30 Temmuz 2010 Cuma

Yuvarlak masa


Fransa'dan bir haber: Fransız Kültür Bakanlığı, 14 Temmuz'da kutlanan Bastille Günü öncesinde yaptığı duyuruyla yazarlarımızdan bizlerin de pek sevdiği Etgar Keret'e "şövalyelik" madalyası verdiğini açıklamış. Şövalye deyince ilk akla gelen Yuvarlak Masa Şövalyeleri elbette, ardından Tarot kartları, arkasından "Sir" John Lennon'ın kraliyet ailesi karşısında şarkı söylerken "Ucuz koltuklarda oturanlar alkışla eşlik etsin, sizler de mücevherlerinizi şıkırdatın," gibisinden beyanı... Neyse, serbest çağrışımın derin denizlerinde boğulup gitmeden önce şövalyelik bahane, Keret -eğer hâlâ tanımıyorsanız- şahane diyelim öncelikle. Keret'in öykü kitabı Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, ekim ayında raflarda olacak; ayrıca kendisi -bir son dakika değişikliği söz konusu olmazsa eğer- kasım ayında yapılacak olan İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali'nin konukları arasında şehrimize teşrif edecek. Keret'in bağımsız sinemada da önemli bir isim olduğunu ve Jellyfish, Wristcutters (Bilekkesenler adıyla Filmekimi'nde gösterilmişti)gibi filmlerin senaryolarının müsebbibi olduğunu söyleyelim. Ve elbette, yaratıcı figürlere destek verilmesi; şövalyelik, ödül veya diğer yollarla uluslararası arenalarda yaptıklarının tanınması gerçekten önemli.

Güzel bir haftasonu geçirmenizi dileriz.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

İleri derecede algı bozukluğu

Yedinci sınıfa geçtiğimde okula bir psikiyatr getirdiler, psikiyatr bizi bir dizi uyum sınavından geçirdi. Bana arka arkaya yirmi adet farklı kart gösterdi ve üzerlerindeki resimlerde ne gibi tuhaflıklar gördüğümü sordu. Hiçbirinde bir tuhaflık görememiştim, fakat ısrar edip ilk kartı bana tekrar gösterdi – üzerinde çocuk resmi olanı. “Bu resimde nasıl bir tuhaflık görüyorsun?” diye sordu yorgun bir sesle. Bir tuhaflık göremediğimi söyledim yine. Sinirlendi ve “Resimdeki çocuğun kulakları yok, görmüyor musun?” diye sordu. Gerçekten de resme tekrar baktığımda çocuğun kulakları olmadığını fark ettim. Ama onun dışında bir tuhaflık yoktu resimde. Psikiyatr bana “ileri derecede algı bozukluğu” teşhisi koyup, marangozluk meslek lisesine nakil olmamı sağladı. Meslek lisesine gittiğimde testere tozuna alerjik olduğum ortaya çıktı, bu sefer de metal atölyesine gönderdiler beni. Oldukça becerikliydim aslında, ama yaptığımdan zevk almıyordum. Doğrusunu isterseniz, hiçbir şeyden pek zevk almıyordum. Okuldan mezun olduktan sonra boru imal eden bir fabrikada iş buldum. Fabrikayı ülkenin en iyi teknik üniversitesinden diploması olan bir mühendis yönetiyordu. Son derece zeki bir adamdı.

Ona kulaksız bir çocuk resmi falan gösterseniz anında fark ederdi.


(Gazze Blues; Etgar Keret & Samir El-Youssef. Çeviren: Avi Pardo.)

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Kitaplardan kurtulmak

Geçtiğimiz günlerde ilk kitabımız Anıkolik’in e-kitap formatında satışına başlandı, yanılmıyorsam burada da duyurduk bu haberi. E-kitap konusu bugünlerde oldukça tartışmalı ve karışık bir durum arz etmekte; ülkemizde henüz emekleme evresinde olsa da özellikle ABD’de bu alanda fazlasıyla kızışmış bir pazar ve dolayısıyla, tabiri caiz ise köpekbalıkları kaynayan sular söz konusu.

