22 Mart 2010 Pazartesi

Yazı - hayal gücüyle seyahat aracı


Kültür-sanat sayfalarını iştahla takip ettiğimiz İngiliz yayın organı The Guardian'da geçtiğimiz günlerde Jonathan Safran Foer'in kaleminden bir makaleye rastladık. Her Şey Aydınlandı'nın yazım sürecini kâğıda döken Foer, 23 yaşında tamamladığı ve tüm dünyada büyük ilgi gören bu ilk romanından bahsederken yazının planlama kaldırmadığını, aksine içgüdüsel bir süreç olduğunu söylüyor:


Her Şey Aydınlandı'yı yazmak gibi bir niyetim yoktu benim. Hiç bir şeye niyetlenmemiştim aslında - kitap, planlar sonucu değil içgüdüsel biçimde ortaya çıktı. Ancak sayfaları doldurmaya başladığımda, eninde sonunda 20 yaşında Ukrayna'ya yaptığım geziyi konu edeceğimi biliyordum.

Dedemi Nazilerin elinden kurtardığı söylenen kadının fotoğrafı ile ailemin geldiği kasaba olan Trahimbrod'a doğru yola çıkmıştım o zamanlar. Gerçekten böyle bir yer vardı - ya da bir zamanlar var olmuştu. Ve gerçekten de elimde Augustine'in fotoğrafı vardı.


Alex adlı bir genç adam bana rehberlik etti, ama seyahat boyunca hiçbir alakamız olmadı ve sonrasında da yazışmadık. Ne kasten ne de kazara matrak biri değildi. Augustine yoktu. Kutular da... Sammy Davis Junior Junior da yoktu.

Seyahat bir yanlışlıklar komedyası değil de yanlışlıklar trajedyasıydı ve sadece üç gün sürdü. Hiçbir şey bulamadım; hiçliğin içinde bulunacak bir şey yoktu. (Hiçlik de zengin olabilir elbette, ama bu öylesi değildi.) Annneanneme seyahatten bahsetmediğimden -izin vermezdi zira- hangi soruları sormam gerektiğini, kimlerin aranacağını; yerlerin, şeylerin ve kişilerin isimlerini bilmiyordum. Beni kuşatan bu verimsiz hiçlik sadece karşılaştığım şeylerden değil, benden de ötürüydü. Sonuçta yazı geçirmek üzere Prag'a geri döndüm ve olan biteni sayfalar üzerinde açıklamaya giriştim.

Ne olmuştu gerçekten? Temel soru budur her zaman. Öyle mi olmuştu, yoksa böyle mi olmuştu? At arabası sulara gömülmüş müydü, yoksa gömülmemiş miydi? Trahim B boğulmuş muydu, yoksa kaçmış mıydı? İlk cümleyi bitirmek bir haftamı aldı. O haftadan sonraki bir ayın sonunda 280 sayfa yazmıştım. Başlangıcı bu denli zor kılan ama devamının neredeyse otomatik olarak akmasını sağlayan, hayal gücüydü - hayal etmenin ilk başta müphem, ardından özgürleştirici doğası.

Zihnim keşifler yapma, uzaklara kaçma isteğindeydi; boyaları değil de resmin kendisinde gördüklerimi kullanmak niyetindeydim. Ancak sormadan da edemiyordum; ailemin soykırım zamanında yaşadıkları hayal gücü kaldırmayacak, hayal gücüne yer bırakmayacak şeyler olabilirler miydi? Böylesi travmatik bir olaya karşı sorumluluklarım nelerdi ve "gerçek" neydi? Tarihi kesinlik imgesel kesinlikle yer değiştirebilir miydi? Nesnelliği alıp yerine zihnin kendi gözünü yerleştirmek mümkün müydü gerçekten?

Her Şey Aydınlandı "oldu-olmadı" ikileminin olasılığı üzerinde yol alan, işlerin hem öyle hem de tersi şekilde geliştiği bir metin oldu. Ya "şöyle olmuştu" ya da "şöyle olabilirdi" üzerinden gitmektense bu ikisi arasındaki mesafeyi ölçüyor ve böylelikle deneysel gerçekliği ortaya koyuyor. Romanların olan biteni aydınlatmak gibi bir dertleri yoktur ama asla olmayacak olanın nasıl bir şey olduğunu ortaya koyabilirler. İşte bu yüzden de bence romanın düğüm noktası Nazilerin kasaba baskını değil de Jonathan'ın fantastik tarihçesiyle Alex'in daha gerçekçi yazılmış seyahatnamesinin birbirleriyle yüzleştikleri an. 
Kitabı neredeyse 10 yıl önce, 23 yaşımdayken bitirdim. Değiştirmek istediğim pek çok şey var elbette -okuma kopyamda ağır düzeltmelere maruz kalmamış bir paragraf bile yok neredeyse- ancak kitaba yönelik değişiklikler yapma fırsatım olduğu zamanlarda kararım hep dokunmamaktan yana oldu.

O zaman içgüdülerimi takip etmek istemiş ve bunu başarmıştım. İçgüdülerimin değişip dönüşmüş olmaları kitabı değiştirmemdense yeni kitaplar yazmamı gerektir diye düşündüm. 
Yazmak istediğim kitabı değil, okumak istediğimi yazdım ben. Her Şey Aydınlandı böylelikle artık okuma arzusu duyduğum bir kitap olmaktan çıktı ve çok da iyi oldu.
Yaptığımın zekice, ilginç, komik ya da dokunaklı olup olmadığını sormamaya çalıştım. Tıpkı şimdi olduğu gibi, o zaman da bu soruların çoğundan kaçınmayı başardım. Belki zayıf bir anımda bugün bu sorulara 10 yıl öncesinden daha farklı cevaplar bulabilirim. Ama bu, sadece iyiye işaret eder.
Bazı temalar yüzeye çıktılar elbette: sükunet, keşif, kaygı, saflık, yokluk, aşkı ifade etmenin güçlüğü... Bunları bastıramayacağımı hissettim ve bastırmamayı seçtim. Bazı karakterler canlandı, bazıları ise ortadan kayboldu. Hikayenin taslağı... kendiliğinden oluştu.

Anlattıklarım kulağa yetersiz geliyorsa eğer, doğru tasvir etmişim. Daha yetersiz olmak olası değildi, sanmıyorum. Ama gerekli olan tam da buydu işte. Elinize bir harita alıp bir yerlere gidebilirsiniz. Ya da yollara düşer -arabanıza, kendinize ve asfaltın mantığına teslim olursunuz- ve varacağınızı asla tahmin etmediğiniz bir yerlere ulaşırsınız.

Trahimbrod'a seyahatim akıllıca planlansaydı daha iyi olurdu elbette. Ama o zaman bir roman yazamazdım. 

Yazı, böylesi akıllıca planlamaları kaldırmaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder