30 Haziran 2010 Çarşamba

Göreceli yoksunluk


Yoksunluk görecelidir. Her saniye açlıktan çocuklar ölüyor, sinek misali. Bunun başka bir yerde gerçekleşiyor olması temel doğruyu çürütmez. Ben bu hapları ezip, ısıtıp, damarıma basıncaya kadar başka bir ülkede, birkaçı da bu ülkede binlerce çocuk ölmüş olacak. Ben bunları yapıncaya kadar binlerce zengin orospu çocuğu, yatırımları meyve verdikçe, servetlerine binlerce dolar katmış olacak.
Hapları ezmek: Aptallığın daniskası. Aslında onları yutup işi mideye bırakmalıyım. Beyin ve damarlar malı doğrudan taşıyamayacak kadar hassas.

28 Haziran 2010 Pazartesi

İnsanlığın için özür mü dileyeceksin?


Posta kutumuza taze düşmüş bir haber: Geçtiğimiz hafta Dundee Edebiyat Festivali'nde konuşan yazar, müzisyen, besteci ve senarist Nick Cave; son romanı Bunny Munro'nun Ölümü için bir TV serisi projesi içinde olduklarını ve Bunny Munro rolünü Ray Winstone'un oynayayacağını açıklamış. John Hillcoat'un yönetmenliğini yapacağı uyarlama BBC ve Channel 4 için düşünülüyor ve HBO dizileri tarzında olacağı söyleniyor. Eylül ayında Nick Cave ile Londra'da görüştüğümüzde, sanatçı romanı bir film senaryosu olarak tasarladığını ancak TV'de yapılan bazı işlere büyük saygı duyduğunu ve karakterinin izleyicinin evine bir televizyon ekranı vasıtasıyla girmesi fikrinden hoşlandığını belirtmişti. Yine aynı söyleşide Cave, The Wire ve Six Feet Under dizilerini çok başarılı bulduğunu söylemişti. Söyleşimiz tam olarak Roll dergisi edebiyat sayısında, kısmen de Haberturk gazetesinde yayımlandı; kaçıranlar için tam metni ise aşağıda. Bu arada, söyleşi için 6 aydan uzun süren bir yazışma diyaloğu kurulduğunu, romanın dünyada ve Türkiye'de çıktığı hafta Nick Cave ile Londra'da görüştüğümüzü, yazarın fotoğraf çekilmesini ve roman dışında herhangi bir konu hakkında soru kabul etmediğini belirtelim.

*Yirmi yıl ara verdikten sonra niçin roman yazdınız?
Önceki romanım Ve Eşek Meleği Gördü’yü tamamlamam üç yılımı aldı; çok da zor ve yıkıcı bir süreçti benim için. Onu yazdıktan sonra kendimi tamamen müziğe verdim, aynı şeyleri yine yaşamak dileğinde değildim. Cesaretimi toplamak için yirmi yıl gerekti ama iyi de oldu. Bunny Munro’nun Ölümü’nü yazmak benim için büyük bir mutluluktu, bu defa çok keyif aldım yazarken.

*Bunny Munro’nun Ölümü nasıl doğdu? Fikir nereden çıktı?
Aslında başlangıçta senaryo olarak düşünmüştüm. Senaryosunu yazdığım The Proposition filminin yönetmeni John Hillcoat bir seyyar satıcıyı merkeze alacak bir senaryo hazırlamamı isteyince öyküyü kurdum. Bir yıl kadar prodüksiyon için para bulmayı denedik ama olmadı. O, Cormac McCarthy’nin romanından uyarlanan The Road filminin yönetmenliğiyle uğraşmaya başladı, ben de o filmin müziklerini yaptım. Bunny senaryosu biraz bekledi bu arada. Kendiliğinden bir gün oturup romanın ilk bölümü yazdım ve öylece akıp gitti, roman yazıyor olduğumu sonradan fark ettim aslında. Altı hafta sonunda metni bitirmiştim.

*Romanı turnedeyken yazdığınızı duydum, bu doğru mu?
Evet, aslında altı haftalık bir Avrupa ve Amerika turnesindeydik. Müzisyenler turnenin çok yorucu ve dolu dolu geçtiğini, insanın tüm enerjisinin sahnede tükendiğini iddia ederler ancak ben her boş anımda yazıyordum. Havaalanlarında, otobüste, otel odalarında, sahne arkasında… İlk başlarda ben de roman yazmanın mümkün olmayacağını sanmıştım ama oldu işte!

*Sahne mi yazı mı peki, hangisini tercih ediyorsunuz?
Sahnede olmak keyifli tabii ama çok yorucu ve yıpratıcı da. Fiziksel anlamda insandan çok şey götürüyor. Konserin ardından bir yerlerde takılıyor oluyorduk ve ben hep bir an önce otele dönüp romanın başına geçeyim istiyordum. O anlamda yazı sağaltıcı oldu benim için. Ama biraz öyleyimdir ben aslında. Hep çok disiplinli olduğum söylenir ama disiplinle alakası yok, yaptığım şeye odaklanmakla ilgili.

