31 Aralık 2010 Cuma

Yola devam

Radikal Kitap 2010 Yılının En İyi Kitapları listesinde 5 Numarada Etgar Keret ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü var.

Newsweek Türkiye dergisinde Yılın En İyi 10 Kitabı listesinde hem Dave Eggers'ın Ne Nedir'i hem de Jonathan Safran Foer'in Her Şey Aydınlandı'sı yer alıyor.

Sabah Kitap 2010'dan Hatırda Kalanlar dosyasında Dave Eggers ve Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser ile yine Etgar Keret ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü bulunuyor.

NTVMSNBC Yılın En İyi 50 Kitabı listesi; Dave Eggers'ın Ne Nedir'ini, Jonathan Safran Foer'in Her Şey Aydınlandı'sını ve Etgar Keret'in Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförünü içeriyor.

Tüyap Kitap Fuarı'na bu yıl ilk defa katıldık; ısınma turlarımızı sizlerin de desteğiyle güzelce tamamladık.

Tüm okurlarımıza teşekkür ederiz.

İyi seneler!

En güzeli

Yeni yıl kartımızı Baysan Yüksel tasarladı; işlerini görmek için blogunu da ziyaret edebilirsiniz.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Şimdi ve burada

... Neden her şeye son kezmiş gibi davranmayı öğrenemedim? En büyük pişmanlığım geleceğe inanmamdır...

Yaşamayı öğrenmenin bir ömür sürmesi ne üzücü.

(Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, Jonathan Safran Foer. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

27 Aralık 2010 Pazartesi

Zaman

Senenin son haftasına resmen adım atmış bulunuyoruz. Okunacak metinler, hazırlanacak kitaplar yeniden değerlendiriliyor, programımız her zaman olduğu gibi özetler eşliğinde yeniden şekillendiriliyor. David Foster Wallace'ın İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'ini 2011'in ilk aylarına saklama kararı aldık; 2011 ayrıca Siren dokunuşuyla Jack Kerouac, Henry Miller, Dave Eggers, David Grossman, DBC Pierre gibi yazarların yeni çıkacak kitaplarını da deneyimleyeceğiniz yıl olacak. Çağdaş edebiyata tam gaz devam diyoruz ve bizi izlemeyi sürdürmenizi diliyoruz.

24 Aralık 2010 Cuma

Süperkahraman

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, Gazze Blues ve Nimrod Çıldırışları (Parantez Yayınları) kitaplarındaki benzersiz öykülerin müthiş yazarı Etgar Keret; Kasım ayı başında İstanbul'a geldi ve bir dizi etkinliğe katıldı; bizler de bunları hemen her kanaldan duyurduk sizlere, biliyorsunuz. Ziyaretinin en eğlenceli saatleri, kendisiyle fotoğraf çekimine gelen Elle dergisi ekibini poz verdiğinde yapay gözüktüğü, ancak zıplarsa -aklındaki ilk şey düşerken yere nasıl ayak basacağı olacağı için- doğal çıkacağı iddiasıyla havalarda uçarken çekim yapmaya ikna etmesi oldu. Keret'in uçarken ve düşerken resimleri, bu ayki Elle dergisinde yer alıyor; ben ise blog için fotoğraf çekiminin çekimini yapmayı ihmal etmedim ve açıkçası, blog için fotoğraf çekiminin çekimini yapan beni çekecek birileri olsaydı ne olurdu diye düşünmeden de edemedim... Resimde gördüğünüz Etgar Keret, Asmalımescit semalarında Kaplan ve Ejderha filmini aratmayacak ve kesinlikle doğal göründüğü pozlar veriyor. Bunu da bir kenara yazmalı; fotoğrafı çekilirken kendini kasan ve dolayısıyla tuhaf çıkan biriyseniz eğer, bundan böyle zıplayarak ve atlayarak poz verin; doğal olacakları, olmasalar da en azından eğlenceli olacakları garanti.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Hayat!

Haftaya Bilinmeyen ve David Bowie temalı bir yazıyla merhaba dedik; bugünlerde çok konuşulan bir başka kitap ve yazarıyla, Life (Hayat) ve Keith Richards ile devam ediyoruz. Life, Keith Richards'ın bu yıl büyük ilgi gören ve edebi çevrelerce de yüceltilen, şahane biyografisi; Richards, Life ile tüm sene sonu edebiyat listelerini altüst ettiği gibi rockstarların klişeleşmiş "hayat" anlatılarında da çıtayı yükselten, sarsıcı bir metin ortaya koymuş. Kitabın orijinali İstanbul'da İngilizce kitap satan kitapçılarda şimdilik tükenmiş ve Ocak ortasına değin gelecek gibi görünmüyor, ama meraklananlar Bir+Bir dergisi Kasım-Aralık sayısına bir göz atıp Yücel Göktürk'ün kitabın orijinalinden derlediği yazıyı inceleyebilirler. Bize sorarsanız, Keith Richards'dan yazar mı olurmuş demeyin ve çağın en önemli müzik adamlarından birinin kelimelerine bir şans verin. Bir+Bir'deki yazıda şöyle diyor Richards:
"İmaj uzun bir gölge. Güneş battığında bile sürüyor. Beni imajine ettiler, beni imal ettiler. O halk yarattı bu halk kahramanını. Sağ olsunlar. Bir halk kahramanı söz konusuysa, ortada o şahıs için yazılmış bir senaryo vardır ve o şahsın senaryonun hakkını vermesi gerekir. Ben, elimden gelenin en iyisini yaptım."

20 Aralık 2010 Pazartesi

Obje


Kimi romanlar sürpriz unsuruyla okuru sarsmaya muktedir; bir süredir Joshua Ferris'in Bilinmeyen'ine dair yazılar yazıyoruz blogda, bu da onlardan biri olacak gibi. Edebiyat ve müzik kesişti mi sarsıcı birliktelikler ortaya çıkabiliyor; hatırlarsanız burada daha önce Trainspotting ve Morrissey -daha doğrusu The Smiths ve There Is A Light That Never Goes Out- konulu bir yazı da yazmış ve Trainspotting anlatısı içinde The Smiths'in bu en duygusal şarkılarından birinin nasıl da cuk oturduğunu belirtmiştik. Bilinmeyen'de de Ramones ve Beatles gibi kimi gruplardan bahis söz konusu ancak anlatıya katkısı olan bir David Bowie şarkısının altını çizmeden geçmemeli: The Rise and Fall of Ziggy Stardust albümünden Five Years. Haber spikeri ağlayarak söyledi bizlere... Dünyanın gerçekten ölmekte olduğunu...

Bilinmeyen, farklı okumalara açık bir metin; Ziggy Stardust ve Five Years eşliğinde okunduğunda distopik bir yanı olduğu da söylenebilir. Beynim bir depo gibi, acılar içinde; boş yer kalmıyor, içine bu kadar çok şey ve insan istiflemem gerektiğinde gibisinden sözlerle devam ediyor Five Years ve beş yıllık ömrü kalmış bir dünyanın insanlarının ağıtlarını yakıyor. Bilinmeyen ile olan ilişkisini irdelemek okura kalsın; yalnız Bowie'nin bugünlerde Object adlı bir kitap hazırladığını ve kitabın görsel olarak özgün, Bowie'nin yaratıcı süreçlerini açma iddiasında olduğunu söyleyelim. Kitap, önceki yıllara kıyasla sönük geçen Frankfurt Kitap Fuarı'nda öne çıkan projeler arasındaydı ancak içeriği tam olarak açıklanmış değil.

Yazıyı kapatırken Underground Poetix dergisinin halen temin edebileceğiniz son sayısında birbirinden ilgi çekici Kathy Acker, Truman Capote, Henry Miller ve Jack Kerouac yazıları olduğunu söyleyelim ve burada rastladığımız, Irvine Welsh'in Suicide Girls söyleşisinden bir fragmanla bitirelim. Welsh'e gittiği konserler ve dostluk ettiği rock starlarla özellikle de David Bowie ile ilgili bir soru soruluyor; Welsh de Bowie'yi defalarca ektiğini, yanında 13 yaşında bir kız çocuğu gibi davranmaktan çekindiği için onunla karşılaşmaktan imtina ettiğini belirtiyor.

Alttaki resimde, henüz çıkmamış Bowie kitabı Object'den Kirlian tekniğiyle Bowie tarafından çekilmiş bir fotoğraf ve yine Bowie'nin notlarını görüyorsunuz.

Müziğin insanlar üzerindeki etkisinin kestirilemez olduğunu söylemiş miydik daha önce?
Güzel bir hafta geçirmeniz dileklerimizle...

17 Aralık 2010 Cuma

Kaçış biçimleri

Ferris, Bilinmeyen'de belirsizlikle savaşan bir karakterin kaçış öyküsünü anlatıyor. Edebiyat, kaçışa meyilli karakterlerden yana epey zengin; Edgar Allen Poe'nun Kalabalıkların Adamı adlı öyküsü, John Updike'ın Tavşan Kaç'ı (Alef Yayınevi) Bilinmeyen'i okurken ilk akla gelenlerden bazıları. Bilinmeyen'i ilk okuduğum zaman, Jon Krakauer'in Yabana Doğru'da da kullandığı bir Pasternak pasajından izlere rastladım - Yabana Doğru'nun finalinde, Chris McCandless'ın okumakta olduğu Doktor Jivago'da altını çizdiği bir pasajdan bahsedilir: "Bir an, yaşamının amacını yeniden keşfetti. Burada, dünyanın üzerinde, yaşamın vahşi cazibesinin anlamını kavramak ve her şeyi adlı adınca anmak için bulunuyordu." Bilinmeyen'de adı olmayan bir rahatsızlıkla boğuşan Tim, çevresindeki dünyayı dokunaklı bir çaresizlikle adlandırmaya çabalar, kendi belirsizliklerinde yitip gitmemek için. Tüyo vermek istemem, Bilinmeyen örtülü referanslar açısından zengin bir roman, ancak Tim'in "kaçışının" kurgusal olmayan bir karakter olan Chris McCandless'ın kaçışıyla Pasternak üzerinden kesişmesi fikri heyecan verici.

Hafta sonlanırken, şahane bir kitap önerisi: James Woods - Kurmaca Nasıl İşler? Ekin Bodur çevirisiyle Ayrıntı tarafından yayımlanmış. Haftayı buradan bir soruyla kapatalım:

"Hepimizin, hayat tarafından yaratılan ve kendimiz tarafından yazılan kurmaca karakterler olmamız mümkün müdür?"

