini izliyordum. Ve sonunda olanlar oldu: Ekonomi kimsenin gözünün yaşına bile bakmadan bir anda çöküverdi. Onlarca yıldır görülmemiş, berbat bir ekonomik kriz yaşanıyordu. Birleşik Devletler Merkez Bankası'nın durumu düzeltmek için yaptığı sayısız müdahaleye rağmen piyasalar birkaç ay gibi bir sürede yerle bir oldu. Akla hayale sığmayacak bir servet batırılmıştı. Hiçbir düzelme ümidi de görünmüyordu. ..."

Okuyun, göreceksiniz.

13 Eylül 2008 Cumartesi

Ülkemizde Aşk Bir Varmış Bir Yokmuş isimli romanıyla tanınan Tom Perrotta’nın Amerika’da büyük ilgi uyandıran kitabı Yatak Odası Dersleri Türkçede. The New York Times’ın Yılın Dikkat Çeken Romanları seçkisine giren, amazon.com’da Yılın En İyi Kitapları listesinde yer alan Yatak Odası Dersleri, bir grup muhafazakarın güç odağı haline geldiği sıradan bir Amerikan banliyösündeki insanların kesişen hayatlarını konu alıyor. Kamusal alanda yaşanan gerginliğin gölgesinde, kişisel dinamiklere ve belirleyici kırılma noktalarına eğilen Perrotta, Yatak Odası Dersleri’nde inançlar söz konusu olduğunda insanların nerede olurlarsa olsunlar benzer sorunlarla yüzleştiklerini gösteriyor.

Bir grup insanın çevrenizde güç odağı haline geldiğini ve neye inanıp, nasıl yaşayacağınızı belirlediğini düşünün… İnançlarınız sadece size ait olmaktan çıkıp başkalarınca sorgulanabilir mi? Ya ilişkileriniz? Kimliğiniz? Çocuklarınızı nasıl yetiştireceğiniz? Cinsellik bile “öğretilirken,” aşka, mutluluğa ve kendi doğrularınız ışığında yaşayacağınız bir hayata yönelik inancınız sağlam kalabilir mi?

Tom Perrotta, Yatak Odası Dersleri’ni yazarken sonuçları çevresinde büyük şaşkınlık yaratan ve George W. Bush’u yeniden Amerika Birleşik Devletleri başkanlığına getiren 2004 yılı seçimleri sonrası atmosferden ilham aldığını söylüyor. “Çevremdeki herkes ‘Bu insanlar da kim?’ –George W. Bush’a oy verenler kast ediliyor- diye soruyordu. Bir romancı olarak eksik hissettim ve ülkede gerçekleşen büyük değişimi kaçırmış olduğumu düşündüm. Yaptığım, bu sorunun ve cevabının ardında yatan dünyayı keşfe çıkmaktı.”

New Jersey doğumlu Perrotta, halen Boston’da yaşamakta ve ülkemizde Küçük Günışığım adıyla gösterilen Little Miss Sunshine filminin Oscar ödüllü ekibiyle Yatak Odası Dersleri’nin sinema uyarlaması üzerinde çalışmaktadır.

29 Temmuz 2008 Salı

Siren Yazı

Birinci yaşımızı doldurmak üzere olduğumuz şu günlerde hummalı çalışmalar içerisindeyiz. Önümüzdeki yıl çıkaracağımız kitaplarımızı hazırlayıp yayın programımızı şekillerken, özetlerimizi yapmayı da ihmal etmiyoruz.

