31 Aralık 2009 Perşembe

Her Şey Aydınlandı ve Jonathan Safran Foer

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ın ardından Jonathan Safran Foer şimdi de Her Şey Aydınlandı ile, yine Algan Sezgintüredi çevirisiyle Türkçede. Her Şey Aydınladı'yı Gogol Bordello'nun müziklerini yaptığı filmden anımsarsınız. Çoğu edebiyat uyarlaması gibi kitabı hakkıyla yansıtmayan film bir yana; Foer'in ilk ve en önemli romanı olan Her Şey Aydınlandı bu genç yazarın zaman, mekan ve hafıza üçgeninde şaşırtıcı manevralar yaptığı ve aşırı hüznü, inanılmaz mizahıyla okuru allak bullak eden bir yapıt. Hazırlama aşamasında tüylerimizin diken diken olduğunu, ara ara gözlerimizin dolduğunu ve metnin üzerinde çalıştığımız çoğu zaman gülümsediğimizi de eklemeli. İnsanlık tecrübesini, sözün tükenmeye ve tüketilmeye iyice yaklaştığı bir çağda böylesine çarpıcı bir biçimde dillendiren Foer'i ve Her Şey Aydınlandı'yı bekleyin!

Tekrarlayan Rüyalar Kitabı'nı, Alex'in bozuk anlatımını ve karakterler arasına örülü o inanılmaz yakın ağları kolay kolay aklınızdan çıkartamayacaksınız.

Tam adım, Alexander Perchov. Ama tüm arkadaşlarım bana Alex der çünkü bu, tam adımın söylemesi daha kısa halidir. Annem bana ‘Alexi-delirtme-beni!’ der çünkü hep delirtirim onu. Onu neden delirttiğimi merak ediyorsanız söyleyeyim: çünkü sürekli arkadaşlarımla bir yerlerdeyimdir ve feci nakit saçıyorumdur ve bir anneyi delirtecek daha bir sürü şey yapıyorumdur. Babam, yazın bile kafamdan çıkarmadığım kürk yüzünden bana Şapka derdi. Bunu kesti çünkü ona, bana böyle demeyi kesmesini emrettim. Kulağıma çocukça geliyordu ve ben kendimi daima çok iktidarlı ve üretken bir erkek gibi görmüşümdür. Çok, çok kızım var benim, inanın ve hepsi beni başka isimle çağırır. Bir tanesi bana Bebeğim der; bebek olduğumdan değil, bana baktığı için. Bir diğeri bana Gece Boyu der.

Neden böyle diyor, söyleyeyim mi?

Yeterince Sevinç Mümkün... Ya da İyi Seneler!

"Hayatı, hayatımı, utançları, ufak rastlantıları, yatak başuçlarındaki çalar saatlerin gölgelerini düşündüm. Küçük zaferlerimi ve mahvedilişini gördüğüm her şeyi düşündüm... Sevinci tatmış ama yeterince tatmamıştım. Yeterince sevinç mümkün müydü? Istırabın bitişi onu gayrımeşru kılar ve bu yüzden ıstırabın sonu yoktur. Ne berbat bir karmaşayım, diye düşündüm, ne aptalım, ne aptal ve kıt, ne değersiz, ne yoksun ve acınası, ne umarsız. Evcil hayvanlarımın hiçbiri kendi adını bile bilmez, ne biçim biriyim ben? Parmağımı pikap iğnesi gibi kaldırdım, sayfaları geriye doğru teker teker taradım:

İmdat."

"Hayatımı daha az duygulanmayı öğrenmeye harcadım.

Her gün daha az duygulandım.

Büyümek midir bu? Yoksa daha beter bir şey mi?

Kendini mutluluktan korumadan mutsuzluktan koruyamazsın."

"Dokundum ona. Ona dokunmak benim için çok önemliydi. Uğruna yaşadığım bir şeydi. Nedenini hiç açıklayamadım. Küçük, hiç dokunuşlar. Omzundaki parmaklarım. Otobüste sıkışınca birbirine değen bacaklarımız. Açıklayamazdım ama ihtiyaç duyardım. Bazen bütün minik dokunuşlarımızı birbirine diktiğimi hayal ederdim. Kaç parmak dokunuşu bir sevişme eder? İnsan neden sevişir ki?"

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, Jonathan Safran Foer. (Çeviren: Algan Sezgintüredi)

Jonathan Safran Foer'den Her Şey Aydınlandı, çok yakında!

26 Aralık 2009 Cumartesi

Yeni Çağın Hastalığı Solipsizm

"Sen kimsin?" diye sordu Tırtıl.

İnsana konuşmayı sürdürme isteği veren bir başlangıç tümcesi sayılmazdı bu.

Alice utana sıkıla, "Şey, ben, ben de şu anda pek bilmiyorum efendim," dedi. "Bu sabah yataktan kalktığımda kim olduğumu biliyordum ama, o zamandan bu yana o kadar çok değiştim ki."

"O da ne demek?" dedi Tırtıl sertçe. "Söylediğini açıkla bakalım!"

"Açıklayamayacağım efendim," dedi Alice. "Ben kendim değilim ki kendi dediğimi açıklayabileyim, anlıyorsunuz ya!"

Dave Eggers, Müthiş Dâhiden Hazin Bir Eser'de iddialı bir laf ediyor ve kendine dair takıntı geliştirmemiş kimselerin ilginç olmadıklarını savunuyor. Anlatı ve formda doğru kabul edilen her şeyi ters yüz etme kaygısıyla kurguladığı öyküde Eggers'ın ne denli ciddi olduğunu kestirmek okura kalmış elbette. Kitabına upuzun bir girizgahla çeşitli okuma önerileri ekleyen, dahil edilmemiş diyalogları okur henüz öyküye başlamadan karşısına seren ve hop, işte bir tel zımba resmi derken birdenbire kişisel hayatının trajedilerini müthiş bir oyunculuk ve alaycılıkla sayfalara döken bir yazardan söz ediyoruz sonuçta.