Kitabın adı neydi peki?

15 Aralık 2010 Çarşamba

Umut var


Belki siyaseten, evet, ülkeler hatırlamalıdır, dünya hatırlamalıdır. Fakat bireysel olarak acı çekenler değil. Bırakın acı çekenler kaçsın acıdan. Herhangi bir kedere düşmeden ölme olasılıkları yüksek çünkü. Kendimden örnek vereyim: diyelim ki Rema kaybolmuş değil de ölmüş olsun, eh, bu tarz çözümsüz bir durumun yaratacağı acı yüzünden kendimi parçalamazdım. Çözülemeyen gizemler sükûnet içinde, ya da buna benzer bir şeyle zamana bırakılmalı. Rema ölmüş olsa onu düşünüp durmazdım – ya da en azından kendime bunu telkin ederdim. Şu an yüzleştiğim durum yani Rema’nın yokluğu, idrak edilemezliğin sınırında duruyor, ama aslında idrak edilemez bir şey değil. Çözüm umudundan tamamen yoksun da değil. İşte bu yüzden bu konuda düşünme izni veriyorum kendime, çünkü umut var.


Pasaj Joshua Ferris ve Jonathan Safran Foer'le beraber New Yorker'ın geleceğin yazarları listesinde yer alan Rivka Galchen'den geldi; Hira Doğrul çevirisiyle Galchen romanı Atmosferik Rahatsızlıklar, bilinmeyen değil ama ender rastlanan bir rahatsızlıktan mustarip bir adamın sancılı arayışını konu alıyor. Eğer adı varsa sorunun, umut da yaşıyor kişi ile. Yaşam sürdükçe.

23 Aralık'tan itibaren Frida Kahlo ve Diego Rivera sergisi, Pera Müzesi'nde; acıdan bahsedip Kahlo'yu atlamak olmaz.

Bulunacak vakit, hem öldürmek, hem yaratmak için (...) Vakit senin için de benim için de, hâlâ daha hâlâ vakit kararsızlıklar için, bin bir karar, bin bir pişmanlık için, kızarmış ekmekle çay ikramından önce.*

(*Alfred J. Prufrock'ın Aşk Şarkısı - T.S Eliot.)

13 Aralık 2010 Pazartesi

Yaşamın dehşeti



PEN/Hemingway ödüllü genç yazar Joshua Ferris'in son romanı Bilinmeyen, kimselerde görülmemiş bir rahatsızlıktan mustarip bir adamın hayatla, dünyayla ve bedeniyle mücadelesini konu alıyor. LibraryThing söyleşisinde yazara hastalığı kurgularken nereden yola çıktığı sorulmuş, cevap şöyle:

Az rastlanan rahatsızlıkların çeşitliliği dehşet ve şaşkınlık verici. Meraklıların az rastlanan hastalıklar web sitesine bir bakmalarını öneririm. Birinden birine yakalanacağınıza ikna oluyorsunuz. Kanser, kalp hastalığı, araba kazası falan değil de ölümcül Q ateşinden gideceğinize dair şüpheniz kalmıyor. Ya da vücut sistemini çökerten Shy-Drager sendromundan... Ya da öleceğinize değil de, Klüever-Bucy sendromu geliştireceğinize, temporal loblarınızın hasar göreceğine ve sonuç olarak tuhaf nesneleri cinsel anlamda çekici bulmaya başlayacağınıza... Veya Morgellon hastalığına tutulacağınızı düşünüyorsunuz, bu tabloda hasta ipliksi bir şeylerin derisinin altında gezindiğinden ve tenini kesip yaktığından şikayetçi oluyor. Site kendini hasta sanmaya meyilli olanlar için dört dörtlük.

Ama Tim'in rahatsızlığı kurgusal. Zihnimden geçenleri özgürce yansıtabilmem için bilinen şeylerin sınırlamaları dışına taşmam gerekliydi.


S: Tim, bu rahatsızlığa yakalanmasa kendini işine gömmeye ve ailesinden böylelikle giderek uzaklaşmaya yazgılı mıydı peki?

Zamanımızın çoğunu kafamızı dağıtarak ve aylaklıkla geçiriyoruz. Kendini, faniliğini, başkalarının varlığını duyumsayarak yaşamak varoluşun en zorlu safhası. Tim kaçınmanın doruk noktasında. Şuurunu işine gömülerek kapatıyor. Ama rahatsızlığı nüksettiğinde, kafasını dağıtan şeylere sığınma lüksünü de yitiriyor.

Bunun, bir uyanış olduğu da söylenebilir.


Hiçbir şeyin hayat kadar şaşırtıcı olamayacağına dair alıntıyı bu blogda defalarca kullanmıştık, değil mi? Yazı hariç, elbette. Yazı hariç.

10 Aralık 2010 Cuma

İdiopatlar

Adlandırılamayan duygular, tanısı konamayan arazlar, bildiğimiz ama kelimeleri bulamadığımız için adsız kalan ve ifade edilemeyen şeyler nereye gider? Dilbilimci Edward Sapir ve Benjamin Whorf, düşüncelerin dil ile ilişkili olduğunu ve farklı diller konuşan insanların dünya algılarının da farklı olduğunu savunurlar. Sapir ve Whorf'un kabaca özetlediğimiz tezi, dillerin toplumların ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiği ve farklı diller konuşanların düşünsel ve algısal anlamda farklılıklar taşıdıkları yönünde. Ayıp kelimesinin olmadığı bir dilde size ayıp edildiği nasıl ifade edilir örneğin? Bu, sonu kolay kolay gelmeyecek bir tartışma; eğer diller dolayısıyla düşünce ve algı farklılıkları var ise, ortak bir insanlık tecrübesinden bahsetmek mümkün olabilir mi? Tüm deneyimler görece ise eğer, ortak bir dil üzerinden anlaşmak mümkün olabilir mi ki?

Fazla uzaklaşmadan, Joshua Ferris'in Bilinmeyen'ine geri dönelim ve Tim'in ağzından dinleyelim:


“Laboratuvar sonuçları durumun varlığına ya da yokluğuna dair herhangi bir bulgu göstermiyor,” demişti Regis adlı bir doktor. “Bu yüzden hastalığın fiziksel olduğuna inanmamız için hiçbir neden yok, hastalık olduğu bile şüpheli.”
Johns Hopkins’den Janowitz bazı dürtülerin onu yürümeye zorladığı sonucuna varmış, grup terapisi önermişti.

Klum “iyi huylu idiopatik yürüyüp durma hali” adını vermişti. Tim, idiopatik kelimesinin ne demek olduğunu anlamak için sözlüğe bakmak zorunda kalmıştı. “Sıfat–nedeni bilinmeyen hastalık.” Anlamından soyutlandığında bu sözcüğün Klum ve arkadaşları için biçilmiş kaftan olduğunu düşündü.

İdiopatlar.

İyi huylu lafına da takılmıştı. Salt tıbbi açıdan belki öyleydi ama yürüyüp durmalarının ardı arkası kesilmezse hayatı mahvolacaktı. Bunun neresi iyi huyluydu ki?

(Bilinmeyen, Joshua Ferris. Çeviren: Hatice Taş.)

8 Aralık 2010 Çarşamba

Dünya yok


Amerikan edebiyatının en genç ve parlak yazarlarından Joshua Ferris'in 2010 tarihli romanı Bilinmeyen, çıktı. Bilinmeyen, işine derinlemesine bağlı bir avukat olan Tim Farnsworth üzerinden sancılı bir insanlık durumunu, belirsizliklerin göbeğindeyken yaşamını kontrol etmeye çabalayan bir adamın dramını ortaya koyuyor. Bilinmeyen, çok katmanlı bir roman; kısmen bir cinayet romanı, kısmen kendi başına bir macera, bazı yönlerden bakılırsa toplumsal eleştiri, kimi açılardan ise felsefik yaklaşımlarla şekilleniyor. Ferris'in öyküdeki tüm sapmaları, okuru tam romanı kategorize edecekken ters köşeye yatırma dürtüsünden kaynaklanıyor. Bilinmeyen'in ana karakteri Tim Farnsworth, kontrol edemediği bir yürüyüp gitme hali ile, dolayısıyla bedenine hükmedemediğini hissettiği bir rahatsızlıkla boğuşuyor; ancak roman tıpkı anlık bir dürtüyle çok tanınmadık bir coğrafyada yapılacak yürüyüş gibi çeşit çeşit sürprizler ve beklenmedik engebelerle dolu... Ötesi sayfaların arasında gizli kalsın ve daha fazlasını açık etmeyelim. Yalnız bu yürüyüşlerin pek sevimli olmadıklarını, bilakis gayet vahşice gerçekleştiklerini söylemek gerekli.

En son ne zaman bir yerden bir yere gitmek için değil de sadece yürüme amaçlı yola çıktığınızı anımsıyor musunuz? Thomas De Quincey, Immanuel Kant'ın Son Günleri adlı makalesinde ünlü filozofun yürüyüşlerini betimliyor; Kant'a göre yürüyüş düzenli ve tek başına yapılmalı - bilhassa burundan nefes almaya çabalanmalı. Yürümek var, yürümek var elbette; sağlık için yürümekle tükenişin pençesinde yürümek zorunda olmak farklı şeyler, her ne kadar işlevsel olarak hadise bir, ayaklar mekanik olsa da...

Yazımız Jack Kerouac'ın 1958 yılında Hunter College'da gerçekleşen "Beat Kuşağı Var mı?" adlı sempozyumda söyledikleriyle sonlansın: "Bu gece dünya var mı diye sorabilirdik. Devam edip 5,10, 20 dakika boyunca bunun hakkında konuşabilirim - çünkü dünya yok, çünkü bazen yürüdüğümde yere bakıyorum ve altını görebiliyorum. Dünya yok. Ve sizler de bunu anlayacaksınız."