Siren, 2007-2008 boyunca her biri özenle seçilmiş ve hazırlanmış kitapları okurla buluşturdu. Kitaplarımızdan Ölümsüz'e gösterilen yoğun ilgi, zamanımızın hiç kuşkusuz en ilginç şahsiyetlerinden Woody Allen'ın metinlerini yayınlamaya başlamamız, mayıs ayında çıkarttığımız Ve İşimiz Bitti'nin The New York Times tarafından 2007'nin en iyi beş romanından biri olarak gösterilmesi, küresel çevre krizine yönelik çalışmalarından ötürü 2007'de Nobel Barış Ödülü'ne layık görülen Al Gore'un Tükenen Dünyası'nı Türkçeye kazandırmamız ve bizlerin çok sevdiği Joyce Carol Oates, Jonny Glynn, Kiara Brinkman gibi yazarları yayınevimiz bünyesine almamız, şubat ayında yayımladığımız ve çok sevdiğimiz, Neil Gaiman, Douglas Coupland, Ursula K. LeGuin, Hari Kunzru, Jeannette Winterson, Leonard Cohen gibi çağımızın önemli yazarlarını bir araya getiren Üç Harfli Kelime, bizler adına sevindirici gelişmelerden bazıları oldu. İlk kitabımız Anıkolik'e gösterilen yoğun ilginin ardından korsan olarak da karşımıza çıkması, yazarı Pagan Kennedy'nin fanzin geçmişi göz önünde bulundurulduğunda üzücü olmanın yanı sıra ironik de bir gelişmeydi.

Geçen yıldan bu güne kimi zaman zorlu şartlar altında, kimi zaman keyif içinde çalışarak ulaştık ve kitaplarımızı okurlara ulaştırdık. Bir senenin sonunda heyecanımız, hedeflerimiz ve hayallerimiz bizlere eşlik etmeyi sürdürüyor.

Eylül ayından itibaren yine bizleri heyecanlandıran, iddialı kitaplarla okurla buluşmayı planlıyoruz.

5 Haziran 2008 Perşembe

Woody Allen YAN ETKİLER'le Türk okurlarıyla buluşuyor.

Woody Allen yeniden Türkiye'de

"Ölümsüzlüğe, eserlerimle değil, ölmeyerek kavuşma dileğindeyim." –Woody Allen

Woody Allen, kuşkusuz içinde yaşadığımız zamanların en çok iz bırakan şahsiyetlerinden biri. Ülkemizde daha çok nörotik, müzmin New York’lu, kadın düşkünü ve kadınlardan mustarip, sayıklarcasına yaşayan erkek ana karakterin merkezde yer aldığı filmleriyle tanınan ve sevilen Allen’ın artık birer klasik haline gelmiş kitaplarını, 2007’de uzun bir aradan sonra yazdığı Sırf Anarşi’yi de içerecek şekilde yayınlamaya başlıyoruz. YAN ETKİLER, Aykırı Metinler serisinin, bizleri de oldukça heyecanlandıran ilk kitabı.

YAN ETKİLER, deneme, öykü ve herhangi bir kategoriye girmeyi reddeden diğer kısa metinlerden oluşuyor. O Henry ödüllü Kugelmass Olayı isimli öyküyü de barındıran kitap keyifli ve absürt Woody Allen metinlerini bir araya topluyor. Sıla Okur’un özenli çevirisiyle, YAN ETKİLER; Allen yine çok ses getiren son filmi Vicki Christina Barcelona’yı 2008 Cannes Film Festivali’nde görücüye çıkarmışken Türkiye’de okurla buluşacak.

Köşe yazarı Serdar Turgut, birkaç yıl önce YAN ETKİLER’in orijinalini okuduğunu belirtmiş ve şöyle bir yorum yapmış: “Evet yıllardır çözemediğim mesele dün halloldu. Çok uzun zamandır ne zaman Heimlich manevrasını düşünsem aklıma Woody Allen geliyordu, ne zaman Woody Allen'ı düşünsem bu sefer de korkunç bir şekilde Heimlich manevrasını aklımdan itemiyordum. Ben bu takıntımın onun filmlerinden bir tanesinden kaynaklanmış olabileceğini tahmin ediyordum ama değilmiş. Allen'ın "Side Effects" (YAN ETKİLER) adlı kitabında yer alan "A Giant Step for Mankind" (İnsanlık İçin Bir Büyük Adım) adlı hikayede, Dr. Heimlich'den önce manevrasını keşfetmeye çalışan yanılmıyorsam bir tanesi kadın olan üç bilim adamının çalışmaları sırasında tuttukları günlük anlatılıyormuş. Uzun yıllar önce okumuştum bu hikayeyi, tamamen kafamdan çıkmış. Bu Woody Allen var ya, o kesin kafadan kontak, size yemin ediyorum.”