*Yazarken nelerin etkisinde kaldığınızı sorabilir miyim? Neler okuyordunuz mesela?
Bunu bana henüz kimse sormadı ama sorulur diye bir liste hazırladım. (Çantasından bir kağıt parçası çıkartıyor) Nicholas Roeg’in The Walkabout filmi… Valerie Solanas’ın Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu. Saphire’ın şiirleri, öfke dolular, inanılmaz. John Berryman elbette; Berryman benim için Tanrı’dır. Ve Markos İncili.

*Bunny Munro’nun Ölümü kimi yerlerde Amerikan Sapığı’yla kıyaslandı. Özellikle Avustralya’dan da mizojini tenkitleri yükseldi.
Bret Easton Ellis’i severim, o eleştirileri görmemiştim. Kıyaslanacak çok daha kötü kitaplar var Amerikan Sapığı’ndan. O kitap içinde yaşadığı toplumun kurbanı olmuş bir karakteri anlatıyor, belki bu açıdan bir benzerlik olabilir. Ama Bunny’yi diğer yönlerden Amerikan Sapığı’na benzetmek istemem. Yapmaya çalıştığım David Lynch filmlerinin etkisine sahip bir roman yaratmaktı; hani sinemadan çıktıktan sonra bile gerçeklik algınız film tarafından bir süreliğine sekteye uğrar ya. Romanda kadın düşmanlığı olduğuna ise katılmıyorum, erillikle yüzleşilsin istedim.

*Ben de romanın döngüsel kurgusunda David Lynch’i anımsatan unsurlar var diyecektim.
Mulholland Drive ve Blue Velvet’i çok severim.

*Lost Highway?
Mantık örgüsü oturmuş değil bence. Mantığı tamamen yitirince bir tuhaf sahnenin ardından bir diğeri geliyor sadece. Mulholland Drive öyle değil mesela.

*Romanın ahlakçı bir yanı var mı? Ya da şöyle sorayım, olayları yönlendiren bir Tanrı’nın varlığına inanıyor musunuz?
Hayır, inanmıyorum. (Gülüyor) Kişisel bir tanrıya inanmıyorum ben. Ama insan olarak buna inanmaya hakkımız olduğunu ve yapıtaşlarımızda bizlerin ötesinde bir şeylerin var olduğuna inanmamızı sağlayan bir şey olduğunu düşünüyorum. Bazen Tanrı, bazen başka isimler verdiğimiz bir şeyler… Ancak hayal dünyamda, şarkılar olsun ya da yazı olsun, yarattığım tüm karakterler için bir de Tanrı kurgularım. Bak mesela, gündüz kuşağı televizyon programlarının popülerleştirdiği şu içini döküp günahlardan arınma safsatalarına dayanamıyorum; ya da Hollywood usulü hatalarını anlayıp doğru yolu bulma saçmalıklarına. İnsan olduğunuz için özür dilemeniz mi gerekir? Bunny Munro tüm hataları ve tuhaflıklarına rağmen bu anlamda temize çıkarılmaya ihtiyacı olmayan bir karakter.

*Roman baba-oğul ilişkisini konu alıyor aslında – dokuz yaşındaki oğlan çocuğu Bunny Junior da çok canayakın ve gerçek bir karakter. Çocuklarla aranız nasıl? Sizin de baba olmanız işin içine ne denli girdi romanda?
Baba olmasaydım bu romanı yazamazdım. Romanı yazarken bir oğuldan ziyade bir baba olarak düşünüyordum kendimi. Ama ne ben Bunny Munro’ya benziyorum ne de çocuklarım Bunny Junior gibiler.

*Çocukluktan yetişkinliğe geçiş insanı bozuyor mu peki? Bunny Junior gibi bir çocuk nasıl babası gibi bir adama dönüşüyor?
Masumiyetimizi kaybediyor muyuz? Bu kaçınılmaz. Kendi çocuklarıma bakınca da görüyorum bunu. Ben de yolumda ilerlerken bir şeyleri bir yerlerde kaybetmiş olmalıyım.

*Bunny Munro seksle kafayı bozmuş bir karakter. Ya da kadınların vajinalarıyla… Bu sembolik bir hamle mi? Ana rahmine geri dönmeye mi çalışıyor?
(Gülüyor) Sevgiden kaçıyor diyelim. Sevgiyle başa çıkamıyor. Çocukken istismar edildiği belli. Yakınlık nedir bilmiyor. Bir açıdan ana rahmine dönmeyi deniyor aslında ama yolu bulamıyor.