6 Aralık 2010 Pazartesi

Adı Yok

Antropolog Clifford Geertz, insanı "kendi ördüğü anlam ağlarında asılı bir hayvan" olarak tanımlıyor. Yine Geertz, kültürü insanların "kendi deneyimlerini yorumladıkları ve eylemlerine rehberlik etmesi için kullandıkları anlamlardan oluşan bir doku" olarak ifade ediyor. Pazartesi pazartesi tüm bunlar da nereden çıkıyor derseniz, söyleyelim: Joshua Ferris'in Bilinmeyen'i çok yakında kitapçılara iniş yapacak, öncesinde bir girizgah oluşsun istedim. Bilinmeyen'i okurken, fazlaca düşündüm ve biraz da şaşırdım; Geertz'e sığınarak söylemek istediğim sanırım dünyanın ilerleyiş hızı ne denli artarsa artsın insana özgü olanın paylaşıldığı, semboller üzerinden uzlaşıldığı ve insani deneyimlerin bu kolektif uzlaşmalar sonucu ve ihtiyaç üzerine adlandırılmış olduğu.

Ferris, Bilinmeyen'de tam olarak ne yaşadığı adlandırılamayan ve dolayısıyla anlamlandırılamayan bir karakter tanıtıyor ve onun izinden karanlık bir yola sokuyor okuru. Bir düşünün: 30 sene önce baş dönmesi, çarpıntı, uyuşma hissi semptomları ile doktora başvuran ancak fiziksel anlamda herhangi bir hastalık ibaresi rastlanmayan vakalara bir şeyleri olmadığı söyleniyordu, şimdi aynı durumdakiler kuvvetli bir anti-anksiyete ve sakinleştirici kombinasyonu ve panik bozukluğu tanısıyla evlerine yollanmaktalar... İşte Ferris'in Bilinmeyen'de yarattığı ana karakter, belki zamanının biraz ötesinde, belki aklından rahatsız, belki de tamamen bambaşka şeylerin etkisinde -durumunun adı konulamıyor- ve adı olmayan diğer her şey gibi, kendi varoluşu da tartışmaya açık hale geliyor.
Geertz'i anmam boşuna değil; dünyada hâlâ sedece kimi topluluklara özgü ve sadece bu gruplarda rastlanan belli başlı bazı "kültürel" hastalıklar var. Yakın zamana değin kendi yaşadığımız topraklarda insanların "kara sevda"dan mustarip olabildiklerini, yataklara düşüp iştahtan kesildiklerini anımsatalım ki günümüzde bu, sanıyorum semptomları doğrultusunda major depresyon olarak tanımlanacak ve farmakolojinin yardımıyla rahatlıkla çözümlenecek bir rahatsızlık olurdu. Kore'de sadece yaşlı kadınlarda rastlanan ve özellikle sık sık iç çekme ile kendini gösteren Hwabyeong, Çin'de ve Güneydoğu Asya'da görülen ve kişinin cinsel organının vücudunun içine çekildiği sanrısına kapılmasına yol açan Koro ve yine Asya'da belli bölgelerde rastlanan, bir çeşit cinneti tanımlayan Amok adlı rahatsızlıklar belli kültürlere özgü olsalar da birden fazla kişiyi etkilemeleri dolayısıyla tanımlanmış ve literatüre geçmiş vakalar.

Bilinmeyen, pek çok şeye dokunmasının yanı sıra okurunu dürten bir kitap. Soru şu: Hangi tecrübe ya da duygu sadece bize özgü ve bize dair olabilir? Kişinin toplumdan, kültürden ve dilden bağımsız, sadece kendi duyumsadıklarından menkul bir ağda asılı kalması mümkün olabilir mi? Dil, ortak bir alansa eğer, kelimelerle ifade edilemeyenin yeri neresidir?

Adı olmayan bir deneyim ya da rahatsızlık, var mı gerçekten? Dünyada yaşanmamış bir tecrübe ya da duygu, ufukta yepyeni karanlıklar var mı?

3 Aralık 2010 Cuma

Hayat


Geçtiğimiz hafta Woody Allen, 75.ci doğumgününü kutladı. 75 yıllık yaşamına pek çok şahane film, öykü, senaryo vb. sığdıran Allen, yakında Uzun Boylu Esmer Adam (You Will Meet a Tall Dark Stranger) ile vizyonda da olacak. Film hakkında konuşan Allen, son dönemde yaptığı işlerde yaşlı karakterlere daha geniş yer vermesiyle ilgili olarak (Stranger'da önemli rollerden birini Anthony Hopkins üstleniyor) -Vancouver Sun gazetesinin haberine göre- sorulan sorulara aşağıdaki gibi cevap vermiş.

Yakında 75 yaşında olacağım ve şimdiden tükendiğimi, bir ayağımın çukurda olduğunu hissediyorum. Bu hissi bertaraf etmek için ne olursa yaparım. Zihnim hep 30, 40 yıl daha genç olsaydım neler yapardım ile meşgul. Artık çok geç tabii. Geri dönüşsüz... Yaşlanmanın güzel bir tarafı yok. Kırışıyorsun, kuvvetten düşüyorsun, becerilerini yitiriyorsun, arkadaşların birer birer ölüyor. Odanın birinde oturup lapa yer hale geliyorsun. Bunun iyi bir yanı yok. Tam anlamıyla yok oluş. Geri dönüşsüz.

Yapabileceğin en iyi şey bunu düşünmemeye çalışmak tabii. E sen de sinemaya falan gidiyorsun, sonucu evrenin gidişatında herhangi bir rol oynamayacak anlamsız ilişkilere giriyorsun, Roger Federer'i izliyorsun... Onca spora ve sağlıklı beslenmeye rağmen yine de bir gün gelip seni alacak olan uzun boylu esmer yabancıyı düşünmemek için yapıyorsun tüm bunları.


Allen, bunları anlattıktan sonra kimsenin canını sıkmak istemediğini de ekliyor. Blog yazarınızın favorisi Annie Hall'dan bir dizeyle bağlansın ki kimsenin canı sıkılmasın:

"Sefalet, yalnızlık ve acı dolu hayat - ve çok çabuk sona eriyor."

1 Aralık 2010 Çarşamba

Kırbaç


Gelmiş geçmiş en sert kışlardan biriydi. Nehirlerden yükselen rüzgârlar kudurmuş gibiydi. Gökten yağan buz parçacıklarının uçları, zehirli oklar gibi saplanıp kalıyordu yerde. Yalnızca ocak ayındaki dört kar fırtınasının sonunda karlar donarak en az savaşlardaki kadar aşılmaz, korkunç gri barikatlara dönüşmüştü. Mezarlıklarda mezar taşları kar altına gömülmüş, yol kenarlarına park edilmiş arabalar çiğnenmeden yutulmuştu. Havanın böylesine aniden değişmesine dair süregiden tartışmalar çoktan bir kenara itilmiş ve yaşlılar ile evlerinde mahsur kalanlar için duyulan endişe ön plana çıkmıştı. Çocuklar haftalarca okula gidememişti. Teslimatlar durma noktasındaydı, uçaklara iniş izni verildiği günlerde dükkânlar tıklım tıklım dolup taşıyordu. Marketlerin önünde insanlar upuzun kuyruklar oluşturuyorlardı - her an patlamaya hazır, duruma ayak uydurmanın zorluğu karşısında homurdanarak. Kurnaz kamu kurumları, sivil toplum kuruluşlarını yardıma çağırıyorlardı; sıcak barınak, gönüllü ev tarama hizmetleri için. Soğuk tüm icatların anasıydı, mesajını kırbaçla veren intikamcı bir ana.

Joshua Ferris'ten Bilinmeyen, Hatice Taş çevirisiyle çok yakında, tüm kitapçılarda...

29 Kasım 2010 Pazartesi

Tilkiler!

Bir yılın sonuna yaklaşırken, durup soluklanma ve haftalık, aylık, yıllık, artık hangisi lazımsa o şekil bir özet yapma vakti. Yeni kitaplar da yolda, onları duyurma zamanı geldi sanıyorum.

Bu sayfalarda Etgar Keret'ten çok bahsettik, Keret de basında epey yer aldı. Keret ile ilgili bir küçük sürprizimiz daha olacak, ilerki günlerde yine bu sayfalardan takip edebileceksiniz. Basında Keret'e dair ne olup bittiğini anında görmek için twitter sayfamızdaki güncellemeleri kaçırmayın.

26 Kasım 2010 Cuma

Çekiç ve çivi


Geçtiğimiz hafta, Youtube'da en çok izlenen videolardan biri -Apple'ın en popüler iPhone uygulamalarından bir olan- Angry Birds üzerinden İsrail-Filistin barış görüşmelerini alaya alan bir parodi olmuş. Altındaki yorumlar, videonun kendisinden daha düşündürücü aslında, Mark Twain'in söylediği iddia edilen o meşhur sözü anımsatıyor: "Elinde çekiç olana, her şey çivi gibi gözükür." Etgar Keret'in Avustralya'da Radio National ile yaptığı söyleşiden bir pasajla devam edelim - söyleşinin bu kısmında Etgar Keret Gazze Blues'da yer alan ve bir kısmını bu blogda da okuyabileceğiniz Tuvia'nın Vuruluşu öyküsünden ve biraz da, çekiçlerle çivilerden bahsediyor.


Soru: “Tuvia’nın Vuruluşu” adlı öyküden söz edelim, ki bir köpeğe dair. Kendine “sadık bir köpeğin sınırları nedir?” sorusunu sorup öyküyü oradan mı geliştirdin?

24 Kasım 2010 Çarşamba

Ejderha



Ben rüyamda ejderhalar görürüm. Küçüklüğümde, eski şehrin altında bir ejderha yaşadığını söylemişlerdi bana. Ejderhayı, binaların çevresinde siyah bir duman gibi kıvrılarak dolaşan, kilerlerin arasındaki çatlakları dolduran, maddesiz ama hep var olan bir şey gibi hayal ettim. Ejderhayı böyle düşlemiştim, geçmişi de böyle değerlendiriyorum. Dumandan ibaret kara bir ejderha gibi. Gösteriye çıktığımda, ejderha tarafından yenmiş ve geçmişin parçası haline gelmiş oluyorum. Sahiden yedi yüz yaşındayım. Krallar gelip krallar gidiyor. Ordular geliyor; ya da dağılıp uzaklaşıyorlar ya da geride sadece yıkık binalar, dullar ve yetim çocuklar bırakarak geri gidiyorlar.

Ama heykeller kalıyor, duman ejderhalar da, geçmiş de.


(Neil Gaiman - Üç Harfli Kelime Aşk. Çeviren: Sıla Okur.)