Woody Allen’ın son kitabı Sırf Anarşi’yi sonbaharda yayınlamayı planlıyoruz.

3 Mayıs 2008 Cumartesi

VE İŞİMİZ BİTTİ

Çalışmayı seviyor musunuz gerçekten? Hafta sonlarını iple çekmiyor musunuz?

Yoksa günün birinde her şeyi geride bırakıp bir sahil kasabasına yerleşme hayalleri kurmadınız mı hiç?

Acaba durmaksızın koşuşturduğunuz çalışma hayatı sizi sinir krizinin eşiğine mi getirdi? Güvenlik kameraları ve seri numaraları her hareketinizi gerçekten izliyor olabilir mi?

Kriz çıktığında ilk gönderileceklerden olmak korkutur mu peki sizi?

Bu şartlarda çalışmak modern bir intihar yöntemi mi?

Ya da girişimci kapitalist sistem eninde sonunda sizlere girişiyor olabilir mi?

Ağaçların Tepesinde Yükseklerde

Burada olmaktan ve yeni koltuktan nefret ediyorum, bu yüzden bütün yastıkları yere atıyorum, sonra da ayağa kalkıyor ve koltuğu sertçe tekmeliyorum. Tekme parmaklarımı acıtıyor. Acımalarını durdurmak için yere oturup parmaklarımı sıkmak zorundayım ama o kadar acıyorlar ki, gözlerim yanıyor.

Ağlamak istemiyorum.

Bu çok çirkin bir koltuk! diye bağırıyorum Cass’e. Kahverengi koltuktan kalkıyor.

Bu benim hatam değil, Sebby, diyor. Beni kaldırmaya çalışıyor, öne doğru eğiliyor, beni hareket ettiremesin diye kendimi ağırlaştırıyorum. Artık ağlıyorum. Cass beni bırakıyor. Yerde yanıma oturuyor. Sakin ol, diyor Cass, lütfen. Annemin kitabı nerede? diye soruyorum. Ne? diye soruyor Cass. Annemin Gece Korusu isimli kitabı, diyorum. Çekmecede değil. Sesim nezleymişim gibi çıkıyor, çünkü ağlıyorum.

Ah, diyor Cass, ben onu sadece ödünç aldım, Sebby, söz veriyorum yerine koyacağım. Ama nerede? diye soruyorum ona yine. Cass elini omzuma koyuyor. Onun elini itiyorum. Yukarıda odamda, diyor Cass. Hayır, diyorum. Ağlıyorum, konuşmak çok zor. Senin her şeye dokunmaman gerekiyor, diyorum. Gözlüklerimi çıkarıyor ve ona atıyorum. Seni anlamıyorum, diyor Cass. Sebby, lütfen.

Yere yatıyor ve ağlıyorum. Burada olmak istemiyorum, her şeyin doğru yerde olması için etrafa bakmak istemiyorum artık. Hiçbir şey doğru değil. Zaman hiçbir şeye, hiç kimseye acımıyor. Annemin resmini kaybettim, artık gitti o.

(Kiara Brinkman; çeviren: İrem Mirzai)

1 Nisan 2008 Salı

Al Gore ve Tükenen Dünya

Amerika eski başkan yardımcısı, halen Google ve Apple’da yöneticilik yapmakta olan Al Gore, 2007 yılında çevreye yönelik yirmi yılı aşkın çalışmalarından ötürü Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.