Ancak Eggers'ın parmak bastığı ve kitabın tümünde konu ettiği gerçeklik oldukça düşündürücü: masumane ifade edilmiş biçimiyle kendine takıntılı olma hadisesi, yani çağın yeni hastalığı solipsizm. Ben var olduğum sürece benim için varsın dünya, ötesinde yalansın dünya hadisesi. Eggers'ın ana karakteri kendine dair takıntılarıyla beslenen, mükemmel bir tekbencilik karikatürü sunuyor bizlere. Gıdasından öylesine memnun ki, tüm dünyanın da onunla beslenmesini elzem görüyor. Zaman zaman itici de olsa okura kendi aksini görebileceği bir ayna tutuyor Eggers. Anahtar sözcük: Ben.

Bir sene sona erer, yıllık kişisel özetler yapılıp yeni seneye dair plan ve projeler pek tabii ki "ben" odaklı olarak şekillenirken Eggers'ın aynasından kopup Wallace'ın sularına bir göz atmakta fayda var yine de. Çağdaş insanın en önemli savaşının zihnine ve kendi kendini mutlak merkezinde gördüğü dünya algısına karşı olduğunu savunan bu büyük yazarın sözlerini anımsamak, "ben"in kıskaçlarından biraz olsun kurtulmak gerekli. İki farklı yazarın benzer konuları ele alma biçimleri arasındaki uçurum ise üzerinde kafa yorulması gereken apayrı bir mevzu.

"Dur bakayım: Bu sabah uyandığımda aynı mıydım? Bir değişiklik duymuştum gibi geliyor. Ama aynı değilsem, değişmişsem, yeni bir soru çıkıyor ortaya: Ben kimim o zaman? İşte asıl bilmece bu!"

(Alıntılar: Alice Harikalar Ülkesinde, Lewis Carroll. Çeviri: Tomris Uyar, Can Yayınları 1992)

19 Aralık 2009 Cumartesi

Dave Eggers'dan Vahşi Şeyler


Müthiş Dâhiden Hazin Bir Eser'in yazarı Dave Eggers, 2010'un ilk aylarında Vahşi Şeyler ile yeniden raflarda olacak. Vahşi Şeyler, Maurice Sendak'ın kült çocuk klasiği Where The Wild Things Are'ın Eggers dokunuşuyla romanlaştırılmış hali. Eggers, ayrıca Spike Jonze ile birlikte aynı metnin beyazperde uyarlamasının senaryosunu da yazmış. The Yeah Yeah Yeahs'den tanıdığımız Karen O'nun müziklerini yaptığı film, Aralık ayında ABD'de gösterime girmiş ve oldukça ilgi çekmiş bile. Bekleyin!


12 Aralık 2009 Cumartesi

Yazı 'İş'leri - David Foster Wallace, Dave Eggers'a karşı

Amerikan edebiyatının "müthiş dâhisi" Dave Eggers, The Believer dergisi için ölümünden önce David Foster Wallace ile zorlu bir söyleşi yapmış. Deha etiketini Eggers kadar rahatlıkla taşımayan Wallace, aşağıdaki kesitte kendi 'yazı işlerini' anlatıyor:

Eggers: Telefonu bir keresinde 'Alo' diye değil de 'Dağıt dikkatimi' diyerek açtığını anımsıyorum ki o sırada bu bana çok yerinde gelmişti, çalışırken telefona cevap vermek konsantrasyonu bitiren bir şey. Ayrıca birden çok şey üzerinde de çalıştığını söylüyorsun aynı anda... Gece mi gündüz mü yazdığını, yazıya nasıl vakit ayırdığını, nasıl bir bilgisayar/dizüstü/Commodore64 kullandığını vs. bunları bilmek isterim.

Wallace: Bilemiyorum, ben asla 'ofis' denilebilecek bir yerde çalışmadım; okulda ofisimi de öğrencilerle görüşmek ve asla okumayacağım kitapları depolamak için kullanırım. Restoranlarda yazardım eskiden ama tütün çiğnediğim için çeşitli açılardan olanaksız hale geldi buralarda yazı yazmak. Sonra bir süre kütüphanelerde çalıştım (çalışmak derken bir metnin ham ve işlenmiş versiyonlarını elle yazmaktan bahsediyorum, daktilo etme işini evde yaparım ve aslına bakarsan bir iş olarak saymam da bunu.) Sonra köpek sahibi oldum. Yalnız yaşıyorsan ve köpeklerin varsa hayat biraz garipleşiyor. Evcil hayvanlarının ebeveyni gibi hisseden tek nevrotiğin ben olmadığımı da biliyorum. Ama benim için biraz zor oldu bu durum, arkadaşlarım da epey dalga geçtiler. Önce onları birkaç saatten fazla yalnız bırakamaz oldum. Sanılacağı kadar hastalıklı bir durum değildi aslında çünkü köpeklerimin çoğunun sorunlu bir geçmişleri vardı. Önce onları evde yalnız bırakmayı istemez oldum sonra da evde çalışabilecek denli rahat etmek için daha çok köpek sahiplendim. Tüm bunlar ev dışında yazı yazamaz hale getirdi beni ki bu da benim açımdan fazla iyi bir şey değildi çünkü a)zaten agorafobik yatkınlıklarım vardır ve b)ev, kütüphaneye kıyasla çok daha dikkat dağıtıcı bir ortam. Sonuçta artık evde çalışır oldum ama biliyorum ki dışarıda çalışıyor olsaydım daha verimli olurdum.İşlerin boka sardığını hissedersem sabahları özellikle birkaç saatimi İş adını verdiğim bu şeye ayırıyorum. İyi iş çıkarırsam akşam saatlerine dek sarkıtıyorum. Gerçi iyi işliyorsam adına İş dememe gerek de kalmıyor, kendiliğinden öyle gelişiyor zaten, yapmak istediğim şey o oluyor. Aslında iş iyi işlerken olan şu ki tüm disiplinim ve rutinlerim askıya alınıyor çünkü onlara ihtiyaç duymuyorum. Ama işler yürümüyorsa kendime kurallar, rutinler, uğraşlar vs. yaratmak zorundayım.

Demek istediğim şey yazma biçimimin çoğu insanınkine kıyasla oldukça kaotik olduğu - ki sanırım sen de o insanlardan birisin.