22 Kasım 2010 Pazartesi

Yazı hariç



Bir öykü kaç farklı biçimde anlatılabilir? E-kitaptan iPad'e teknolojinin farklı kanalları üzerinden okuma tecrübesinin dönüştürülmesi tartışmaları süredursun, Her Şey Aydınlandı ile Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ın 1977 doğumlu yazarı Jonathan Safran Foer bambaşka bir projeyle çıktı karşımıza. Yeni bir kitap, Tree of Codes (Şifre Ağacı.) Kitabın ilginç yanı, Foer'in yeni metni olmasından öte aslında eski bir kitaptan 'yapılması.' Şifreli konuşuyor gibi miyim bilemiyorum, ancak anlatacağım kitap bugüne değin bildiklerimizden tamamen farklı, dolayısıyla doğru ifadeyi seçmek pek kolay değil. Foer, Şifre Ağacı'nı, tamamen Bruno Schulz'un Krokodil Sokağı isimli kitabındaki sözcüklerle üretmiş; şöyle ki Foer'in kitabı Bruno Schulz'un metnindeki sözcüklerden oluşuyor, tabii Foer dokunuşuyla. Foer, Schulz'un kitabını yer yer kesip yer yer kimi kelimeleri örterek Schulz'unkinden tamamen bağımsız olan kendi öyküsünü dökmüş sayfalara...

İşin bir de teknik tarafı var tabii. Bu proje için matbaa bulmak pek kolay olmamış, burada matbaa makinelerinin ayrıntılarına girecek değilim ancak sadece baskıya yönelik tekniklerin 'kasıtlı' kesikler karşısında geçerli olamayacağının altını çizelim, ötesini irdelemek işin meraklılarına kalsın. Sonuçta ortaya, Schulz'un kelimeleriyle anlatılan Foer'in öyküsü çıkmış. Kitap, aynı zamanda kendi başına tasarımsal bir obje haliyle. Bu özel kitap, önceki Foer kitapları kadar yüksek adetlerde baskı göremeyecek; 2011 yılının Ocak ayında piyasaya çıkacak olan kitabın satış fiyatı Amazon'a göre 40 USD ki bu da kitabın büyük kitlelere ulaşmasını engelleyecek bir faktör. İlginç olan fikrin kendisi; bu blogda da sık sık meylettiğimiz metinleri metinlere bağlama ya da bir metni diğerine sıçrama tahtası olarak algılama hadisesi Şifre Ağacı ile bire bir vuku bulmuş oluyor. Schulz'un Krokodil Sokağı önceki yıllarda Can tarafından yayımlanmış. Schulz'un metnin orijinalini Lehçe yazdığı ve Foer'in kendi öyküsünü Schulz'un İngilizce çeviri metni üzerinden anlattığı düşünülürse, dolaylama unsuru katlanıyor üstelik.

Şifre Ağacı çıkmadan önce benim kendi projem, Krokodil Sokağı'nı okurken Foer'in öyküsünü hayal etmeye çalışmak olacak.

Şifrelerle yüklü kitaplar pek çok elbette, onlardan birinden, Kara Kitap'tan bir alıntıyla bitirelim biz yazımızı: "Çünkü hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Yazı hariç. Evet tabii, tek teselli yazı hariç."


19 Kasım 2010 Cuma

Kitaptan güzel

Bu sayfalarda sık sık yer verdiğimiz ve çok sevdiğimiz Patti Smith, ünlü fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe ile geçirdiği NY'daki gençlik yıllarını konu alan anı kitabı Just Kids ile Ulusal Kitap Ödülü'ne (The National Book Award) layık görüldü. Ödülü alırken teknoloji ne denli ilerlerse ilerlesin kitabın yüz üstü bırakılmaması gerektiğini söyleyen Smith, maddi dünyada kitaptan güzel bir başka şey bulunmadığını da eklemiş. Ne diyordu Morrissey; Handsome Devil şarkısında, There is more to life than books you know, but not much more.

Just Kids, Patti Smith'in sadece gençliğinden değil, kitaplardan ve onu etkileyen yazarlardan da bahsederek anlattığı bir öykü; sanıyorum kısa süre içinde Türkçeye de aktarılacak (Domingo Yayınları). O zamana değin, tatilde olan blog okuyucularımıza Patti Smith'in blogundan birkaç öneri aktaralım biz de.

Okunacak: Roberto Bolano - 2666; Pier Paolo Pasolini - Öyküler.

Dinlenecek: Wooden Ships - Jefferson Airplane.

Tüketilecek: Kağıt bardakta espresso.

Öneriler Patti Smith'ten, biz sadece aracıyız, unutmayın. Resimde Robert Mapplethorpe ve Patti; sadece gençken.

Kahveniz, kitabınız, keyfiniz bol olsun.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Özel bir gün

Otobüs duruyor, sürücü sana gülümsüyor, camlar ışıl ışıl, cebinde de bolca bozukluk var. Sol taraftaki tekli koltuklardan biri, en sevdiğin, üstüne adın yazılmış gibi, seni bekliyor. Otobüs kalkıyor, ışıklara yaklaşırken yeşil yanıyor ve yanında ay çekirdeği çitleyen adam, kabukları bir kesekağıdına dolduruyor.

Yaşlı biletçi, biletini istemiyor. Şapkasını eğip selam vererek çok hoş bir sesle iyi günler diliyor.

İyi de bir gün olacak. Çünkü senin doğum günün. Tazesin, güzelsin, önünde kocaman bir hayat var. Dört durak sonra kolu çekeceksin ve sürücü duracak, sadece senin için.

Otobüsten ineceksin, kimse sana omuz atmayacak ve sen inmeden kapı kapanmayacak. Otobüs hareket edecek, insanlar senin için sevinecek, çekirdek çitleyen adam, gözden yitene kadar sana el sallayacak, bir sebebi olmadan.

Sebebe gerek mi var? Bugün birinin doğum günü ve doğum günlerinde güzel şeyler olur. Sana doğru koşan yavru köpek, durup onu sevdiğinde kuyruk sallayacak.

Özel bir gün oldu mu, köpekler bile anlar.


(Etgar Keret; Üç Harfli Kelime: Aşk. Çeviren: Sıla Okur.)

15 Kasım 2010 Pazartesi

Dehlizler


Önceki haftalarda Etgar Keret, Hakan Günday ve Georgi Gospodinov'un Karga'da katıldıkları panele uğradıysanız eğer, Günday'ın Keret öyküsü Sürpriz Yumurta'yı okuduğuna, Keret'in ise en çok etkilendiği yazarlar arasında Kafka'yı, Kurt Vonnegut'u ve Isaac Bashevis Singer'i saydığına tanık olmuşsunuzdur. Kitapları başka kitaplara açılan dehlizlere dönüştürmekten hoşlanan blog yazarınız için bulunmaz bir fırsat bu; bir yazardan bir diğerine uzanan bir sıçrama tahtası. Keret'i okurken bu saydığı isimlerle paralel noktalarını düşünmek, okuma tecrübesini değişik kılacak olmakla beraber, bu yazarların her biri kendi başına ilgi görmeyi de fazlasıyla hakkediyor. Uzun bir tatilin kucağında olan herkese güzel tatiller dileyelim ve burada daha önce hiç bahsetmediğimiz Nobel ödüllü yazar Bashevis Singer'ın Meşuga'sından bir pasajla sözü bitirelim.

12 Kasım 2010 Cuma

Düşün!

Etgar Keret'in Tablet dergisi için yazdığı makaleden aktarılmıştır.


(İsrail Kitap Haftası sırasında) Haziran ayının başlangıcında ablam, kardeşim ve ben Ramat Gan meydanında kurulmuş düzinelerce kitap tezgahına doğru yürürdük. Her birimiz beş kitap seçerdik ve bazen yazarlar da orada olurlar, kitaplarımızın içine bir şeyler yazarlardı. Ablam çok hoşlanırdı bundan. Ben kendi adıma biraz bozulurdum; biri bir kitabı yazmış olabilir ama başkasına ait olan kopyaya neden bir şeyler karalama hakkı olsun ki - özellikle de el yazısı bir doktorunki kadar berbat ise ve ne dediğini anlamak için sözlüğe bakmanız ve kastettiğinin sadece "umarım beğenirsiniz" anlamına geldiğini görmeniz gerekiyorsa...

Aradan uzun yıllar geçti ve artık bir çocuk olmamama rağmen kitap haftası beni heyecanlandırıyor. Ama şimdi bu tecrübe biraz daha farklı ve çok daha stresli, şimdi ben masanın diğer yanında oturuyor ve başkalarının kitaplarının içine bir şeyler karalıyorum. Ve 18 yıldır yapıyor olsam da, hâlâ bir başkasının kitabının içine bir şeyler yazarken rahat hissetmiyorum kendimi.

Kendi kitaplarım yayımlanmadan önce, yalnızca tanıdığım kişilere hediye olarak verdiğim kitapların içlerine bir şeyler yazardım. Derken, birden bire, kendimi kitaplarını kendi alan insanlara kitap imzalarken buldum işte. (...) Böylece, tamı tamına 18 yıl önce, kendi kitap imzalama tarzımı yarattım: kurgusal imza. Kitabın içindekiler tamamen kurguysa, imza ve ithaf neden kurgusal olmasın ki?

10 Kasım 2010 Çarşamba

Masa başı

Hareketli ve heyecanlı geçen bir kitap fuarının ardından, bizde haberler bol. Öncelikle geçtiğimiz hafta İstanbul'da olan Etgar Keret'in ziyaretinin güzel geçtiğini ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nün ilk baskısının fuarda tükendiğini, yeni baskının matbaadan gelmesini beklediğimizi belirtelim ve İTEF bünyesinde katıldığı etkinliklerde Keret'i yalnız bırakmayan okurlarına teşekkür edelim. Karga'daki panelde zeminin kalabalığı taşıyıp taşımayacağını bile düşündüm, gördüğü büyük ilgi yazarı sevindirdi. Epey olaylı birkaç gün yaşadık Keret ile, otelinin epey yakınında gerçekleşen canlı bomba saldırısı da dahil, ama Keret İstanbul'dan ve buradaki okurlarından çok etkilendi. Yeni kitabın çevirisine başladık bile, yazar basın mensuplarıyla da oldukça ilginç görüşmeler yaptı, bunları da bu ay içerisinde farklı mecralarda göreceksiniz diye tahmin ediyorum.