Nobel Barış Ödülü’nün küresel iklim değişikliğine yönelik araştırmaları adına Uluslararası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) ve Al Gore’a verilmesi bir dönüm noktasına işaret ediyor. Önceleri pek dikkate alınmayan ancak varlığı yadsınamayacak küresel çevre krizi ve iklim değişikliği sorununun böylesi bir gündem yaratması hem karşı karşıya olduğumuz tehlikenin ciddiyetini belirtmek hem de buna yönelik toplumsal sorumluluk ve bilinci geliştirmek açısından umut verici. Al Gore'un kitabı Tükenen Dünya, bizlerin karşı karşıya olduğu çevresel krizi anlamak ve önlemek için önem arz ettiği gibi, küresel iklim değişikliğine dair günümüzde her bireyin farkındalıkla yükümlü olduğu veri ve çözüm önerileri içeriyor. Bu kitabı basarken amacımız, varlığı yadsınamaz küresel bir krize yönelik olarak Türkiye’de yerel ve toplumsal bir bilinç oluşmasını sağlamaktır. Bu krizi dillendiren figürün tüm dünyaca tanınan ve kendini bu sorunun çözümlenmesine adamış bir siyasetçi olması, ayrıca bu çabalarından ötürü Nobel gibi bir ödüle layık bulunarak takdir görmüş olması, krizin öneminin anlaşılması ve gerekli adımların atılması konusunda çarpıcı bir örnek teşkil ediyor.Hali hazırda çeşitli yerel sorunlarla mücadele edilen Türkiye’de, toplumun küresel bazda etkili iklim değişikliği ve çevre krizine yönelik bilinçlendirilmesinin elzem ve acil olduğu düşüncesindeyiz. Küresel çevre krizi ve iklim değişikliği Türkiye’de yerel anlamda duyurulmayı gerektiriyor. Bu kitapla amacımız Türk toplumunu küresel önem arz eden bu duruma dair çalışmalardan haberdar etmek ve çözüm sürecine ortak olabileceği bir bilinç ve sorumluluk ortamı yaratabilmek.

Tükenen Dünya, karmaşık ve çok kollu gelişen bu küresel çevresel krizi, basit ve anlaşılır bir dille, dünyamızın geçmişini ve medeniyetin gelişimini de göz önünde bulundurarak anlatıyor ve doğabilecek korkunç sonuçları önlemede önemli bir misyon üstleniyor.

Aşk Cumhuriyeti ve Suyun Dibine Mahkum Denizkızı

Aşk Cumhuriyeti, Pulitzer ödüllü yazar Carol Shields’in aile, ilişkiler, bağlılık ve modern dünyada aşkı sorgulayışını konu alan bir roman. Shields, Amerikan edebiyatının önde gelen isimlerinden biri; 2003 yılında göğüs kanserine yenik düştüğünde ardında Aşk Cumhuriyeti de dahil olmak üzere yoğun ilgi görmüş pek çok kitap bırakmış.

Aşk Cumhuriyeti’nin ana karakterlerinden Fay, otuzlu yaşlarının ortasında, iki kişilik bir mutluluğun olanaksızlığına ikna olduğu noktada tıpkı kendisi gibi gönül meselelerinde başarısız olmuş, yapayalnız bir erkek olan Tom’la tanışır ve bu tanışma karakterleri romanın temelini oluşturacak, aşkı ve tüm olasılıklarını sorgulatacak bir maceranın kalbine gönderir.

Bireyselliğin ön planda olduğu çağımızda aşk iki kişilik bir evren kurabilmek için yeterli mi peki?

Romanın ana karakterlerinden Fay denizkızlarını araştıran bir halkbilimci. Aşkı sorgulayan bir romanda kadın karakterin perspektifinden olumlu bir denizkızı referansıyla karşılaşmak şaşırtıcı neredeyse... Denizkızlarının şaibeli bir konumu var mitolojiye bakıldığında; yarı kadın yarı balık morfolojisine sahip bu canlılar pek çok denizcinin mahvına sebebiyet vermekle suçlanıyor. Andersen’in Hollywood animasyonlarına da konu olan ünlü masalı Küçük Denizkızı örneğin; sular altında yaşayan bir denizkızının ölümlü bir erkeğe duyduğu mahvedici ve imkânsız aşkı konu alır. Bir çift bacak edinebilmek için şarkısından vazgeçen denizkızı masalın sonunda hüsrana uğrayacak, âşık olduğu prensle hiçbir zaman mutlu bir beraberlik yaşayamayacaktır.