10 Aralık 2009 Perşembe

Bu Su ve David Foster Wallace

"İntiharların özel bir dili vardır. Tıpkı marangozlar gibi, hangi aletlerin kullanılacağını bilir, ama asla sormazlar neden diye..." - Anne Sexton

David Foster Wallace, 2008 yılında kendini asarak intihar ettiğinde 46 yaşındaydı. Geride adeta matematiksel biçimde kurgulanmış ve kült mertebesine erişmiş büyük eserler bıraktı. İğrenç Adamlarla Kısa Mülakatlar isimli kitabını önümüzdeki yıl yayımlayacağımız Wallace, senenin son günlerinde kendi küçük ama çağrışımları derin bir kitapla, Bu Su'yla karşımızda.

Bu Su, küçük bir anekdotla başlıyor:

İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. Yanlarından geçen yaşlı balık başıyla onlara selam verip, “Günaydın çocuklar. Su nasıl?” diye sormuş. Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan duramamış:

“Su da neyin nesi?”

Wallace, Bu Su'da insanın hayatta vermesi gereken en önemli savaşın kendi zihnine karşı olduğunu belirtiyor. Zihin akvaryumunun balıkları olan bizlerin, hangi sularda yüzdüğümüzü unutmamamız adına... Bu Su.

(Çeviren: Hakan Toker)

5 Aralık 2009 Cumartesi

Hepimiz Bunny Munro'yuz!

The Believer'ın Eylül sayısında Nick Cave ile Bunny Munro'nun Ölümü henüz çıkmadan yapılmış bir röportaj gözümüze çarptı. Cave, burada kitabın adını Bir Seks Manyağının Ölümü koymayı düşündüğünden bahsediyor. (Kitaba bu adı vermemesi isabetli olmuş.) Cave ile Bunny Munro'nun Ölümü hakkında pek çok söyleşi yapıldı ancak Believer'ınki biraz daha eski tarihli olduğu için sanırım Cave'in romanından bahsetme biçimi biraz daha farklı. Believer "Hepimizin içinde bir Bunny Munro olduğunu düşünüyor musun?" diye soruyor Nick Cave'e. Yanıtı ve dahası aşağıda:

Nick Cave: "Benim içimde var. Bence herkesin içinde bir Bunny Munro var-evet, evet. Kitabı okuyan diğer erkekler de aynı şeyi söylediler. Özellikle de herhangi bir zamanda aklından akan düşüncelere dair. Bunny Munro karakteriyle bir canavar yaratmayı amaçladım ben ya da öykünün akışı içinde bir canavara dönüşsün istedim. Bizleri şoke etsin, ancak aynı zamanda da onu tanıyıp anlayabilelim istedim."

...

Believer: "Bunny Munro'nun film hakları ne oldu? Sinemaya uyarlanacak mı?"

Nick Cave: "Eğer maddi destek bulunursa Florida'ya göre uyarlayabilirim herhalde. Ama Avril Lavigne karakterini kimin canlandıracağını kesinlikle biliyorum."

Believer: "Kim canlandıracak?"

Nick Cave: "Avril Lavigne tabii ki."

2 Aralık 2009 Çarşamba

Müthiş Dâhi ve Dave Eggers

“Yazar bir biyografinin -aslında herhangi bir kitabın- başarısının anlatıcısının ne kadar cazip olduğuyla ilintili olduğunu hatırlatmayı borç bilir. Buna dikkatleri çekmek üzere yazar kendi ile ilgili aşağıdakileri önermektedir:

a) Aynı sizin gibi biridir.

b) Aynı sizin gibi, biraz sarhoş olunca hemen sızar.

c) Bazen prezervatif kullanmadan seks yapar.

d) Bazen sarhoş olduğunda prezervatifsiz seks yaparken sızar.

e) Anne babasına doğru düzgün bir cenaze töreni yapmamıştır.

f) Üniversiteyi bitirmemiştir.

g) Erkenden ölmeyi beklemektedir.”

Dave Eggers, Boston şehrinde doğdu ve Chicago yakınlarında Lake Forest’ta büyüdü. McSweeney’s yayınevi, dergi ve websitesinin kurucusu olan Eggers, kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak yazdığı Müthiş Dâhiden Hazin Bir Eser ile Pulitzer’e aday oldu. Senelik Okumanız Gerekmeyenler antolojilerinin ardındaki isim olan Eggers, son olarak büyük ses getiren kitabı Zeitoun ve Spike Jonze’nin sinemaya uyarladığı Maurice Sendak klasiği Where The Wild Things Are’ın senaryosu ve senaryoya dayalı romanı ile büyük beğeni topladı. Wild Things (Vahşi Şeyler) isimli roman, önümüzdeki aylarda Hakan Toker çevirisiyle raflarda olacak. Yine Hakan Toker çevirisiyle 2010 yılında yayınlanacak olan What Is the What isimli kitabıyla 2009 yılı Prix Médicis Étranger ödülüne layık görülen Dave Eggers, Kuzey Kaliforniya’da yaşamakta; The Believer, Timothy McSweeney’s Quarterly Concern ve Wholphin dergilerini hazırlamakta ve The New Yorker, Ocean Navigator gibi mecralarda yazmaktadır.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Etgar Keret ve yenilmişlik...

Gazze Blues'un yazarları Etgar Keret ve Samir El Youssef söyleşileri çok yakında...

Keret'in The Believer söyleşisinden tadımlık bir bölüm:

The Believer: Bir süre önce Guardian’da İsrail’de dört ay yaşamış olan Linda Grant tarafından yazılmış bir makale okudum, bizim CNN’de gördüğümüz İsrail’den çok farklı bir portre çiziyor. Klostrofobiden, hezimet duygusundan ve güçsüzlükten söz ediyor. İntifada, yolsuzluk skandalları ve toplumda görülen bölünmeden ötürü Siyonist düşe olan inancın yitirildiğinden. Senin öykülerini okumaya döndüğümde, benzer bir şey hissettim.