Fuara ilk defa katıldık bu sene ve benzersiz bir deneyim oldu. Kitaplarımızı okuyan ve bizi takip edenlerle yüz yüze gelmek, hazırladığımız kitapları sahiplenen okurları tanımak bizleri çok mutlu etti, kitap hazırlığı aşamasında masa başında ve yalnız geçirdiğimiz zamanların sonucunda çoğaldığımızı hissettik. Fuarda en çok ilgi gören kitaplarımız Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, Eğrisi Doğrusu, Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın ve Ne Nedir oldu; Joshua Ferris, Rivka Galchen, Woody Allen, Jonathan Safran Foer, Dave Eggers gibi yazarlara ilgi büyüktü. Şimdi fuarın tüm yorgunluğuna rağmen yenilenmiş bir biçimde ve farklı bir vizyonla döndük masalarımızın başlarına ve artık yalnız olmadığımızı bilerek yeni kitaplar hazırlamayı sürdürüyoruz. Bu yıl bitmeden Joshua Ferris, Shirley Jackson, David Foster Wallace ve Jack Kerouac'tan gelecek şahane romanları şimdiden beklemeye başlayın!

8 Kasım 2010 Pazartesi

Teşekkürler...


Tüyap Kitap Fuarı'na gelerek ya da bizi uzaktan takip ederek destekleyen tüm okurlara teşekkür ederiz. Fuara ilk defa katıldık ve kitaplarımızın okurlarıyla yüz yüze gelme şansı bulduk, şimdi çalışmaya ve yeni kitaplar hazırlamaya devam...


Siz de bizi izlemeye devam edin!

Boks eldivenleri

Chicago’ya ilk kez yirmili yıllarda geldim, bir dövüş seyretmeye. Ernest Hemingway benimleydi ve ikimiz de Jack Dempsey’nin hazırlık kampında kaldık. Hemingway dövüşlerle ilgili yazdığı iki kısa öyküyü yeni bitirmişti. Gertrude Stein ve ben öyküleri fena bulmasak da üzerlerinde daha çok uğraşılması gerektiğine hemfikirdik. Yeni çıkacak romanıyla ilgili Hemingway’le dalga geçtim; çok güldük, eğlendik, sonra boks eldivenlerimizi giydik ve o, benim burnumu kırdı.

(...) Hatırlıyorum, bir gün öğleden sonra Fransa’nın güneyinde bir gay barda oturuyorduk, ayaklarımızı rahat bir biçimde Fransa’nın kuzeyindeki taburelere uzatmıştık ve Gertrude Stein “Bulantım var,” demişti. Picasso bunun çok komik olduğunu düşündü ve Matisse ve ben bunu Afrika’ya gitmek için bir işaret olarak algıladık. Yedi hafta sonra Kenya’da Hemingway’le karşılaştık. Bronzlaşmış ve sakal bırakmıştı, göz ve ağızlarla ilgili o bildik, sıkıcı düz yazı tarzını oluşturmaya başlamıştı bile. Burada, bu keşfedilmemiş ve karanlık kıtada, Hemingway dudak çatlamasına defalarca büyük cesaretle göğüs germişti.

“N’aber Ernest?” diye sordum. Ölüm ve macera hakkında dokunaklı konuşmalara girdi, yapabileceği tek şey de buydu zaten, uyandığımda kamp kurmuş ve kocaman bir ateşin yanına çökmüş bize atıştırmalık sosisler hazırlıyordu. Yeni sakallarıyla ilgili şakalar yaptım ona, güldük, eğlendik biraz konyak attık, sonra boks eldivenlerimizi giydik ve o, benim burnumu kırdı.


(Eğrisi Doğrusu, Woody Allen. Çeviren: Garo Kargıcı.)

5 Kasım 2010 Cuma

Yaşanacak bir yer

Tüyap'ta son 2 gün! Uzak, muzak demeyin, fuara kitap havası solumaya gelin. Salon 2'de 207 A'dayız, herkesi bekliyoruz.

Yazar, bir ev kurar metninde. Kağıtları, kitapları, kalemleri ve evrakları bir odadan ötekine taşıyıp dururken yol açtığı kargaşanın aynısını düşüncelerinde de yaratır. Kah memnun kah huzursuz, içine gömüldüğü eşyalardır bu düşünceler. Onları şefkatle okşar, kullanır, eskitir, karıştırır, yerlerini değiştirir, tahrip eder. Artık bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak bir yer olur yazı.

(Minima Moralia, Theodor Adorno. Çevirenler: Orhan Koçak, Ahmet Doğukan. Metis, 2005.)

Resimde pek sevdiğimiz Patti Smith, bir tür kitap çılgınlığı gerçekleştiriyor. Kitabınız bol olsun.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Kolay hayat

Tüyap Kitap Fuarı devam ediyor. Salon 2, 207 A'dayız, herkesi bekliyoruz!

“Mark! Mark! Kapıyı aç! Orda olduğunu biliyorum oğlum! Orda olduğunu biliyorum!”
Annem. Epey oldu annemi görmeyeli. Kapıdan birkaç adım uzaktayım, bu kapının arkasında dar bir koridor, koridorun sonunda da bir başka kapı var. O kapının arkasında da annem.

“Mark! Lütfen oğlum, lütfen! Aç kapıyı annene! Aç kapıyı!”
Annem ağlıyor galiba. “Ka-ha-pı-yı” dedi sanki, hıçkırarak. Seviyorum annemi, çok seviyorum; ama tanımlayamayacağım, ona bunu söylememi zor, hatta nerdeyse imkânsız kılan bir biçimde. Ama yine de çok seviyorum onu. O kadar çok seviyorum ki benim gibi bir oğlu olmasın istiyorum. Benim yerime başka bir oğul bulabilsem ona keşke. Böyle bir dileğim var, çünkü değişimin benim için bir seçenek olduğunu sanmıyorum.
Kapıya gidemem. Mümkün değil. Onun yerine bir iğne daha çakmaya karar veriyorum. Acı merkezlerim zamanın geldiğini söylüyor.

Ne kadar çabuk.

Tanrım, hayat kolaylaşmıyor.

(Trainspotting, Irvine Welsh. Çeviren: Avi Pardo.)

1 Kasım 2010 Pazartesi

Balta

Tüyap Kitap Fuarı başladı! Sadece kitaplarımızla, Salon 2'de 207A'dayız, herkesi bekliyoruz.

…Yatak odası herhalde, dediğim bir diğer odaya girmiştim. Hayatımda gördüğüm en harika yatak buradaydı. Üç parçaydı çünkü. Bacakları köklerden, çıtaları kütüklerdendi ve dallardan örülü bir tavanı vardı. Ayrıca üzerine, bozuk paralar, rozetler ve üzerinde ROOSEVELT yazan bir düğme gibi binbir çeşit büyüleyici metal şey yapıştırılmıştı.

Bay Black arkamdan “Parktaki ağaçlardan biriydi!” diye bağırarak beni durduğum yerde zıplatmıştı. Ellerim titremeye başlamıştı. “Etrafta dolandığım için kızdınız mı?” demiştim ama beni duymamıştı anlaşılan, çünkü konuşmaya devam etmişti: “Göletin yanındaydı. Dallarından birine takılıp düşmüştü! Ona kur yaptığım zamanlardaydı! Düşmüş ve elini kesmişti! Küçük bir kesikti ama asla unutmadım! Çok, çok önceydi!” “Ama yaşamınızda dün gibi sanki, değil mi?” “Dün! Bugün! Beş dakika önce! Şimdi!” Gözlerini yere dikmişti. “Hep muhabirliğe biraz ara vermem için yakarırdı! Evde istiyordu beni!” Kafasını sallamıştı. “Ama benim de istediğim şeyler vardı!” Tekrar yere bakmış, ardından gözlerini bana çevirmişti. “Ne yaptınız peki?” “Evliliğimizin büyük kısmında ona önemsizmiş gibi davrandım! Sadece savaşlar bittiğinde eve döndüm ve onu her seferinde aylarca yalnız bıraktım! Habire savaş çıkıyordu!” “Uygar dünyanın son 3500 yılında sadece 230 yıl savaşılmadığını biliyor muydunuz?” “Hangi 230 yıldı, söyle inanayım!” “Hangi yıllardı bilmiyorum ama bu doğru, onu biliyorum.” “Peki, bahsettiğin uygar dünya neresi?”

Neden savaş muhabirliğini bıraktığını sormuştum. “Bir kişiyle bir yerde kalmak istediğimin farkına vardım!” “Yani tümüyle eve mi döndünüz?” “Onu savaşa tercih ettim! Ve geri döndüğümde, daha eve bile gitmeden yaptığım ilk iş parka gidip o ağacı kesmekti! Gece yarısıydı! Birileri beni engellemeye çalışır sandım ama kimse engellemedi! Parçaları eve getirdim! O ağaçtan bu yatağı yaptım! Beraber son yıllarımızı bu yatakta geçirdik! Keşke kendimi çok daha önce anlayabilseymişim!” “Son savaşınız hangisiydi?” “Son savaşım bu ağacı kesmekti!” Kimin kazandığını sormuştum, bence iyi bir soruydu çünkü bu sayede kazandığını söyleyebilecekti ve gurur duyacaktı. “Balta kazandı!” demişti.

“Hep öyle olur!"

(Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, Jonathan Safran Foer. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

30 Ekim 2010 Cumartesi

Etgar Keret İstanbul'da, şimdi!

Etgar Keret İstanbul'da!

Nimrod Çıldırışları, Gazze Blues ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nün parlak yazarı, İTEF İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali kapsamında bir dizi etkinliğe katılacak. 31 Ekim Pazar günü KargART, yazarı bir değil tam 3 etkinlik dahilinde ağırlayacak.

KargART'ta 31 ekim günü Etgar Keret'in Kneller'in Mutlu Kampı isimli üyküsünden uyarlanan Bilekkesenler (Wristcutters) filmi gösterilecek. Aynı akşam Etgar Keret, yazar Hakan Günday ve Georgi Gospodinov ile beraber burada bir söyleşi gerçekleştirecek. Gece, İTEF davetlisi diğer yazarların da katılacağı bir parti ile son bulacak. Siz de gelin!

15:00 KargART Bilekkesenler (Wristcutters) film gösterimi

19:00 Etgar Keret, Hakan Günday, Georgi Gospodinov söyleşi

21:00 "Edebi" Parti

29 Ekim 2010 Cuma

Domates suyu

Yarından itibaren Tüyap'ta, salon 2 - 207 A'dayız, tüm okurları bekliyoruz!