*Kitabın doğaüstü bir boyutu da var. Doğaüstü hadiselere inanır mısınız? Hayaletlere mesela?
Hayır. (Gülüyor) Şimdiye kadar inanmam gerekmedi.

*Romanın dikkat çekici yanı ağır trajedi ve mizahı bir arada götürebilmesi. Uçlarda gezmeyi sevdiğinizi düşünüyorum.
Evet, şarkılara her zaman yansımasa da dünyaya zıt uçlardan bakıyorum çoğu zaman. Bunny Munro’nun Ölümü’nün müstehcen ve şiddet yüklü yanları var ama bir yandan da duygusal ve dokunaklı bir öykü anlatıyor. Şarkılarımın çoğunda da aşk ve şiddeti iç içe görebilirsin. Aslında dünyaya bakışımın şiddet eksenli olduğunu söyleyebilirim. Ama bu bana özgü olmasa gerek; hayatın kendisi bu zıtlıklarla örülü.

*Bukowski’den hoşlanmadığınızı biliyorum, We Call Upon The Author şarkısında açıkça ifade ediyorsunuz. Bunny Munro’nun Ölümü’nü Türkçeleştiren Avi Pardo Bukowski çevirileriyle tanınır. İlginç bir tesadüf, değil mi?
Bukowski’den hoşlanmıyorum gerçekten. Ne yazık ki ne zaman turneye çıksam bir çocuk gelir ve bana bir Bukowski kitabı hediye eder. Kütüphanem o kitaplarla dolu. Benim tarzım değil diyeyim.

*Henry Miller çevirileri de var Avi’nin.
Hah, mesela. Henry Miller’ın yeri ayrıdır.

*Bunny Munro’nun Ölümü iPhone üzerinden bir aplikasyonla da okurlara sunuldu.
Evet, bu çok heyecan verici. Mesela metroda giderken iPhone’unuzdan okumaya başlıyorsunuz kitabı, indiğinizde kulaklıklarınızı takıyorsunuz ve yürürken bu kez kaldığınız yerden sesli kitap devreye giriyor, benim sesimden devamını dinliyorsunuz. İnanılmaz bir şey bu. Çok yaratıcı. Müzik endüstrisinin çökme eşiğinde olduğu düşünülürse kitap üzerinden okurla böylesine iç içe olabilmek müthiş.

*Siz elektronik kitap okuyor musunuz?
Ben mi? (iPhone’unu gösteriyor) Bu aletle birilerini aramayı bile zar zor öğrendim!

*Peki Bunny’yi sinemaya uyarlanmış olarak görecek miyiz?
Aslında televizyon düşünüyoruz. Üç bölümlük bir uyarlama. Sinema için bugünlerde öyküden çok ödün vermek gerekiyor. Stüdyolar işlere çok fazla karışıyorlar. Televizyonda karakterin ömrü daha uzun oluyor - HBO gibi özel kanalların bazı işleri gerçekten de çok başarılı. Ama proje aşamasındayız, net bir şeyler yok henüz.

*Takip ettiğiniz diziler var mı?
Evet, The Wire mesela. Six Feet Under… Televizyonun kişiselliğini seviyorum, evin içinde ve izleyiciye bu denli yakın olmasını… Bir dizide bir karakter öldü mü insanlar günlerce yasını tutabiliyor. Sinemada bu etkiyi yakalamak çok güç.

*Yeni yazı projeleri var mı ufukta? Bir sonraki kitap neyle ilgili olacak?
John Hillcoat’un yöneteceği bir film için senaryo yazıyorum, yine bir edebiyat uyarlaması: The Wettest County in the World. Ama bir sonraki romanımın doğada geçmesini ve huzur dolu olmasını diliyorum.

*Son olarak şunu sorayım, romanda kurgusal olmayan karakterlerin epey bahsi geçiyor. Özellikle Kylie Minogue ve Avril Lavigne’in… Kitabı okumuşlar mıydı? İsimlerinin bu şekilde kullanılmasına nasıl tepki gösterdiler?
Kylie’ye basıldıktan sonra bir mektup yazıp kitabı gönderdim. Kylie’yi çok severim. Kendi adıma değil de karakterim adına özür diledim ondan. Bunny Munro adına. Bir yandan da tuhaf bir biçimde Kylie’yi yücelttiğini düşünüyorum kitabın. İngiliz erkeği için Kylie’nin yeri sarsılamaz. (Romanda bahsi geçen) O lame külotu giydi gerçekten Kylie. Batı Avustralya Müzesi’nde benim de birkaç eşyamın sergilendiği bir koleksiyon var; o külot orada sergide. Özel bir kasada saklanıyor ve dokunmak için beyaz eldivenler takıyorlar ellerine. Bu anlamda bir ikon Kylie. Onun için yaşanır gerçekten. Avril Lavigne’i bilemiyorum, romanda onun bahsi daha karanlık bir bağlamda geçiyor, alınmış mıdır bilemiyorum. Ama ben onunla ve Kylie ile ilgili yazdıklarımı yazarken, onları anlatmaktan çok zevk aldım, bunu söyleyebilirim.