Suyun altında yaşamaya mahkûm bir kadın imgesi epey olumsuz, ancak kadınsı özellikleri ne denli ağır basarsa bassın denizkızlarını dişi olarak nitelemek de oldukça sorunlu. Kendini tam olarak var edememiş bir dişiliğin hayvansı ve tuhaf bir morfolojiyle bütünleştiği nokta, tüm anlatıların temelinde yatan ve bu yaratıklara atfedilen tehlike algısını da doğruluyor. Üst vücudu neredeyse pornografik denebilecek bir gözle imgelenmiş bu yaratıklara atfedilmiş yarım dişilik halini sarmalayan tehlike çemberi epey düşündürücü.

Marjinal –suyun altında- ve yarım bir kadın bu denli korkutucuysa eğer… Ötesi tartışmaya açık.

Felç edilmiş bir kadın imgesi olarak algılandığında, denizkızlarına atfedilen tehlike halesi de oldukça ilginç…

Aşk Cumhuriyeti’ne dönersek… Fay ve Tom’un, yani romanın aşk arayışında olan ana karakterlerinin sorguladığı, savaştığı, itiştiği yegâne kavram; yalnızlık...

Yalnızlığın gölgesi koyu elbette… Küçük denizkızının seçimi ise iç burkucu…

Fay ve Tom’un yalnızlık karşısında seçimleri ise, belki de denizkızının seçiminden çok daha sarsıcı.

İçinde yaşadığımız çağda aşk ne anlama geliyor? Yalnızlık karşısında duyulan dehşetin bir tezahürü mü yoksa bellediğimiz, inandığımız, tükettiğimiz bir esrime halinin uzantısı mı?

8 Şubat 2008 Cuma

aşkın tüm halleri

Mektup yazmak, iletişimin elektronik mecralara taşındığı günümüzde neredeyse unutulmuş bir uğraş.

Aşk mektubu yazmak, yani kişinin arzu nesnesine duygularını kağıt üzerinde silinmez bir kayıt olarak açık etme durumu ise sms, elektronik posta ve telefon aracılığıyla iletişimin son derece anlık ve gelgeç yaşandığı çağımızda sıradışı bir gayret ve özene işaret ediyor sanki.

Üç Harfli Kelime: Aşk, unutulmuş bir geleneği canlandırmaktan öte, çağdaş yazarların kaleminden günümüzde aşkı yansıtan mektuplar içeriyor. Pazarlanmasına alışkın olduğumuz gürül gürül romantik bir aşk fikrinden ziyade, daha gerçek, daha bireysel ve daha kapsamlı bir aşk bahis konusu olan. Kitap Mars’ın Dünya’ya yazdığı hiddet ve tutku dolu -Jonathan Lethem imzalı- mektupla açılıyor ve Francine Prose’un Kafka’ya sevgilisinin ağzından yazdığı metinden, Hari Kunzru’nun yürek burkan, yasaklar altındaki aşk mektubuna, Neil Gaiman’ın kurmaca pandomim sanatçısının takıntı haline getirdiği genç kadına yazdığı mektuba, Leonard Cohen’in kısa ve dokunaklı, kıskançlık ve tereddüt yüklü notuna değin uzanan katmanlı bir deste sunuyor okura. Üç harfli bir kelime sadece… Ama tanımları sonsuz, alt metinleri yüklü ve çağrışımları girift. Yazılanın ötesinde, yazılamamış, ifade edilememiş, belki de göz ardı edilip zamanın çarkında öğütülmüş tüm kelimelere karşı yükselen bir ağıt…

Karında kelebekler, kırmızı güller, kalp şekli çikolatalar değil de daha gerçek, daha can yakıcı, kimi zaman komik ve ironik, kimi zaman mesafeli, kimi zaman da aldırmazlık kalkanı altında; aşkı basite indirgeyen, kurallar çerçevesinde yaşanmasını şart koşan zihniyete karşı bir duruş içeriyor Üç Harfli Kelime: Aşk.