Etgar Keret: İnsanın hayata dair tek otantik duygusu yenilmişlik duygusudur bence. Kaybedeceğimizi bile bile oynadığımız bir oyun hayat. Öleceğiz. Uygarlığımız son bulacak. Toplumumuz inişte, fakat bu konuda çok da üzülmenin manası yok, Roma inişe geçti ve çöktü, ondan önce Asur uygarlığı inişe geçti ve çöktü, yok oldular, biz de bir gün yok olacağız. Olup biteni gerçekten kavrayabilirsen hezimet duygusu yaşaman kaçınılmazdır. Ama bu hayatını sevemeyeceğin ya da geliştiremeyeceğin anlamına gelmez.

Bu bağlamda, benim için İsrail’i, bölgeyi sevmemekle, genel olarak insan tabiatını sevmemek arasındaki farkı görmek zor, çünkü İsrailli siyasetçilerin ve pek çok siyasi sistemin retoriği şu: ‘Hayat güzel, her şey harikulade, fakat şu adamlar göt!’ Bugün İsrail’de yaşanan sorunların çoğu bölgeden kaynaklanan bize özgü sorunlar değil, her yerde yaşanan fakat İsrail’de aşırı boyutlara varan insani sorunlar. Yabancı düşmanlığı ve aşırı şiddete başvurmak – Orta Doğu’da icat edilmedi bunlar.

Fakat bana Siyonist ideolojiyle hayal kırıklığına uğrayıp uğramadığımı sorarsan, ben zaten Siyonizm’le hayal kırıklığına uğramış olarak doğdum. Annemle babam Siyonizm’le hayal kırıklığına uğramış olabilir, ama ben Siyonizm fikrini hiçbir zaman benimsemedim. Bana yolsuzluklarla hayal kırıklığına uğrayıp uğramadığımı sorarsan, yolsuzluklar beni fazla şaşırtmıyor derim. Durumu kabullenip kabullenmediğimi sorarsan, kabullenmiyorum. Sonunda iyi olup olmayacağını sorarsan, sana sonunda kötü olacağını söylerim. Bir çelişki yok bunda. İletmeye çalıştığım bir mesaj varsa o da, bununla baş etmenin tek yolunun esnek olmaktan, aşırı ve sert bir gerçeklikte yaşamaya devam ederken, hiçbir grubu dışlamamaktan geçtiğidir.

(Çeviren: Avi Pardo)

10 Ekim 2009 Cumartesi

Gazze Blues

Etgar Keret ve Samir El Youssef'tan savaşı, iç sıkıntısını, ümitsizliği anlatan ve karanlık bir bölgenin kayıp hayatlarına ses veren, sancılı ve sarsıcı bir çalışma: Gazze Blues.

“Evet, diye geçirdim içimden, evlenmeliyiz, Dalal ve ben. Evleneceğiz ve on çocuk yapacağız, sonra çocuklarımız ölecek ve devasa posterleri Kamp’ın duvarlarına yapıştırılacak, altına da ‘Siyonist Düşmanla Savaşırken Şehit Düştüler’ yazılacak. Ve Dalal ile ben şehit olmuş on çocuğun gururlu ebeveyni olacağız. Ondan sonra İsrail Lübnan’ı bir kez daha işgal edip Kamp’ı yerle bir edecek, böylece hepimiz ölecek ve bu boktan hayattan kurtulacağız.” – Samir El Youssef (Canavarın Susadığı Gün – Gazze Blues)

“İsrail’de bir kafeye gittiğimde pencere yanına oturmam, çünkü bir bomba patlarsa cam parçalarının yüzümü keseceğini biliyorum. Kendime, “Hayatım neden böyle? Adelaide ve Melbourne’da insanlar ölüm korkusu hissetmeden bir kafeye girip oturabiliyorlar,” demiyorum. Hayat böyle, diyorum, bu yüzden de oturacağım masayı seçiyorum. Öykü de (Tuvia’nın Vuruluşu – Gazze Blues) buna, olanları olduğu gibi kabul edip değiştirmek için bir şey yapmamaya dair.” – Etgar Keret

9 Ekim 2009 Cuma

Joyce Carol Oates Nobel Edebiyat Ödülü Almadı

Bahisçiler özellikle Joyce Carol Oates'u, ayrıca Amos Oz'u, Philp Roth'u itekleyedursun, Nobel bu yıl da beklenmedik sayılabilecek bir isime gitti edebiyatta: Herta Müller. Zeynep Heyzen Ateş'in eski bir yazısından alıntı yapmak, uygundur duruma:

"Eleştirmenler Oates'in hayatını 'Amerikan Rüyası'nın edebiyat alanında gerçekleşmesi olarak adlandırıyor. Küçük kasabadaki mütevazı bir aileden Amerika'nın en çok satan yazarlarından biri olmaya uzanan bir öykü bu çünkü. Yine de yazar, hayatının sadeliğini değiştirmiyor, yıllardır sürdürdüğü ders verme ve yazma rutinini bozmuyor hatta emekli olmayı düşünmüyor. Bunu açıklamak istercesine de Hanry James'in bir sözünü asıyor çalışma odasına: "Karanlıkta çalışıyoruz, yapabileceğimiz kadarını yapıyoruz, sahip olduğumuz kadarını veriyoruz. Şüphemiz tutkumuz, tutkumuz görevimiz. Gerisi sanatın deliliği." (Radikal Kitap, 16.06.2006)

3 Ekim 2009 Cumartesi

Okunan Kitaplar Satın Alınan Kitaplara Karşı!

Geçtiğimiz günlerde Sel Yayıncılık, Nick Hornby'nin 'Shakespeare Para İçin Yazdı' isimli kitabını yayınladı. Kitap, Hornby'nin The Believer dergisindeki köşe yazılarından bir derleme; Hornby köşesinde her ay satın aldığı kitapların ve okuduklarının bir listesini yapıyor. Sonuç oldukça ilginç, yazarın satın aldığı kitaplar listesi, okuduğu kitaplar listesinden hemen her zaman biraz farklı. Hornby'nin okuduğu, okumadığı ya da bir gün okumayı umduğu şeylere dair yazdıkları hem yazarı okur olarak karşımıza çıkarması açısından hem de kendi okuma alışkanlıklarımızı gözden geçirmek adına epey faydalı. Hornby'nin eğlenceli ve mizah dolu yaklaşımına da değinmeden geçmemeli. Hornby okumanın yaşama dair ve yaşamın içinde bir uğraş olduğunun altını çizmiş. Edebiyat eleştirmeni gibi değil de, okur gözüyle değerlendirmiş listesindeki kitapları.