*Sizi yakın zamanda Türkiye’de görecek miyiz?
Yeni Grinderman albümü yolda. Kitapla ilgili de yapılan işler var. Şimdilik, sanmıyorum. Sen Türkiye’den bu röportaj için mi geldin?

*Evet.
İnanılmaz. Geldiğin için çok teşekkür ederim.

25 Haziran 2010 Cuma

Neon orman


Pub’dan çıktığımda bulanık neon tabeladan başka bi şey seçemiyordum. Buz gibi bi hava vardı dışarda, şaka etmiyorum, ışığı takip edip konser salonuna girdik. Doğru bara yollandık. Iggy’nin çalmaya başladığını duymamıza rağmen bikaç içki daha içtik. Ben yırtık tişörtümü parçalayıp çıkardım, Mitch formika masanın üzerine biraz Morningside speed, yani kokain koydu.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Yağma yok


İngiliz The Telegraph gazetesinde geçen hafta yayımlanan tüyler ürpertici bir haber: J.D Salinger'ın The Catcher in The Rye'ı (Çavdar Tarlasında Çocuklar; YKY yayınları) Hollywood tarafından beyaz perdeye uyarlanacak! Başlığın altını okuduğumuzda olayın bu kadar net olmadığını anlıyoruz neyse ki; tahsil edilecek bir vergi borcu olduğu ve Salinger'ın 1957 yılında yazdığı bir mektupta "öldüğümde zengin olmayabilirim; kitabın film haklarını çocuklarıma bir çeşit sigorta poliçesi olarak bırakmak isterim," dediği söylenmiş. Hollywood'un yazarın 65 milyon okura ulaşan bu kült kitabının yıllardır peşinde olduğu belirtilmiş. Zaman içinde Holden Caulfield'i oynamaya gönüllü olmuş aktörler ise Marlon Brando, Jack Nicholson, Leonardo Di Caprio ve Tobey Maguire (burada yorum yapmamak zor hakkaten) olarak listelenmiş. Salinger, tanındıktan sonra basın ve yayın dünyasından uzak durdukça etrafını saran gizem ve ulaşılmazlık halesi onu daha çok arzulanır hale getirmiş, böylelikle de paranoyalarını doğrulamış. Bir Salinger okuru olarak bu tarz haberleri tüylerim diken diken olmadan okuyamıyorum ki bu da benim yazara atfettiğim birtakım şeyleri sahiplendiğim anlamına gelir... Her neyse, Telegraph'ın haberi Hollywood'un The Catcher In The Rye'ın film haklarını almak için ağzının suyunun aktığını belirtmek dışında somut bir şey söylemiyor. (Ağızların sulandığı ifadesi tamamen Telegraph'e ait.) Siz siz olun; kendinize ait, kendinize yakın bulduğunuz şeylerin başkalarınca yağmalanmasına karşı durun... Söylemesi kolay da yapması biraz zor. Sinemaya karşı değil de, edebiyat eserlerinin Hollywood uyarlamalarına karşı biraz önyargılı mıyım, ne? Ya da belki de, eserleri ve yorumlanması konusunda bu denli titizlenen bir figürün Örümcek Adam'ın yüzü ile karşımıza çıkma ihtimalidir rahatsız eden... (Di Caprio'dan Holden olur mu peki? Olmak zorunda mı ki?)

Notos'un Haziran-Temmuz sayısında Salinger'a bir saygı duruşu; özellikle John Updike'ın Franny ve Zooey okumasını kaçırmayın. Notos makalelerinden birinde geçiyordu, buraya da uyacak, son sözü Holden Caulfield kendi söylesin: "Hayatta nefret ettiğim bir şey varsa o da filmlerdir. Sakın bana filmlerden söz etmeyin." Biraz ekstrem, biraz sivri, tamamen Holden Caulfield.

Bu görüşe katılmak mümkün değil, ancak zaman Holden'in gelecekte başına geleceklere yönelik bir öngörüyle konuşup konuşmadığını gösterecek bizlere.

"Siz siz olun, kimseye bir şey anlatmayın. Anlatınız mı, bütün anlattıklarınızın eksikliğini duyarsınız."

(Gönülçelen; J.D. Salinger. Çeviren: Adnan Benk; Can Yayınları, 1990.)