Üç Harfli Kelime: AŞK

‘‘Sevgilim,

Bu mektuba, bir karşılaşmanın önsözüne, resmi bir biçimde, bir açıklamayla, eski usulle başlayalım: Seni seviyorum… Bir daha söylüyorum: Seni seviyorum… Seni ilk gördüğümde dansçı olduğunu sandım, hâlâ da bir dansçı vücuduna sahip olduğunu düşünüyorum. Daha hiç konuşmadan, gülümseyişinden yabancı olduğunu anladım. Benim ülkemde kesik kesik gülümseriz; güneşin bulutların arasından yüzünü çıkarıp tarlaları aydınlattıktan sonra hemen geri çekilmesi gibi. Burada gülümseme değerli ve nadir bir şeydir. Ancak sen hep gülümsüyordun; gördüğün her şey seni mutlu ediyormuş gibi. Beni ilk gördüğünde gülümsedin, daha güzel güldü gözlerin. Sen güldün ve ben kayboldum; bir ormana düşmüş, evinin yolunu bir daha hiç bulamayacak bir çocuk gibi...’’ - Neil Gaiman

‘‘Derler ki, insan âşık olduğunda, gündelik dünyanın yanında ilerleyen yeni bir paralel evrene girermiş. Başka hiç kimsenin giremeyeceği küçük bir evrenmiş bu; iki kişilik bir ülke, özel, fanus gibi korunaklı, hiç bitmeyen bir esprinin içinde yaşarmışçasına mutlu. Ama bence bu doğru değil. Bence gerçek evren, aşk bitince patlayarak saçılan tehlike; insanın dünyası yıkılıp tutunacak bir dalı kalmadığında ortaya çıkan gerçeklik. Ben şimdi bu gerçekliğin içindeyim. ’’ - Douglas Coupland

‘‘Bu kadar çabuk yazmanın en kötü tarafı, yazacak hiçbir şey olmaması - bir yandan da çok şey olması! Tek bir gecenin ardından bütün coğrafyamı altüst ettin. Metroda eve dönerken bile hissettim bunu; yolcular büyüleyici görünüyor, içimi sızlatan dokunaklı öyküler anlatacak gibi duruyorlardı. Bana baktılar hep, biliyor musun? Üstüm başım biraz dağınıktı tabii (senin suçun!) ama bunun dikkat çektiğini düşünmüyorum. Başka bir halim vardı. Tatminle, insanı isyan ettiren bir kendinden memnuniyetle dolup taşıyordum. Kendimle karşılaştırdığımda sefil haldeydi diğer yolcular. Renkler bile değişmişti. ’’ – Lionel Shriver

‘‘Sensiz üşüyorum Jean. Sende benim dengemi bozan ne varsa, onu istiyorum şimdi.’’ – Peter Behrens

7 Ocak 2008 Pazartesi

Foxfire'dan Can Ateşi'ne...


‘‘Bizi birbirimize bağlayan en derindeki şeyleri hissedemeyiz. O şeyler bizden kopartılıp alınmadıkları sürece.’’


Can Ateşi tokat gibi bir roman… Ergenliğe, kadınlığa, gençliğe, çocukluğa, dostluğa, büyük düzensizliklere ve dar bir dünyada gururlu bir yaşama uğraşına dair.


Amerikalı ünlü yazar Joyce Carol Oates, romanın kendi yaşantısına paraleller taşıdığını söylüyor. Oates da, tıpkı romanın anlatıcısı, CAN ATEŞİ’nin tarihçisi Maddy gibi ekonomik sıkıntılar içinde geçen bir çocukluğun ardından, 14 yaşında bir daktilo edinerek yazı yazmanın sihrine kapılmış ve onu National Book Award, Heideman, Bram Stoker, Boston Book Review ve Prix Femina Etranger gibi sayısız ödülle buluşturacak, Nobel tahminlerinde adının zaman zaman anılmasına da yol açacak yazı serüvenine atılmış.


Yüze yakın eseri olan Joyce Carol Oates, lirik bir realizmle kaleme aldığı Can Ateşi’ni mitolojik bir anlatıymış gibi kurguladığını söylüyor. Oates bu kurguda iki önemli imgeden yola çıkmış: YILDIRIM adı verilen, kızların pazarlık ede ede alıp boyadıkları Dodge marka araba ile gecenin içinde damdan dama uçarcasına koşan Kaltak Sadovsky."