Bu kitap içinde kitaptan pencereler açan kitapta benim dikkatimi çeken Hornby'nin Tom Perrotta'nın Türkçede Yatak Odası Dersleri adıyla yayınladığımız The Abstinence Teacher isimli romanına dair söyledikleri oldu:

"The Abstinence Teacher (Yatak Odası Dersleri) zekice kaleme alınmış, komik, düşünceli ve empati kurulabilen bir roman... Bu roman (Yatak Odası Dersleri) önemli meseleleri ele alıyor -isim vermek gerekirse, gülünç olma derecesinde birbiriyle zıtlaşma halinde olan, günümüzde en çok rağbet gören iki kültürün çatışması- ki bu meseleler, Tom Perrotta gibi zeki ve insancıl bir yazar tarafından acilen ele alınmayı gerektiriyor. Size tavsiyem şu: gelecek kuşaklar için yazan yazarları okumayın."

Perrotta'nın gündelik hayatın ürkütücü kutuplaşmalarını ele aldığı romanını hatırlamak için iyi bir fırsat 'Shakespeare Para İçin Yazdı'.

24 Eylül 2009 Perşembe

Nick Cave ve Bunny Munro'nun Ölümü

Nick Cave ile Londra'da gerçekleştirdiğimiz söyleşinin bir kısmı, geçtiğimiz 20.09.2009'da Gazete Haberturk'te yayınlandı. Söyleşinin tamamını Roll Dergisi Ekim sayısında bulabilirsiniz. 26.09.2009 tarihli Radikal Cumartesi ekinde de Nick Cave ile yaptığımız röportajı ve Piccadilly Waterstone's mağazasındaki imza gününü anlatan bir yazı yayınlanacak.

İmzalı Nick Cave kitapları için önümüzdeki pazartesi gününden itibaren ideefixe.com sitesini takip edebilirsiniz.

16 Eylül 2009 Çarşamba

Nick Cave ile sohbet

Geçtiğimiz hafta Londra'da Nick Cave ile görüştük. Röportaj ve yazılar ile ilgili detayları önümüzdeki günlerde duyuracağız. Ayrıca şanslı okurlar için temin ettiğimiz dokuz adet Nick Cave imzalı kitabı da (yazar bir Türkçe kopyaya el koydu!) dağıtacağız. Haber bekleyin!

2 Eylül 2009 Çarşamba

Ya Birbirimizi Seveceğiz Ya Da Öleceğiz

Nick Cave’in yeni romanını okurken, müziğini göz ardı etmek oldukça güç. Şarkılarında da öykü anlatmayı seven ozanın romanı ile örtüşen pek çok şarkısı mevcut. İşte Bunny Munro’nun Ölümü’nün tam da çıkacağı hafta Siren’in Bunny Munro için tasarladığı (!) playlist aşağıda:

Loverman (Romanı tümden kapsadığı söylenebilir)

I Had A Dream Joe (Her daim favori kontenjanından)

Your Funeral My Trial (Cuk oturması dolayısıyla)

No Pussy Blues (Grinderman eseri – Grafikerimizin katkılarıyla)

Stranger Than Kindness (Kasvet dolayısıyla)

Dead Man In My Bed (Bir nevi Bunny Munro güzellemesi olarak da dinlenebilir)

Jesus Of The Moon (Her daim favori kontenjanından torpilli; ve bir de otel odaları, otel odaları…)

Lay Me Low (Başka söze gerek yok)

Sad Waters (Hüzün kontenjanını unutmamalı)

Stagger Lee (Eh, gerilim eksik kalmasın)

We Call Upon The Author (Yazarı kürsüye çağırıyoruz!)

Bu arada romanda Kylie Minogue’un Spinning Around parçasıyla Queen klasiği Bohemian Rhapsody’nin de önemli bir yer işgal ettiğini söylemeli.

Bunny Munro’nun da yad ettiği büyük ozan W.H. Auden ile tamlayalım playlisti: “Ya Birbirimizi Seveceğiz Ya Da Öleceğiz."

29 Ağustos 2009 Cumartesi

WE CALL UPON THE AUTHOR TO EXPLAIN!

Bunny Munro'nun Ölümü, 3 Eylül'de kitapçılarda olacak.

14 Ağustos 2009 Cuma

Bunny Munro'nun Ölümü - Nick Cave

Bunny, karısı Libby ve bebekle hastaneden eve geldikleri günü hatırlar. Karyolasına yatırdıklarında pembe, kilden oyuncak bebekleri andıran yüzünün ortasındaki henüz rengini bulamamış minik gözleriyle onlara bakmıştı Bebek.

“Ona ne diyeceğimi bilmiyorum,” demişti Bunny, Libby’ye.

“Önemli değil, Bun. Üç günlük daha.”

“Evet, sanırım.”

“Çok güzel olduğunu söyle,” demişti Libby.

“Ama değil. Biri üzerine basmış gibi görünüyor.”

“Bunu söyle öyleyse,” demişti Libby. “Ama güzel bir ses tonuyla.”

Bunny karyolanın üzerine eğilmişti. Bebek Bunny’ye aynı anda korkunç bir biçimde o anın içinde hem de binlerce ışık yılı uzakta görünmüştü. Boğazında bir yumru oluşmasına neden olan bir şey vardı bebekte. Annesinin sevgisiyle dopdoluydu.

“Kıyma makinesinden geçmiş gibi bir halin var, ufaklık.”

Bunny Junior minik ve bükük parmaklarını sallayıp ağzının biçimini değiştirmişti.

“Gördün mü? Hoşuna gitti,” demişti Libby.