21 Haziran 2010 Pazartesi

Tuhaf zamanlar

Eğer basını takip ediyorsanız, onca meselenin yanında bir süredir bir dadı polemiğinin süregittiğinden haberdarsınız demektir. Çocuk sahibi olma hadisesinin belli bir kesimde neredeyse endüstriyel bir yaklaşımla "yönetildiği" günümüz toplumunda bu zihniyete yabancılaşmamak, böylesi bir anlayışa hoşgörü beslemek mümkün değil. Dadı demişken, Oates'un Güzel Bir Kız'da çizdiği dadı karakterini anmadan geçmeyelim; işvereni tarafından suyun dibine gömülme riski altında yaşamasa da, işler Oates'un kurgusal dadısı Katya için de pek güllük gülistanlık sayılmaz. Aklımıza fikrimize sahip olacağımız günler dilekleriyle...

“Haydi, anlat bana tatlım, sonradan görmeler için çalışmayı seviyor musun?”

Bay Kidder’ın Engelhardtlara taktığı o komik isimdi bu; Katya güldü, ama, evet dedi, onlar için çalışmayı seviyordu, çünkü çocukları ve hizmetçi Maria’yı seviyordu, Maria ona iyi davranıyordu ve tabii ki bir de Bayhead Harbor vardı, yazları havanın dehşet sıcak olduğu Vineland’de geçirmeye hiç benzemiyordu bu. Bay Kidder’a, bazen Engelhardtların evinde kendini hiç rahat hissetmediğini anlattı, Bayan Engelhardt ona şüpheyle yaklaşıyordu, sürekli kusur buluyordu, Katya’nın iyi bir dadı olduğunu söylüyor, ama sonra birden vazgeçip onu eleştirmeye başlıyordu. Maria’dan, Bayan Engelhardt’ın daha önce birçok dadıyı işe alıp sonra kovduğunu ve bu yüzden artık onu tanıyan birilerini işe almasının zorlaştığını öğrenmişti. Bay Kidder bu sözleri sessizce dinledi ve Bayan Engelhardt’ın onu gerçekten kovmakla tehdit edip etmediğini sordu. Katya tereddüt etti; yalan söyleyebilirdi, ama ressamın tam karşısında, yalnızca birkaç metre ötesinde otururken ve Bay Kidder’ın onun düşüncelerini okuyabildiğini bilirken, yalan söylemedi, “H-hayır, Bay Kidder. Şimdiye dek böyle bir şey olmadı.”


(Güzel Bir Kız; Joyce Carol Oates. Çeviren: Merve Sevtap Ilgın.)

18 Haziran 2010 Cuma

En kolay yakılan sanat biçimi


Sıfır adlı romanını geçtiğimiz yıl yayımladığımız Jess Walter'ın yeni kitabı Körler Ülkesi, bugünden itibaren raflarda olacak. Körler Ülkesi, Edgar ödüllü yazar Jess Walter'dan hayata, hatırlamaya ve hesaplaşmalara dair tersine bir gerilim romanı. Körler Ülkesi'nden burada önümüzdeki günlerde bahsedeceğiz. Yalnız kitabın; Ölümsüz, Sıfır ve Kaybolan adlı romanlarımızla beraber Soluk Soluğa dizimizden çıktığını belirtelim öncelikle.

Bugünkü Radikal Kitap, yaz için kitap önerilerinde bulunmuş okurlarına; önerilen kitaplardan biri geçtiğimiz hafta New Yorker'ın gelecek vaat eden yazarları arasında yer aldığını duyurduğumuz Jonathan Safran Foer'den Her Şey Aydınlandı. Radikal'in listesi yıl içinde yayımlanmış önemli metinlerin altını çizerek gözlerden kaçmamaları için öne çıkartıyor.

"Roman en kolay yakılan sanat biçimidir. On dokuzuncu yüzyılın ortasında, kasabamızın tüm sakinleri -tüm erkek, kadın ve çocuklar- en az bir roman yazabilecekleri kanısına vardılar...

1850–1853 arasında yedi yüzü aşkın roman yazıldı. Biri şöyle başlıyordu: Ne zamandır düşünmemiştim bu rüzgârlı sabahları. Bir diğeri: Herkesin ilk seferini hatırladığı söylenir; ben hatırlamıyorum. Bir başkası: Cinayet pis bir iştir, ona kuşku yok tabii ama insanın kardeşini öldürmesi bilinen suçların en beteridir.

272 anı kitabı, 66 suç romanı, 97 savaş öyküsü yazıldı. Romanların 107’sinde erkek kardeşini öldüren bir adam vardı. Geleceği merak eden çiftler 29’unda yer alıyorlardı; 68 tanesi bir öpücükle son buluyordu ve 35’i hariç hepsinde “utanç” kelimesi yer almıştı. Okuma-yazma bilmeyenler görsel romanlar yarattılar: kes-yapıştır çalışmaları, oymabaskılar, karakalem çizimler, suluboyalar… Yankel ve Brod Kütüphanesi’ne Trahimbrod romanları adında yeni bir bölüm kuruldu. Ancak yazılmalarından beş yıl sonra sadece birkaçı okunmuştu.