New York’tan ülkeme son uçuşumda hosteslerden biri bana âşık oldu. Aklınızdan geçeni biliyorum – hava attığımı ya da yalancının teki olduğumu düşünüyorsunuz. Kendimi dayanılmaz bir erkek sandığımı ya da en azından öyle olduğumu düşünmenizi
istediğimi. Ama doğru değil. Kız gerçekten abayı yaktı bana. Uçak havalandıktan hemen sonra başladı, içki servisi sırasında. Bir şey içmek istemediğimi söylediğimde ısrarla domates suyu ikram etti. Doğrusunu söylemek gerekirse, ondan önce de kuşkulanmaya başlamıştım; acil durumda alınacak önlemleri gösterirken gözlerini benden hiç ayırmamıştı, her şeyi sadece benim için anlatıyordu sanki.

Bu da yetmezmiş gibi yemekten sonra bana fazladan bir sandviç ekmeği getirdi, yemeği yeni bitirmiştim. “Son bir tane kaldı, başka yok,” dedi sandviç ekmeğine aç gözlerle bakan yanımdaki küçük kıza, “ve beyefendi senden önce istedi.” Ama istememiştim. Uzun lafın kısası hostes vurulmuştu bana. Yanımda oturan küçük kız bile farkına varmıştı. “Sana kesik bu,” dedi annesi ya da her nesiyse tuvalete gittiğinde.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Tabulara karşı


Öykülerinde dikkat çeken ahlâkdışı yaklaşımı ve tabu konulara geleneklere aykırı bakış açısı yüzünden pek çok eleştiri almış Keret geçmişte. “Rabin Öldü” adlı öyküsünde Rabin adlı bir kedi bir motosikletin altında kalıp ezilir. Aynı ölçüde aykırı bir başka öyküsü “Sürpriz Yumurta” adını taşıyor. Bir kadın intihar saldırısı sonucunda ölür. Patolog Abu-Kabir’deki adli tıp merkezinde cesede otopsi uyguladığında kadının beyninde onlarca kanser tümörü bulunduğunu keşfeder. Patolog kadının kocasına karısının birkaç ay içinde ölmesinin zaten kaçınılmaz olduğunu söyleyip söylememe ikilemiyle karşı karşıyadır. Olayların gelişimi gücendirici olmamakla birlikte Keret öyküye mizah katmayı başarmış, bu da tutucu çevreler tarafından kâfirlikle suçlanmasına neden olmuş.
Şöyle yazıyor Keret: “Herkes bu saldırılarda ölüm nedenini kuşkuya yer bırakmayacak biçimde biliyor, insan bedeni içinde ne bulacağını bilmediğin bir sürpriz yumurta değil ki –bir yelkenli, ya da bir yarış arabası veya plastik bir koala. Ne zaman ameliyat etseler aynı şeyleri buluyorlar –küçük metal parçaları, çivi ve şarapnel..."
Ve şöyle diyor: “13 yıl boyunca her yıl Yediot Aharonot gazetesine festival öncesinde basılmak üzere bir öykü yolladım. Bu öyküyü yolladığımda beni telefonla aradılar. “Etgar, öykülerini çok sevdiğimizi biliyorsun, ama bunu yayınlayabileceğimizi sanmıyoruz.” Onlara öyküyü saygısızca bulup bulmadıklarını sorduğumda aldığım yanıt: “Hayır, ama ıstırap hakkında yazmanın alışılagelmiş bir yolu vardır, oysa bu öykü... farklı.”
Sonunda gazete öyküyü yayınlamış, ama İbranice olarak başka hiçbir yerde bir daha yayınlanmamış.
Keret’i çileden çıkaran da bu tavır zaten; insanların, özellikle de siyasetçilerin, yitim, elem ve İsrail belleği hakkında sadece kendi bildikleri gibi konuşulması gerektiğini düşünmeleri.

(Atira Winchester - Söyleşi; Çeviri: Avi Pardo.)

25 Ekim 2010 Pazartesi

Orada neler oluyor?

Etgar Keret'in Avi Pardo tarafından Türkçeleştirilen kitabı Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, tüm kitapçılarda! 31 Ekim Pazar günü saat 15.00'da KargART'ta gösterilecek olan ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nde yer alan "Kneller'in Mutlu Kampı" adlı öyküden uyarlanan film, Keret'in dünyasının hakkını veriyor diyelim ve daha fazla ipucu vermeyelim, film gösterimi ücretsiz, herkesi bekliyoruz. Keret, aynı yerde akşam saat 19.00'da Hakan Günday ve Bulgar yazar Georgi Gospodinov'la -yine İTEF kapsamında- bir söyleşi gerçekleştirecek, ardından gece Karga'da yine katılımı ücretsiz olan bir parti ile devam edecek. Pazar gününü kitap, dergi ve gazete eşliğinde miskinlikle geçirmeyi tercih edenlerden olsanız dahi, bu etkinliklerden en azından birine katılmanızı ve pazarınıza farklı bir pencere açmanızı şiddetle öneririz. İyi haftalar dilerken yazıyı Etgar Keret'in The Believer söyleşisinden yazıya dair bir alıntıyla bitirelim.

22 Ekim 2010 Cuma

Tanrı olmak...

Günler, tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali geçip gidedursun, ekim ayını da devirmiş bulunmaktayız neredeyse. Bizler gün sonu özetlerine, hafta sonlarında ve ay sonlarında yaptıklarımızı özetleyip yapacaklarımızı listelemeye fazlasıyla alışkınız, öyle ki geçen zaman gerçekliğini yitirip kum saatinden akan taneciklerden pek de farkı olmayan biçimde işliyor algımıza. Algılanan zamandan reel zamana geçip takvimimize baktığımda görüyorum ki duyurulacak haberler epey artmış, o zaman vakit kaybetmeyelim.

Harıl harıl sizler için yeni kitaplar seçerek çalıştığımız yazın ardından sonbahara Dave Eggers'dan Ne Nedir ile merhaba dedik ve kitabın açtığı pencerelerden epey bahsettik burada. Yaratılış mitleri konusunu daha fazla irdelemeyeceğimi söylemiştim ancak kütüphanemize göz gezdirirken rastladığım bir kitabı burada bu konuya ilgi duyanlara hemen önermek isterim: Su Mitosları - Deniz Gezgin. Sel'in Hayvan Mitosları ve Bitki Mitosları'nın ardından bastığı kitap konuya ilgi duyanlar için şahane bir giriş olanağı sağlıyor.

Ne Nedir demişken, bu hafta Dave Eggers ve McSweeney's tayfasından bir koli dolusu dergi ve kitap, ayrıca elle yazılmış bir teşekkür kartı geldi kapımıza. Resmi yazışmalara alışkın olan bizleri epey de sevindirdi; McSweeney's'in genç yeteneklerinden John Brandon'ın henüz ismi Türkçeleştirilmemiş olan romanı Citrus County şu anda çeviride, sanıyorum 2011'in ilk aylarında karşınızda olacak. Bir kayboluş öyküsünü konu alan romanın soluk soluğa okunduğunu söylemek gerek.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Farklı okumalar

Geçtiğimiz ay burada Dave Eggers'dan ve Ne Nedir'den, daha çok da Ne Nedir üzerinden açtığımız pencereler dolayısıyla yaratılış mitlerinden epey bahsettik. Yaratılış mitleri sardırdınız mı kolay kolay yakanızı bırakmayacak cinsten enteresan bir mevzu ancak burada daha fazla irdeleme niyetinde değilim. İnsanın nasıl kendi kişisel geçmişini göz önüne alarak 'kurguladığı' bir hayat anlatısı varsa, kolektif bazda toplumların da böyle kurgulara ihtiyaç duymaları ve bunların kültürlerin işleyişine dair vaat ettikleri ipuçları inanılmaz derecede zihin açıcı, onu söyleyelim. Bu ayki Milliyet Sanat'ta -kaçırdıysanız eğer- Yeliz Kızılarslan'ın kaleminden şahane bir Ne Nedir çözümlemesi yer alıyor. Edward Said'in 'mülteci' ve 'sürgün' tanımlamalarından yola çıkan Kızılarslan, modern dünyada göçebelik psikolojisi üzerinden Ne Nedir'i taptaze bir yaklaşımla ele almış. Vatan Kitap'ta Hamdi Koç imzasıyla yayımlanan inceleme ise romanı, yazarı ile bir arada ele alıyor ki bir tek kitabın bu denli farklı okumaları tetikleyebilmesi ve bu kadar çok pencere açabilmesi oldukça sevindirici. Gerçeklerin kurgusal düzenlemesiyle oluşturulan bir 'roman'ın akılda film karelerini aratmayacak resimler bırakması ise, sanıyorum yazarın maharetiyle birebir alakalı bir durum. Aşağıdaki pasajı ilk okuduğumdan beri aklımdan çıkmayan bir şey örneğin, o da benden olsun, 'bir aslanın karanlık ter kokusu...'

18 Ekim 2010 Pazartesi

Şansın rolü

Hep çok şanslı olduğumu düşünmüşümdür. İnsanlarda şansın hayattaki rolünü küçümseme eğilimi olduğunu düşünüyorum ve bunu kontrolden yoksun olduklarını inkar etmek için yapıyorlar. Ben böyle değilim. Çok sanslıydım ben. İnsanları eğlendirmeye yönelik bir yatkınlığım olmasaydı başka şeyler yapmak için uğraşırdım, ne yapardım bilmiyorum. Elimden gelenin en iyisini yapardım sanırım. Garip bir rastlantı sonucu insanları güldürebilen biri olmayı becerdim. Pek çok imtiyazla dolu bir hayat sürdüm ve bunun tek sorumlusu şanstı. Kabul ediyorum bunu. Şansımı bütünüyle doğrulayacak şeyler yapmamış olabilirim, daha iyisini yapabilmeyi isterdim.