“Bir tabak spagettiye benziyorsun,” demişti Bunny. “Şebek götüne benziyorsun.” Libby kıkırdayıp şiş parmaklarını bebeğin başının üzerine koymuş, bebek gözlerini kapatmıştı.

“Sen ona kulak asma. Kıskanıyor.”

(Çeviren: Avi Pardo)

Bunny Munro'nun Ölümü 3 Eylül'de kitapçılarda olacak.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Atmosferik Arızalar

Havanın halleri psikolojimizi derinden etkiler. Güneşin kavurduğu, bulutların aniden kararıp durduğu ve ani yağmurların indiği şu sıcak ve boğucu yaz günlerinde zaman zaman deliliğe yaklaşmış hissetmemek elde değil. Rivka Galchen'in Atmosferik Rahatsızlıklar'ı insanın kendiyle, hava durumu üzerinden dünyasıyla olan ilişkilerini irdeleyen ve deliliğin sınırlarında dans eden bir karakteri bizlere tanıtan bir roman. Şu sıcak havalarda güneşin parlak ışıklarıyla ruh sağlığımız adeta sınanırken Atmosferik Rahatsızlıklar'ı anmamak imkansız. Kitapta bahsi geçen ressam ve yazar Henry Darger ile antipsikiyatrinin önemli figürlerinden R.D. Laing'i de unutmamak kaydıyla elbette. Nietzsche ile bitirelim: "Delilik tek tek insanlarda pek seyrektir. Ama gruplarda, partilerde, halk arasında, çağlarda kural olarak bulunur."

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Bunny Munro'nun Ölümü

Nick Cave'in uzun bir aranın ardından yazdığı Bunny Munro'nun Ölümü isimli romanı, Avi Pardo çevirisiyle Eylül ayında çıkacak. Bekleyin!

1 Temmuz 2009 Çarşamba

25 Haziran 2009 Perşembe

(Chris McCandless'ın 81 yaşındaki Ron Franz'a ölümünden kısa süre önce gönderdiği mektuptan alıntıdır. Ron, Chris'in mektubunun ardından yaşamını gezgin olarak sürdürmüştür.) Büyütmek için mektubun üzerine tıklayınız.

Christopher McCandless, 23 yaşında banka hesabındaki 25,000 doları bir hayır kurumuna bağışladı, arabasını çölün ortasında bırakıp sahip olduğu şeylerin çoğundan kurtuldu ve cüzdanındaki tüm parayı yakarak yola koyuldu. Alaska’ya gitti ve doğada tek başına olmanın türlü zorlukları karşısında yılmadan, kendinden başka kimseye tabi olmayacağı alternatif bir yaşam arayışına çıktı.

Paradan, kariyerden, ailevi sorumluluklardan, toplumsal yükümlülüklerden uzakta kendi yaşamını kendi kurmayı seçmişti.

Dört ay sonra, çürümeye yüz tutmuş cansız bedeni bir geyik avcısı tarafından bulunacaktı.

Yabana Doğru toplum tarafından onaylanmış bir hayat idealini yansıtan tüm ölçütleri bir kenara bırakarak doğada yaşamaya giden Chris McCandless’ın gerçek yaşam öyküsü. Sean Penn tarafından Eddie Vedder’ın unutulmaz müzikleri eşliğinde sinemaya da uyarlanan Yabana Doğru, insanın arayışlarını, toplumun tuzaklarını, bireyin çıkmazlarını ve yaşadığımız hayatları bizlere sorgulatacak, akıllardan kolay kolay silinmeyecek gerçek bir öykü.

20 Haziran 2009 Cumartesi

Pamuk Prenses - Donald Barthelme

"Esmer, uzun boylu, güzel bir kadın o.

Çok sayıda beni var: biri göğüslerinin üstünde, biri göbeğinin üstünde, biri dizinin üstünde, biri ayak bileğinin üstünde, biri kalçasının üstünde, biri ensesinde.

Hepsi sol tarafta, yukarıdan aşağıya neredeyse tek sıra halinde:

Saçları abanoz gibi siyah, teni kar gibi beyaz."

Bütün Dünya Batılı Olduğunda, Güneş Nereden Doğacak?

Jess Walter'ın Sıfır'ı bildiğimiz dünya düzeni ve bireyin buradaki konumuna yönelik eleştirilerle yüklü, karanlık ve düşündürücü bir roman. Maksadından uzaklaşmış bir sistem ile bu sistemin dişlileri arasına sıkışan ve olan biteni anlamaya çalışan bir adamın öyküsünü anlatan Sıfır, günümüz toplumunda bireyin çıkmazlarını psikolojik bir boyut da ekleyerek konu ediyor. 11 Eylül saldırısının ardından gelişen bir olaylar örgüsü üzerinden hareket eden romanın; yer ve zaman belirtmemesine rağmen eleştiri oklarını belli hedeflere kesinlikle yöneltmesi de ilgi çekici.

"Savaş imkansız ama yine de vuku buluyor. Ne var ki, vuku buluyor olması onun imkansızlığını ortadan kaldırmıyor. Yaşanılan şu sistem de saçma, ama yine de işliyor. Ne var ki, işliyor olması onun saçmalığını ortadan kaldırmıyor. Tıpkı gerçeğin varolmasının, gerçekdışının azalmasına yol açmaması gibi."

"Dünya Ticaret Merkezi'ne yönelen saldırı hazırlığının 25 milyon dolar tuttuğu tahmin ediliyor. İleride çekilecek ve aynı konuyu ele alan film için, 250 milyon dolarlık tahmini bir bütçe yapılmış. Kurgu, gerçeklikten çok daha pahalıya mal oluyor." (Jean Baudrillard - Cool Anılar 5. Ayrıntı Yayınları; çeviren: Ayşegül Sönmezay)

Düşünecek çok şeyimiz var. Televizyonları kapatmayı unutmayalım.

17 Nisan 2009 Cuma




Sıfır: 1. Ondalık sayı sisteminde, kendisinin hiçbir değeri olmadığı halde solundaki sayıyı on defa büyüten sayının adı ve işareti. 2. Hiçbir değer ifade etmeyen şey.