Bir keresinde, yaklaşık yüz yıl sonra bir oğlan bu bölüme girdi.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Ölü sözcükler, yeni ifadeler

İki haftadır blogumuzu New Yorker'ın geleceğin yazarları olarak nitelediği 40 yaşın altındaki 20 yazardan Joshua Ferris, Rivka Galchen ve Jonathan Safran Foer'e ayırdık. New Yorker bu listeyi her on yılda bir yapıyor; 1999'da yayımladıkları listede David Foster Wallace, Jonathan Franzen ve Jeffrey Eugenides gibi devlere yer vermişler ve bu isimler 2000'li yıllarda dünya edebiyatının rotasını değiştiren kitaplara imzalarını atmışlardı. Yeni olana karşı genellikle şüphe ile yaklaşıldığı düşünülürse, bu her biri 20'li ve 30'lu yaşlarındaki yazarların özgün sesleri ile tanınması her bağlamda müthiş umut verici. New Yorker editörleri bir diğer yazarımız Dave Eggers'ı sıralamaya yaş tahdidinden dolayı almadıklarını açıklamışlar örneğin.(Eggers 41 yaşında.)Liste zihniyeti tartışılır elbette, listelerle aramızın pek hoş olmadığını daha önce de söylemiştik. Gençlik, belki de, ona sahip olmayanların en çok özlediği ama saygı göstermeye pek meyilli olmadıkları bir mecra; klasikler, oturmuş yazarlar bir kenara söyleyecek sözü olan genç edebiyatçıların da bu anlamda tanınması -bir liste vesilesiyle de olsa- bu açıdan önemli. Ötesini bu genç yazarlardan 1977 doğumlu Jonathan Safran Foer'e bırakalım:

14 Haziran 2010 Pazartesi

Var olan her şey


"Teşekkür ederim, dedi ve adamı, bugüne dek öptüğü veya öpüldüğü ya da öpüleceği ve okuduğu onca romandan bilmese insanın tek öpülebileceği yeri zannedeceği yerinden, alnından öptü.

Yankel’in satın aldığı pek çok şeyi gizlice iade etmek zorunda kaldı. Yankel hiç farkına varmadı çünkü neler aldığını hiç hatırlamazdı. Kütüphanelerini halka açmak ve ödünç kitaplar için cüzi bir ücret talep etmek, Brod’un fikriydi. Ona tutulan erkeklerden edinebildikleriyle beraber geçimlerini sağlayan bu paraydı.

Yankel, Brod’un kendisini yabancı hissetmemesi, aralarındaki yaş ve cinsiyet ayrılığını fark etmemesi için elinden gelen tüm çabayı gösterdi. Çişini yaparken daima kapıyı açık bıraktı (daima oturdu ve daima işi bitince silindi) ve ara sıra, sırf kendisini kötü hissetmesin diye Brod’un bilerek altına ettiğinden habersiz, sırf, Bak, ben de yapıyorum, demek adına altına etti. Brod salıncaktan düştüğünde kendi dizlerini zımparalayarak, Bak, ben de düştüm, dedi. Göğüsleri büyümeye başlayınca gömleğini sıyırıp yaşlı, sarkmış memelerini göstererek, Yalnız sen değilsin, dedi.

Büyüyüp yaşlandığı dünya buydu. Trahimbrod’un içinde kendilerine Trahimbrod’dan uzak bir sığınak, dünyanın kalanına hiç benzemeyen bir yaşam alanı yaratmışlardı. Asla kötü söz söylenmiyor, hiçbir zaman el kalkmıyordu. Fazlası, ağızlardan asla öfkeli sözler dökülmüyor ve hiçbir şey inkâr edilmiyordu. Daha da fazlası, asla sevgiden yoksun sözler sarf edilmiyordu ve her şey, her şeyin öyle değil, böyle olabileceğinin kanıtının ufak parçaları kabul ediliyordu. Madem dünyada gerçek sevgi yok, o zaman yeni bir dünya kurarız; kocaman duvarlar öreriz ve içini yumuşacık kırmızılarla döşeriz ve kapısına bir mücevhercinin mücevher kutusuna düşen bir elmasın çıkaracağı sesi çıkaracak ve böylece sesini hiç duymayacağımız bir tokmak takarız…

Sev beni çünkü sevgi yok ve var olan her şeyi denedim."

(Her Şey Aydınlandı; Jonathan Safran Foer. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

11 Haziran 2010 Cuma

Yazar ne yazar, ne yazamaz?