15 Ekim 2010 Cuma

Hayal fabrikası

Geçtiğimiz hafta yayıncılık sektörünün en geniş kapsamlı organizasyonu Frankfurt Kitap Fuarı vuku buldu, Türkiye gündeminin kaynayan kazanı içinde atlamış olabilirsiniz. 300,000'e yakın ziyaretçi sayısıyla beş gün süren fuar boyunca yayıncılar, yazarlar, yazar ajansları ve sektörün farklı dallarında faaliyet gösteren insanlar şehre akın edip, yarım saatlik görüşmeler ve türlü farklı organizasyon dahilinde dünyada yayıncılık alanında neler olup bittiğine dair fikir edinme fırsatı buldular. Şehrinize tüm dünyadan yüzbinlerce insanın geldiğini ve bir yerlere kapanıp kitaplardan konuştuklarını düşünün bir! Jonathan Safran Foer, Her Şey Aydınlandı'da uzaydan bakan birinin sevişen çiftlerin kıvılcıma benzer parlamalarını seçebileceğini anlatır (kurgunun şiirseliği) ya; kitap okuyan, kitap üzerinden dünyaya bakan ya da işi gücü kitap olan yüzbinlerce insanın bir yerlerde toplanması da benzer bir etkiye sahip olabilir mi diye düşünmeden edemiyor insan... Bir salon dolusu kalabalığa bakıp herkesin birbirlerine kitaplardan bahsettiğini görmek, surreal denebilecek bir etki bırakıyor.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Hayatın çevirisi

İskelelere doğru seğirten kıçtan takma motorların gürültüsü, yükleri indiren adamların sesleri, soda, bira makarna ve domates konservesi taşıyan kamyonların köprülerde çıkardığı iniltilerle hayata dönüyor şehir. Her tarafından Venedik akan bu fotoğrafı, aşkı düşünerek çektim.
Bana aşık olsaydın, bu an farklı görünmezdi. Bana aşık olmasaydın da farklı görünmezdi; ama ben bu sahneyi, bana aşık olup olmaman üzerinden okudum, sanki aşk, hayatın çevirisiymiş gibi.

Belki de öyledir. Yoksa nasıl okuyacağız? Nasıl yazacağız? Gördüğümüz şeyi okur, ardından baştan yazarız; belki de, başka türlü yapmak yerine, buluşlarımızı üstlenmek daha iyidir.

Bak burada Aschenbach, Tadzio'nun peşinde; hiç ifade edemediği şeyi hayatında ilk kez hissediyor. Bak, burada bir kadın suyun üstünde yürüyor.

Hiç değilse bu, aşık olmaktan daha kolay.


(Jeanette Winterson, ÜÇ HARFLİ KELİME: AŞK. Çeviren: Sıla Okur.)

11 Ekim 2010 Pazartesi

Gerçek yazar

Bilinmeyen adlı romanı ay sonunda huzurlarınızda olacak Joshua Ferris, New Yorker'ın geleceğe yön verecek edebiyatçılar arasına aldığı bir isim; bu blogda da bundan epey bahsettik sanıyorum. New Yorker listesine girmesinden bir buçuk yıl kadar evvel, Ve İşimiz Bitti'yi yayımlamış ve Ferris'in Hürriyet gazetesinin Keyif ekinde yer alan bir söyleşi vermesini sağlamıştık. İşte, o söyleşiden alıntıladığımız ve geleceğe yön vereceği söylenen bu genç yazarın yazıya dair düşünceleri:


S: Yazar olmak için çok çabaladınız mı?

C:... Biraz önce kendimden bahsederken “gerçek” yazar dedim… Ne demekse… Her ne kadar yazarlıktan yazarlığa fark olsa da, bir veya birden fazla yayını olan biri hiç basılmamış kitaplar yazan bir diğerinden daha “gerçek” bir yazar sayılmamalı bence. Yazdığınız sürece “gerçek” bir yazarsınız, bu kadar basit.

Yazar olmak için gereken de bu: Okumak ve yazmak. Disiplin. İrade. Arzu. Yoğun bir düşünce süreci. Usanmadan araştırma. Bol sabır. Ve tonlarca uğraş.


S: Bu kitabın (Ve İşimiz Bitti) bu kadar çok ilgi görmesi sizi çok mu şaşırttı?

C: Şaşırdım, evet. Ama daha yazmadığım pek çok kitabım var. Haliyle eleştirmenlerin karşısına çıkmadılar. Beğenilecekler mi, başarısız mı olacaklar henüz belli değil. Bu kitabın başarısının onlar üzerinde bir etkisi olmayacak. Yine de sabah uyanıyorum ve yazının başına oturuyorum. “Gerçek” bir yazarın yapacağı bu çünkü… Beğenilse de beğenilmese de.

8 Ekim 2010 Cuma

Limon suyu



Hürriyet gazetesinden 23 Eylül tarihli bir haber; başlığı "Her Şey Tamamdı, Gürültü Hariç." Haber, Arnavutluk'ta birkaç soyguncudan bahsediyor; bir banka soymak için oranın üst katını kiralayıp kazmaya başlıyorlar ve sonunda fazla gürültü kopardıkları için yakalanıyorlar. Bu tarz haberlerde sık rastlanmayan bir şekilde muhabir Woody Allen'a gönderme yapmış ve hadisenin tıpkı Küçük Sahtekarlıklar (Small Time Crooks) filmini anımsattığını belirtmiş. Filmi bilen bilir sanıyorum, gerçi sinema tarihi beceriksiz soyguncu temalı soygun filmleri yönünden epey de zengin. New York Times kaynaklı bir başka akıllara durgunluk verici haberi ve makaleyi anımsamadan edemiyorum; Andre Breton'dan "Varoluş başka yerde" alıntısıyla başlayan makale, Pittsburgh'de gündüz vakti birkaç bankaya elini kolunu sallayarak giren ve kasayı kaldıran hırsız McArthur Wheeler hakkında. Wheeler, yüzünü gizlemeye yönelik bir çaba göstermediğinden soygunların hemen sonrasında kolaylıkla saptanmış ve tutuklanmış; ama işin tuhafı, onu almaya gelen polisler karşısında büyük bir şaşkınlık geçirmiş ve şöyle demiş: "Ama limon suyu sürmüştüm!"

6 Ekim 2010 Çarşamba

Modern bir intihar yöntemi


Joshua Ferris'in yeni romanı Bilinmeyen, ay sonunda raflarda olacak. Ferris, blogda sık sık bahsettiğimiz bir yazar; ilk romanı Ve İşimiz Bitti ile yakaladığı kendine ait bir okur kitlesi de mevcut. Bilinmeyen, ton olarak Ve İşimiz Bitti'nin keskin mizahından epey uzak; ancak Ferris'in her iki kitapta da -bambaşka biçimlerde- günümüz insanının çıkmazlarını, özellikle çalışma hayatı üzerinden irdelediğini söyleyebiliriz. Ve İşimiz Bitti, kolektif anlatılan bir öyküydü; Bilinmeyen ise tek bir karakterin yaşamına odaklanıyor - avukatlık yapan ve günün birinde tanısı konulamayan bir 'şey' yüzünden hayatı ve hayatla ilişkisi yeniden tanımlanmak zorunda kalan bir adamdan... Gerisi, hikayenin kendisinde gizli, şimdilik bu kadar ipucu yeterli sanıyorum. Yukarıdaki görsel Nathan Sawaya'ya ait; Sawaya, tıpkı Ferris'in Bilinmeyen'de yarattığı ana karakter gibi avukatlık yaparken işinden ayrılmış ve sonrasında legolarla yaptığı çalışmalarla büyük ün kazanmış bir figür.

Ve İşimiz Bitti'nin girişi için çevrimeni Duygu Günkut bir önsöz yazmıştı; onu burada paylaşalım ve Bilinmeyen'i bekleyin, diyelim:

"Ey gökleri delercesine yükseklere uzanan plazaların döner kapılarından girip çıkan isimsiz kahraman! Bu kitabı gülerek oku, e mi? Bu hayat başka türlü çekilmez. Hem işini bırakıp bir deniz kıyısına da yerleşemiyorsun madem… Ayrıca gönderdiğin e-postalara biraz özen göster. Dikkatsizliğin işten atılmana bile yol açabilir!

Ben bu yazarı çok sevdim!

4 Ekim 2010 Pazartesi

Hayatın gerçekleri

Kitap, kendisiyle girilecek ilişki tayin edilmiş bir obje; kitabı, haliyle, elimize alıp okuyoruz.(Anlamlı bir şekilde aktarılmış olduğu söylenen ilk Hititçe cümledeki gibi doğrudan: "Ekmeği yiyeceksiniz, suyu içeceksiniz.") Ama bu, sanatın kitabı türlü yaratıcı biçimde gündelik hayata sızdırmasına engel değil elbette. Daha önce burada Dieter Roth'un edebiyat sosisinden, Matej Kren'in kitaplarla yarattığı evrenlerden ve elbette ki Borges'ten söz etmiştik. Roberto Bolano, müthiş romanı 2666'da kitaplarla insanlar arasındaki ilişkiye dair Marcel Duchamp'tan esinlenilmiş bir mizansen çiziyor ki, hayali bile heyecan verici. Şöyle ki; Marcel Duchamp, yeni evlenmiş olan ve Paris'te yaşayan kız kardeşine düğün hediyesi olarak bir geometri kitabı satın almasını ve kitabı balkonlarında bir çamaşır ipine asmasını söylüyor. "Rüzgâr böylelikle kitabı kendi karıştırsın, beğeneceği problemleri seçsin, sayfaları çevirip yırtsın diye." 2666'da olan bitenleri anlatma niyetinde değilim; ancak hadisenin mandallar, çamaşır ipi ve bir geometri kitabını içerdiğini söyleyeyim. Duchamp'ın düğün hediyesi, 1919 yılında kız kardeşi Suzanne tarafından uygulanmış ve kitabın yok olmadan evvel "hayatın gerçekleriyle" tanışması sağlanmış. Kağıt üzerindeki harflerin kasıtlı beraberliğinde, organik bir varlık söz konusu - çamaşır ipine asılan kitapla rüzgârın ilişkisi, rüzgârın orada asılı bulunabilecek çarşafla ilişkisinden tamamen farklı.

Bunlardan bahsetmişken söyleyelim; kapak tasarımlarımızın müsebbibi Nazlım Dumlu, Tophane-i Amire'deki Liselim sergisinde işlerini sergiliyor, 9 Ekim'e değin sürecek sergiyi şiddetle tavsiye ederiz.

Yazının görseli Alycia Martin'in kitap temalı yerleştirmelerinden; kitabınız bol olsun.