Sıfır, kendi hayatını yaşamayı kabullenemeyen bir adamın öyküsü. Bildiğimiz dünyanın sonu. Tüm korkuların ve umutların toplamı. Çarkların arasına sıkışanların mottosu. Uykuyu hayata tercih edenlerin, etrafta dönen dolaplara aldırmayanların, bildiklerini hatırlamayı beceremeyenlerin, aldatırken aldananların ve sürekli aldatılanların, ekran karşısında uyuşarak teselli bulanların, çelişkilerle yaşayanların, sorgulamadan olan bitene alışanların hikayesi Sıfır.


Bu, Sizin Hayatınız.

TELEVİZYONUNUZU KAPATMAYI UNUTMAYINIZ!

2 Nisan 2009 Perşembe

WOODY ALLEN ve TÜYSÜZ

Woody Allen çağımızın en verimli ve çarpıcı kültürel figürlerinden biri. Üzerinde yaşadığımız bu topraklarda Woody Allen, öncelikle yönettiği ve rol aldığı filmleri, caz müzisyenliği, entelektüel mizahı ve yine ilk basımları ülkemizde 1980’lerde yapılmış deneme ve öykülerinden oluşan kitapları ile tanınıyor. 1935 doğumlu bu müzmin New York’lunun son kitabı 2007 tarihli Sırf Anarşi, geçtiğimiz yıl Sıla Okur’un çevirisiyle Türkçeye kazandırıldı. Son filmi Vicky, Cristina, Barcelona, Cannes Film Festivali’nin açılışında gösterildi ve büyük beğeni topladı. Mart ayında ise, Türkiye’de ilk baskısını 1989 yılında yapmış ve yıllardır satışta olmayan kült kitabı Tüysüz, Garo Kargıcı’nın özenli çevirisiyle piyasada olacak.

Tüysüz’ün klasik ve kültleşmiş bir Woody Allen kitabı olduğu tartışma götürmez. Empresyonistler Dişçi Olsaydı’dan Kısa ve Faydalı Bir Sivil İtaatsizlik Rehberi’ne, Allen’ın Not Defterlerinden Seçmeler’den Mensa Orospusu’na uzanan bu denemelerin her biri, sanatçının simgesi haline gelmiş olan zeki, nevrotik, alaycı mizahın aynası. Günümüz popüler kültür ikonlarından Jerry Seinfeld’den efsane yazar Philip Roth’a uzanan bir yelpazede kültürel üretimi etkilemiş olan bu çok yönlü sanatçının en keyifli metinlerini bir araya getiren Tüysüz’ün ülkemizde ilk defa Tanrı oyununu da kapsayan orijinal haliyle yayınlanacağını da belirtmeden geçmemeli.

İşte Tüysüz’den tadımlık alıntılar:

“Göze görünmeyen bir alemin varlığı tartışılmaz bir gerçektir. Asıl sorun oranın şehir merkezine olan uzaklığı ve kaça kadar açık olduğudur. Açıklanamayan olaylar daima vuku bulmaktadır. Biri hayaletler görür. Bir diğeri sesler duyar. Bir üçüncüsü ise uyandığında kendini at yarışlarında koşarken bulur. Kim evde yalnız başınayken ensesine buz gibi bir elin dokunduğunu hissetmemiştir ki? (Tanrıya şükürler olsun ki bana olmadı, ama bazı insanlara oluyor.) Bu deneyimlerin arkasında yatan nedir? Hatta önünde? Bazı insanların geleceği önceden gördüğü ya da hayaletlerle iletişime geçtiği doğru mu? Ve öldükten sonra hâlâ duş alabilmek mümkün mü?

… Şüpheci Sir Hugh Swiggles bulunduğu ilginç bir ruh çağırma seansını şöyle nakleder: “Ünlü medyum Madam Reynaud’un evine gittik. Masanın etrafına oturup el ele tutuşmamız söylendi. Bay Weeks kendini tutamayıp kıkırdayınca Madam Reynaud ruh çağırma tahtasını kafasına indirdi. Işıklar söndürüldü ve Madam Reynaud, Bayan Marple’ın operadayken sakalları tutuşup ölen kocasıyla temasa geçmeye çalıştı.

Aralarında aynen şu konuşmalar geçti:

BAYAN MARPLE: Ne görüyorsun?

MEDYUM: Mavi gözlü ve kafasına fırıldaklı şapka geçirmiş bir adam görüyorum.

BAYAN MARPLE: Kocam

MEDYUM: Adı… Robert. Yo… Richard…

BAYAN MARPLE: Quincy.

MEDYUM: Hah, evet! Quincy.

BAYAN MARPLE: Başka ne görüyorsun?

MEDYUM: Kafasında hiç saç yok ama kimse kel olduğunu fark etmesin diye başını genellikle yapraklarla örtüyor.

BAYAN MARPLE: Evet! Aynen öyle!

MEDYUM: Nedense elinde bir cisim var… Domuz filetosu.

BAYAN MARPLE: Evlilik yıldönümünde ona aldığım hediye bu! Konuşturabilir misiniz onu?

MEDYUM: Konuş, ruh. Konuş.

QUINCY: Claire, ben Quincy.

BAYAN MARPLE: Ay! Quincy! Quincy!

QUINCY: Izgarada tavuk pişirmek istersen kaç dakika kızartırsın?

BAYAN MARPLE: Bu ses! Bu, O!

MEDYUM: Herkes yoğunlaşmaya çalışsın.

BAYAN MARPLE: Quincy, sana iyi davranıyorlar mı?

QUINCY: Fena sayılmaz, yalnız giysilerin kuru temizleyiciden gelmesi dört gün sürüyor.

BAYAN MARPLE

E: Quincy, beni özlüyor musun?

QUINCY: Ha? Ah, tabii. Tabii ki, yavrum. Gitmem lazım…

MEDYUM: Onu kaybediyorum. Gidiyor…

Bu seansın sahtekarlığa karşı en katı testlerden bile başarıyla geçtiğini düşünüyorum, küçük bir ayrıntı dışında: Madam Reynaud’un elbisesinin altından çıkan fonograf.