New Yorker'ın edebiyatın en çok gelecek vaat eden yeni seslerini duyurduğu "20 under 40" listesinden Joshua Ferris, 1974 doğumlu. Ülkemizde bir reklam ajansının penceresinden ekonomik krizi hicveden ilk kitabı Ve İşimiz Bitti ile tanınan yazarın yeni kitabı The Unnamed sonbaharda raflarda olacak. Hürriyet Keyif, Ve İşimiz Bitti'nin yayımlanması akabinde 29.06.2008 tarihinde Ferris ile bir söyleşi yapmıştı; bakın o zaman neler demiş Ferris:


Yazdığınız sürece "gerçek" bir yazarsınız, bu kadar basit. Yazar olmak için gereken de bu: Okumak ve yazmak. Disiplin. İrade. Arzu. Yoğun bir düşünce süreci. Usanmadan araştırma. Bol sabır. Ve tonlarca uğraş.

S: Bir yazar sürekli mi yazar yoksa "geldikçe" mi?

Ferris: Herkesin yazı alışkanlığı farklı. İngiltere'nin bence en büyük yazarı Anthony Troloppe, her gün üç saat yazıp postanedeki işine gider, ardından kriket maçlarını izler, ata binermiş. Öldüğünde neredeyse elli tane roman yazmıştı. Bazıları da otuz yıl boyunca uğraşıp tek bir eser çıkarırlar. Ben masa başı işi gibi her gün en az altı saat çalışırım.


Ferris'in yeni kitabı ve haberleri için bizi takip etmeye devam edin! Aşağıda yazarın odası, The Guardian arşivinden.



9 Haziran 2010 Çarşamba

Aşk ve karaciğer

Atmosferik Rahatsızlıklar'ın 19 Nisan 1976 doğumlu yazarı Rivka Galchen, New Yorker'ın 40'ının altında 20 yazar seçkisinde, Amerikan edebiyatının geleceği en parlak görülen isimleri arasında yer alıyor. Atmosferik Rahatsızlıklar, bizlerin okur okumaz çarpıldığı, kafa karışıklığını eşşiz bir biçimde billurlaştıran, her dönemecinde farklı sürprizlerle okurun zihnini tetikleyen, tuhaf ve benzersiz bir roman... Gerisi biraz yağmur, biraz bulut, biraz haziran...

Döndüm ve onu gördüm, mutfak pervazının altındaydı. Benim gömleğimi ve Rema’nın oğlan çocuğu şortunu giymişti, kalçası hafiften içeri göçüktü, tek eliyle o kızıl kahve eniği -köpeği- tutuyordu. Yürüyerek yanımdan geçti, ocağın yanındaki tezgâha yaslandı. Rema oraya yaslanmayı hep sevmişti, tam da böylece sıcağı hissedebiliyor ve de çaydanlığın ıslığı tam anlamıyla başlamadan ocağı söndürebiliyordu. Herhalde bu yaslanışın hatırına, eniğe rağmen, usulca kendimle tartışmaya başladım: o Rema olmalı. O Rema olmalı. Her zaman yaptığın gibi bu Rema’ya inan. Ona bak. Bir önceki güne göre cidden daha mı tuhaf? Saçlar, gözler, hafiften güvercini andıran ayaklara doğru uzanan uzun bacaklar. Başka kim olabilirdi ki? Her zaman yaptığın gibi bu Rema’ya inan.

...

7 Haziran 2010 Pazartesi

Uygar dünya



Bir süre daha oturmuştuk ve o müthiş hayatını anlatmaya devam etmişti. Bildiği kadarıyla her iki dünya savaşında da savaşmış kişilerden hâlâ yaşayan bir kendisi vardı. Avustralya’ya, Kenya’ya, Pakistan’a ve Panama’ya gitmişti. “Tahmin yürütmeniz gerekse, kaç ülkeye gitmişsinizdir?” “Tahmine gerek yok!” demişti. “Yüz on iki!” “O kadar çok ülke var mı?” “Duyduğundan daha fazla duymadığın yer var!” Hoşuma gitmişti. Ardından, İspanyol İç Savaşı, Doğu Timor’daki soykırım ve Afrika’daki kötü şey gibi, yirminci yüzyılın neredeyse bütün savaşlarını saymıştı. Hiçbirini duymamıştım, eve dönünce Google’da bakabilmek için aklımda tutmaya çalıştım. Kafamdaki liste inanılmaz uzuyordu: Francis Scott Key Fitzgerald, burnu pudralamak, Churchill, üstü açılır Mustang, Walter Cronkite, koklaşmak, Domuzlar Körfezi, LP, Datsun, Kent State, yalakalık, Ayetullah Humeyni, Polaroid, apartheid, arabalı sinema, gecekondu, Troçki, Berlin Duvarı, Tito, Rüzgar Gibi Geçti, Frank Lloyd Wright, hulahup, Technicolor, İspanyol İç Savaşı, Grace Kelly, Doğu Timor, sürgülü cetvel ve hatırlamaya çabalamam rağmen derhal unuttuğum Afrika’daki bir sürü yer adı. Bilmediklerimi aklımda tutmak zorlaşmaya başlamıştı.