Kaltak Sadovsky, neredeyse mitolojik özelliklere sahip bir karakter. Cesareti, gözü karalığı, asiliği ve doğru bildiği değerlere olan inancı, yükseklik tutkusu, delice heyecanları ve coşkularıyla içinde yaşadığı dünya tarafından kirletilmeyi reddeden, ham bir yaşama sevinciyle kendi doğrularından ödün vermeyen, güçlü bir karakter. Can Ateşi’nin oldukça başarısız olduğu söylenebilecek Hollywood uyarlamasında Kaltak rolünde (Legs Sadovsky) arıza kadın rollerinin gişe garantili figürü Angelina Jolie’yle karşılaşıyoruz. 1996 yılında çekilen 1950’lerde geçen hikayenin romandan oldukça bağımsız bir biçimde 1990’lara uyarlandığı filmde, Angelina Jolie yine başka bir edebiyat uyarlaması olan, Girl Interrupted (Türkiye’de Aklım Karıştı adıyla gösterilmiş) filmindeki rolünü oynamış neredeyse.


Romanda anlatıldığı gibi cesur, idealist ve peşine takılıp o nereye giderse oraya gidebileceğiniz sağlam bir karakterden ziyade, aklı karışık, asabı bozuk, arızalı bir kız çocuğu… Gerçi 1990’lara uyarlanan bir hikâyede herhangi birini idealist ve korkusuz olarak kurgulamak zamanın ruhuna aykırı kaçacak, 1990’ların o kayıp, neredeyse boşlukta asılı duran liminal havasına ihanet olacaktır, o ayrı… Foxfire filmi Oates’un anlatısından yola çıkarak romanla pek de ilgisi olmayan bambaşka bir öyküyü bambaşka bir zaman dilimi içerisinde anlatmış.


Can Ateşi demişken… Orijinal adı Foxfire'ı böldüğümüzde ‘Tilki Ateşi’ gibi bir ifadeyle karşılaşıyoruz; Amerikan argosunda genç ve güzel kadınlara ‘fox’ yani tilki dendiği de biliniyor. Kitabın adına dair araştırma yaparken foxfire teriminin aslında bazı mantar çeşitlerinin hastalıklı ağaç diplerinde büyümeleri halinde karanlıkta saçtıkları yeşilimsi, soğuk bir ışığı betimlemek için kullanıldığına dair bir veriyle karşılaştık. Karanlık bir gecede bir ormanın içinde yemyeşil parlayarak ışık saçan bir ağaç düşünün!


Mark Twain’in Huckleberry Finn’inde Tom Sawyer ve Huck Finn bu ışığı bir tünel kazarken kullanmışlar. Wikipedia kaynaklı bilgiler, İsveçli tarihçi Olaus Magnus’un 1652’de İskandinavya’nın kuzeyinde insanların bu ışığı ormanda yollarını bulmak için kullandıklarını belgelediği yönünde. 1. Dünya Savaşı’nda askerler miğferlerine bu ışık saçan mantarla kaynaşmış ağaç kabuğu parçaları iliştirerek karanlıkta yol alırlarmış. Eski Yunan, Roma ve Hint metinlerinde de böyle bir orman ışığına dair anlatılar mevcut. Ben hayal meyal ‘şeytan’ ya da ‘cin ateşi’ adı verilen bir fenomene dair bir şeyler okuduğumu hatırlıyorum ancak bu konuda bulabildiğim kaynaklar Türkçede halk dilinde böyle bir terimin varlığını henüz doğrulamış değil. Milliyet Gazetesinin bir haberi bu fenomeni konu almış, ancak doğaüstü birtakım varlıkları ima etmiş bu arada...


Biyolojik bir fenomene verilmiş bu şiirsel adı, organik bir ışık olduğu düşüncesi ve ‘foxfire’ teriminden fazla uzaklaşmama kaygısıyla bahsettiğimiz kaynakların ışığında ‘Can Ateşi’ olarak Türkçeye uyarladık.