Şüphesiz, seanslarda gerçekleşmiş bazı olaylar gerçektir. Sybil Seretsky’lerdeki meşhur vakayı kim hatırlamaz ki? Akvaryumundaki kırmızı balık, o günlerde kaybettiği yeğeninin çok sevdiği “I Got Rhythm” şarkısını söylemişti. Fakat ölülerin çoğu konuşma hususunda isteksiz olduklarından ve kem küm ederek ancak sadede gelebildiklerinden, onlarla bağlantıya geçmek müthiş zordur. Yazar havalanan bir masaya bilfiil şahit olmuştur. Harvard’dan Dr. Joshua Fleagle’ın katıldığı bir seansta ise masa yerden yükselmekle kalmayıp üst kata çıkıp uyumak için izin istemiştir.” (Psişik Olayların İncelenmesi)

“Sevmek mi yoksa sevilmek mi daha iyidir? Eğer kolesterolünüz altı yüzün üzerindeyse hiçbiri. Sevmek derken, kastettiğim tabii ki romantik aşk—erkek ile kadın arasındaki aşk yani; anne ve çocuğunun, çocuk ve köpeğinin ya da iki şef garsonun arasındaki değil… Sevilmek, kesinlikle beğenilmekten farklıdır çünkü biri uzaktan beğenilebilir ama gerçekten sevebilmek için o kişiyle aynı odada bulunmak ve çoğu zaman perdelerin arkasında çömeliyor olmak elzemdir.

“Sevinci aşkın bir dakika topu topu,” diye söylemiş ozan, “oysa aşk acısı geçmez ömür boyu.” (İlk Denemeler)

2 Mart 2009 Pazartesi

İlişkiler ve Havanın Halleri

Atmosferik Rahatsızlıklar, günün birinde karısının karısı değil de onun tıpatıp bir benzeri olduğundan yola çıkan bir komplo teorisine kapılan bir psikiyatrı konu alıyor. Gerçek karısının peşine düşen Dr. Leo, bir yandan da hastası Harvey gibi hava olaylarını yönlendirerek karanlık işler çeviren bir gruba karşı mücadele etmeye başlar ve şizofreninin sınırlarından Arjantin ovalarına değin uzanacak bir yola koyulur.

Hava durumu gibi belirleyici ve kontrol dışı bir olayı merkezine alan roman, özellikle rutinleşmiş ikili ilişkilere dair yürek burkucu unsurların altını çiziyor. Birini seviyor olmak onu gerçekten tanımayı, birine bağlı olmak onun elini kolunu bağlamayı beraberinde getirir mi gerçekten? İnsanlar değiştiğinde ilişkiler de değişmeli midir? Yakınlık kurulan, kişinin kendisi midir peki, yoksa o kişinin kim olduğuna dair bir fikir mi sadece? Ve aradan seneler geçtiğinde yatakta yanınızda uzanan, mutfakta tıkırtılar içinde yemek yapan, karşınızda gazete okuyan kişinin gerçekten kim olduğunu kim bilebilir?

Hayatın belirsizliği karşısında verilmiş o büyük sözler nasıl ayakta kalabilir?

“Belirsizlik ilkesi sadece fiziğin yetki alanı içinde değildir, o bütün eylemlerimizin tam ortasında, “gerçekliğin” tam ortasında yer alır. Bu sabit olmayan durum, bu sapma, bu genelleştirilmiş belirsizlik, bütün olguları, olayları yorumlarıyla birlikte meteorolojik olarak adlandıracağımız bir evreye götürüyor. Bu meteorolojik evre, doğadaki olayların, rüzgarların ve hava sıcaklığının doğal tahmin edilemezliğiyle ilgili olmayıp, kökeninde matematiğin ve enformasyonun mükemmelliğinin yattığı ikincil bir bulanıklık evresidir. Televizyondaki hava durumu programlarına bir bakalım. Sunucular bunu bir televizyon oyununa çevirmişlerdir. Bilimsel oyalama görevi gören uydu verilerine dayanılarak, sunucular ideal oyun arıyorlar: Olaylara fazla ters düşmeyen halkı memnun edici bir şey yani… Bu şekilde, hava durumu haberi tamamıyla pencereden gördüğünüz havayla ters düşüyor, ama simulasyon olarak bu enformasyon gerçektir, çünkü örnek bir senaryonun çeşitli verilerine dayanılarak belli bir sıraya göre verilmiştir… Bundan hava durumu bilgilerinin doğruluk derecesinin, bütünü içinde değerlendirildiğinde, normal bir önsezinin doğruluk derecesinden daha düşük olduğu ve bizim her gün gökyüzünün şiirsel belirsizliğine, meteorolojik söylemin keyfi belirsizliğini eklememiz gerektiği sonucu çıkıyor.”

(Tam Ekran; Jean Baudrillard. Yapı Kredi Yayınları, 2002. Çeviren – Bahadır Gülmez)

2 Şubat 2009 Pazartesi

ATMOSFERİK RAHATSIZLIKLAR

Psikiyatrlık yapan Dr. Leo Lieberstein’ın dünyası, beklenmedik bir anda temelinden sarsılır.

Bir şeyler değişmiş, tanıdığı insanlar yabancılaşmış ve yaşadığı hayat ona ait olmaktan çıkmıştır sanki. Eski bir hastasının sanrıları, dört bir yanını saran aldatmacalar ve karısının gizemli davranışlarından hareketle çıktığı gerçeklik arayışı, zihninin karmaşık coğrafyalarını keşfetmesini sağlayacaktır.

Rivka Galchen’in büyük ses getiren romanı Atmosferik Rahatsızlıklar, insan zihninin sınırsız yaratıcılığını, terapinin farklı açılımlarını ve gündelik hayatı delilikten ayıran o ince çizgiyi yoğun bir ironi ve çarpıcı bir anlatım eşliğinde inceliyor. The New York Times ve amazon.com’un “Yılın En İyileri” seçkilerine de giren Atmosferik Rahatsızlıklar; ilişkilere, yalnızlığa ve bizlerin hayatlarına dair söyleyecek çok sözü olan, pervasız ve sıradışı bir roman.