1 Ekim 2010 Cuma

Bilinmeyen

Ekim ayı kitaplarının son hazırlıkları tüm hızıyla sürerken hatırlatalım, önce Woody Allen'ın Eğrisi Doğrusu ardından Etgar Keret'in Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü ve Joshua Ferris'in Bilinmeyen'i raflara düşecek. Ferris, bu blogda zaman zaman bahsettiğimiz, genç ve parlak bir yazar; New Yorker onu geleceğe yön verecek yazarlar arasında sayıyor, ilk kitabı Ve İşimiz Bitti ise yayımlandığı yıl pek çok ödüle aday gösterilmekle beraber The New York Times'ın Yılın En İyi Romanları sıralamasında ilk beşte yer almıştı - ki bu, ilk romanını yayımlamış bir yazar için ayrıca önemli. Yeni kuşağın en özgün ve yetenekli kalemlerinden biri sayılan Ferris'in yeni romanı Bilinmeyen, yazarın olgunlaştığının ve çağdaş edebiyatın ağır topları arasına şimdiden kurulmaya niyetlendiğinin göstergesi. Ferris, ilk romanı Ve İşimiz Bitti'yi bir ara çekmeceye tıkıp yakmayı düşündüğünü belirtmiş ve şunları söylemiş:

"Ne yazmak istediğimi biliyordum ama doğru sesi bulamamıştım. Sonra bir gece ilk iki cümle aklıma düşüverdi. Kalktım ve yazmaya koyuldum. Sesi kafamda duyabilmek muhteşem bir duyguydu ama korkutucuydu da, hepsini sayfalara dökemeden bir arabanın altında kalıp öleceğimden emindim. Öyle ki o ara yürüyüşe çıkmayı ve markete gitmeyi bile bıraktım ve eve sürekli dışarıdan yemek söyler oldum - beni öldürme olasılıkları bir arabanınkinden daha yüksek olan yemekler. (...) İşimi seviyorum ben. Yazmaya bir gün ara versem huzursuzluğa gark oluyorum."

Bilinmeyen'de Ferris, tanısı konulamayan bir hastalığın pençesinde hayatı giderek tuhaflaşan bir adamın öyküsünü anlatırken yine bizlerin hayatlarına ve hayata dair hiç sorgulamadan kabullendiğimiz pek çok şeye yöneltiyor oklarını. Ve İşimiz Bitti'deki ironinin yerini, bu kez derin bir hüzün kaplıyor. Varoluşun sefaleti mi desem, günümüz insanının çıkmazları mı bilemiyorum. Kafa yormaya değer.

Resimde efsane sanatçı Jackson Pollock büyük bir ciddiyetle resmi üzerinde çalışıyor. Günler, haftalar, aylar geçiyor ve insanın işi çalıştıkça -beklenenin aksine- çoğalıyor. Bilinmeyenlere inat, kendimizi bilerek yaşayabilmemiz dileklerimizle...

29 Eylül 2010 Çarşamba

Çocukluğun yoksunluğu


Bana garip gelen pek az şey kaldı artık.

Koltuğa bakıyor ve Tabitha’yı düşünüyorum. Üstünden fazla geçmedi; bacakları benimkilerin üstünde, koltukta oturmuştuk. Öyle dolanmıştık ki birbirimize, kıpırdar, kalkar korkusuyla nefes alamaya bile çekinmiştim. İçimde şaşırtıcı ve beni yutacağa benzer bir sıcaklıkla özlüyorum onu. Daha yeni hafta sonunu geçirmek için benimle buradaydı ve evden neredeyse hiç çıkmadık; yaptığımız yetiştirilişimize taban tabana zıt ve pek ahlâksızcaydı. O da Amerika’ya, Seattle’a Kakuma’daki mülteci kampından gelmişti ve işte, aynı kampta büyümüş biz iki çocuk, yıllar sonra bu odada, bu koltukta, Amerika’daydık ve nereden nereye geldik ve gelecekte ne var diye kafa patlatıyorduk. Baş ve işaretparmaklarını pazımın etrafında birleştirebildiğini gösterirken sıskacık kollarımda kıkırdamıştı. Ama yapabileceği veya söyleyebileceği hiçbir şey ne alınmama yol açardı ne de sevmekten vazgeçmeme… Atlanta’ya beni ziyarete gelmişti ve gelmesi, önemli ne varsa hepsini söylemeye yeterliydi. Üzerinde önceki gün DeKalb Alışveriş Merkezi’nden onun için aldığım pek dar pembe tişört, koltuğumdaydı. Ünleminin noktası rolündeki yıldızı ve soldan sağa salınan pırıltılı gümüş harfleriyle, 'Alışveriş Benim Tedavim!' yazıyordu tişörtün üzerinde. O tişört üstündeyken yanına oturmak sarhoş ediciydi; Tabitha’yı sevişimde nihayet erkek olmuşum gibi kendimi yetişkin hissettiren bir şey vardı.

Onunlayken çocukluğumdan, çocukluğumun yoksunluğundan ve felaketlerinden kaçabileceğimi hissediyordum.

(Ne Nedir, Dave Eggers. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

27 Eylül 2010 Pazartesi

Düşleyerek yaratmak

Bir süredir bu sayfalarda bahsettiğimiz Ne Nedir'in bol ödüllü yazarı Dave Eggers, geçtiğimiz hafta ödüllerine bir yenisini ekledi ve bu kez Dayton Edebiyat Barış Ödülü'ne layık görüldü. Eggers'ın adını gelecekte de sık sık duyacağız, orası kesin.

Ne Nedir'in çıkış noktası olan Dinka yaratılış mitinden burada bahsetmiş, Dinka inanışına göre tanrının önce erkek ve kadını yarattığını, ardından ise yaşamlarını refah ve kestirilebilir bir düzen içinde geçirmeleri için onlara sığırı sunduğunu söylemiştik. Dinka tanrısı pek çok diğer tanrının da yaptığı söylendiği üzere ilk insanları bir sınava tabi tutmuş ve onlara sığırı seçmezlerse 'Ne'yi seçebileceklerini, ancak 'Ne'nin ne olduğunu söyleyemeyeceğini belirtmiş inanışa göre. (Burada kitapların açtıkları bazı pencerelerden dünyaya bakıyoruz, çabamız bu; Ne Nedir'in ismi bu hikayeden türese de konusu değil irdelediğimiz, onu belirtelim.) Yaratılış mitleri toplumların dünya algılarına dair pek çok unsura ışık tuttukları gibi, varyasyonları arasındaki farklara rağmen insanın evrensel boyutta bir yaşamı anlamlandırma çabası güttüğünü göstermeleri açısından da dikkate değer aslında. Ve hayat giderek bölünür, anlamlı bir bütün olmaktan çıkıp bağımsız fragmanlara dönüşürken; algının bu denli fazla bilgiyle sınanmadığı zamanlarda insan zihninin yaratıcılığına dair kafa yormak açısından idealler. İşte, Venezuela'nın Makiritare yerlilerinin yaratılış miti - böylelikle pek sevdiğimiz yaratılış mitleri temalı yazılarımızı da yeni bir pencere açana değin sonlandırıyoruz:

"Kadın ve adam, Tanrı'nın onları düşlediğini düşledi. Tanrı onları düşlerken şarkı söylüyor ve marakasıyla ritim tutuyordu; tütününün dumanı içine gömülmüştü, hem mutluydu hem de kuşku içindeydi. Tanrı'nın yiyecek düşlediği zaman toprağın verimli olduğunu ve yiyecek olacağını biliyorlardı. Tanrı yaşam düşlerse doğacağını ve doğurtacağını biliyorlardı. Kadın ve adam Tanrı'nın düşünde büyük, parlak bir yumurta belirdiğini düşlediler. Yumurtanın içinde dans edip şarkı söylediklerini, doğma arzusuyla yanıp tutuştuklarını gördüler. Tanrı'nın düşünde mutlu olduğunu ve mutluluğunun duyduğu kuşkuya ağır bastığını hayal ettiler. Düşünde onları gören Tanrı, onları yine düşleyerek yarattı ve şarkısıyla şunları söyledi: "Ben bu yumurtayı kırarken kadınla erkek doğacaklar. Beraber yaşayıp ölecekler. Sonra yeniden doğacaklar. Doğacaklar ve ölecekler ve yine doğacaklar. Hep yeniden doğmayı sürdürecekler çünkü ölüm bir yalan."

Serbest çağrışımlara meyilli olmamız dolayısıyla bu yazıyı Küçük İskender'in dizeleriyle noktalayalım öyleyse ve düş görmeye, düşlerle yaratmaya devam diyelim: "İnan bana gülüm, ölüm yok bir tek! Ölüm yok bize!/ Ölüm inananlar için sessizce/ Kara kaplı kitaplardan çıkartılacak..."

Güzel bir hafta geçirmeniz dilekleriyle...

24 Eylül 2010 Cuma

Tek pişmanlık

Yoğun geçen bir haftanın sonunda, ekim ayı kitaplarının hazırlıkları sürerken, sizlerle paylaşacağımız birkaç güzel haberimiz var. Haftaya iki sevindirici haberle başladık. Newsweek Türkiye dergisi 'Türkiye'de Umut Veren Yüz Şey' listesine Siren'i dahil etmiş; aynı gün Dave Eggers'ın bu sayfalarda bir süredir bahsettiğimiz kitabı Ne Nedir, idefix'te gördüğü ilgi dolayısıyla bir numaraya kadar yükseldi. Eggers, ülkemizde yeni yeni tanınsa da üretken ve sıradışı bir figür; Ne Nedir'in çıktığı ilk günden bu yana gördüğü büyük ilgi bizleri çok sevindirdi. Önümüzdeki haftalarda Eggers ile ilgili bazı sürprizlerimiz de olacak, bizleri takip etmeye devam edin.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Gölgede yaşamak

Bu lafın ardından, Julian, yanağıma bir annenin dokunduğu gibi dokundu ve ürperdim. Kemiklerim boşaldı ve yere yatıverdim. Kadının karşısında sarsılıyor, inliyor, yumruklarımla yaşları gözlerime geri sokmaya uğraşıyordum. Böyle bir şefkate, böyle bir iyiliğe nasıl tepki vereceğimi unutmuştum, bilmiyordum artık. Kadın beni bağrına çekti. Aylardır kimse el sürmemişti bana. Annemin gölgesini, içinden gelen sesleri dinlemeyi özlemiştim. Ne kadar uzun süredir soğuk hissettiğimi hiç fark etmemiştim. Kadın bana gölgesini verdi ve evime, yuvama geri dönene kadar o gölgede yaşamak istedim.