4 Haziran 2010 Cuma

Duyur sesini

Hadiseli ve yoğun bir haftanın bitiminde, dünya ve ülke gündemi soluklanmaya fırsat tanımadan vurup vurup dururken bizlere, şimdi de google'a uygulanan ve getirilmesi muhtemel yasaklar tartışma konusu. Yasakların etrafından dolanacak teknoloji mevcut olsa da, bunların ötesinde bu zihniyete karşı çıkmak boynumuzun borcu.

Bozuk moraller eşliğinde geçen haftanın güzel haberleri de var ama... The New Yorker, prestijli 40 yaşın altındaki 20 yazar listesini açıkladı geçtiğimiz günlerde. Bizlerin pek liste düşkünü olduğu, liste mantığından hoşlandığı söylenemez ama içinde bulunduğumuz zamanların ruhunu yansıttıklarına inandığımız genç yazarlarımızdan üçünü bu isimler arasında görünce epey sevindik. New Yorker; Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın ile Her Şey Aydınlandı isimli kitaplarını yayımladığımız Jonathan Safran Foer'i, Atmosferik Rahatsızlıklar adlı romanı ile tanıdığınız Rivka Galchen'i ve Ve İşimiz Bitti isimli kitabını geçtiğimiz sene çıkarttığımız Joshua Ferris'i listesine dahil etmiş. Ferris'in diğer kitabı The Unnamed, sonbahar başında raflarda olacak ayrıca. Listedeki yazarlardan Chimamanda Ngozi Adichie ile David Bezmozgis'in öyküleri ise yine geçtiğimiz aylarda Siren çatısı altında yayımlanan Üç Harfli Kelime Aşk isimli kitapta yer alıyor. Sıralamacı zihniyete her ne kadar pek sıcak bakmasak da, genç ve özgün seslerin edebiyatta kendi alanlarını yaratma adına gösterdikleri çabaların tanınması mutluluk verici.

Kendi seslerimizi duyurduğumuz platformlara sahip çıkacağımız günler dilekleriyle...

(Resimde, Atmosferik Rahatsızlıklar'ın genç yazarı Rivka Galchen; mağrur ve hınzır. Neşenizi kaybetmeyin!)

3 Haziran 2010 Perşembe

Cevap suskunluk


Haaretz gazetesi İsrail Kitap Haftası için yazarlardan özel bir baskı için gazetecilik yapmalarını rica eder... Haziran 2010.


Dün sabah saat yedide gazete beni aradı ve o günlüğüne siyaset muhabiri olacağımı bildirdi. Erkenden aradıkları için özür dilediler ama “ne de olsa uzun bir gün olacak, ayrıca kritik. Dokuz kişiyi öldürmüşüz, düzinelerce insan yaralı, tüm dünya bizi kınıyor… Ve bugün bu snafudan dolayı biri sorumluluk almalı,” dediler.

Saat dokuz için bir görüşme ayarlayacaklarına söz verdiler. Saat on bir olduğunda henüz aramamışlardı, böylece ne olup bittiğini görmek için ben onları aradım.

Başbakan Netanyahu halen yurt dışında diye açıkladılar; sana Gazze’ye doğru yol alan gemiye baskın kararını onaylayan yedi bakandan biri ile görüşme ayarlamaya çalışıyoruz.

Bir saat daha geçti, ses seda çıkmadı. Yine aradım.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Her Şey Güzeldi Ve Hiç Acıtmadı*

Mitchell Sanders haklıydı. Sıradan bir asker için, en azından, savaş yoğun ve daimi bir sis tabakasının verdiği hisse -tinsel dokuya- sahiptir. Berraklık yoktur. Her şey bir burgaç gibi döner. Eski kurallar geçerliliğini, eski doğrular doğruluğunu yitirir. Doğru ile yanlış birbiriyle harmanlanır. Emir karmaşaya, sevgi nefrete, çirkinlik güzelliğe, yasa anarşiye, uygarlık barbarlığa karışır. Buğu insanı emer. Nerede olduğunu ya da neden orada olduğunu bilmezsin. Kesin olan tek şey o ezici belirsizliktir.
Savaşta belirlilik duygusunu, dolayısıyla hakikat duygusunu yitirirsin, bu yüzden gerçek bir savaş hikayesinde hiçbir şeyin tam olarak doğru olmadığı rahatlıkla söylenebilir.**


"Gerçek" bir savaş hikayesi nasıl anlatılır? Savaşın anlamsızlığını ve ölçüsüzlüğünü nasıl anlatırsın?