Tartışmaların kalbinde e-kitap okuyucularının kütüphanelerimizin yerini alıp almayacağı yatıyor. En önemli telif hakları ajanslarından Wylie, geçen hafta 20 kadar yazarının e-kitap haklarını Odyssey Editions adı altında yayıncılarından bağımsız olarak amazon’a satınca tartışmalar iyice alevlendi. Dağıtıcı kanalını ortadan kaldıracağına yönelik savlar, bu kez e-kitapların yayıncılık sektörünü tamamen yıkacağı yönünde yoğunlaştı. Wylie’nin hamlesinin bu pazara hareket getirdiği tartışılmaz elbette, ancak sektörün nasıl gelişeceği önümüzdeki senelerde belli olacak.

Can Yayınları geçtiğimiz günlerde Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın adlı bir kitap yayımladı; kitap Umberto Eco ve Jean Claude Carriere’in kitap, okuma, yeni formatlar ve temelde bilgi paylaşımı konulu sohbetlerinden derlenmiş. Kalıcı veri depolama ortamlarından daha geçicisi olmadığını savunan yazarlar, disketlerden USB’lere nice veri depolama aygıtının kolayca kullanılıp bir kenara atıldığı, ancak baki kalanın kütüphaneler olduğu görüşünde.

23 Temmuz 2010 Cuma

Dava

Geçtiğimiz hafta sizler blogumuzu takip ederken bizler bir haftalık bir kaçamak yapıp biraz kafa dinledik, dinlendik ve ardından sonbahar kitaplarının hazırlıklarını sonlandırmak üzere şehre geri geldik, yeniden karşınızdayız. Tatil çalışan bünye için elzem ancak sonrasında zorlayıcı bir süreç aslında; bir aranın ardından şehre dönen insan gazete okurken, yolda yürürken, her zaman yaptığı şeyleri yaparken şaşkınlık düzeyi yukarılarda seyrediyor ister istemez, en azından bir süreliğine. Tatil sonrası kafamı en çok kurcalayan ve Türkçe kaynaklarda özet olarak geçilen hadise Kafka’nın mirası kargaşası oldu; bir başka yazı planlamıştım ama ister istemez “canlı” blog yazmaya geri dönünce planları bir kenara bırakıp aklıma takılanlara kayıyorum. The Independent’ın detaylı olarak duyurduğu, akıllara durgunluk veren olaylar zinciri Kafka’nın kimi eserlerinde eşsiz biçimde yansıttığı kafkaesk mizansenlerle aşık atabilecek nitelikte.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Seni sevmiyorum


Kız, dedeme, keşke tabletlere kazınmış bir emir daha olsaydı, dedi: Hep aynı kal.
Onca ilişkisine, ölü kolunu görünce soyunuveren onca kadına rağmen dedemin başka arkadaşı yoktu ve dedem, onsuz yaşamaktan daha beter bir yalnızlık hayal edemiyordu. Hakkıyla benim diyebileceği, yokken özlediği ve hatta yokluğundan önce dahi özlediği tek kişiydi o. Çingene kız, dedemin kolundan fazlasını isteyen tek kişiydi.

Bir akşam, çimlerde çıplak yatarken, Seni sevmiyorum, dedi dedem.
Çingene kız dedemin alnını öptü ve Biliyorum, dedi. Eminim sen de, seni sevmediğimi biliyorsun.

Elbette, dedi ya dedem, çok şaşırmıştı; onu sevmemesine değil, söyleyebilmesine… Yedi yıllık aşk hayatında bu sözcükleri defalarca, dulların ve çocukların ağızlarından, fahişelerden, aile dostlarından, gezginlerden ve eşini aldatan kadınlardan duymuştu. Kadınlar daha konuşamadan Seni seviyorum demişlerdi. Birisini ne kadar çok seversen, diye düşünmeye başlamıştı, söylemek o kadar zorlaşır.

Birbirini tanımayan yabancıların sokaklarda birbirlerini durdurup, Seni seviyorum dememelerine şaşıyordu.


(Her Şey Aydınlandı; Jonathan Safran Foer. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Sesin simyası


Nick Cave'in Britanya'daki yayıncısı Canongate'den gelme taptaze bir haber; İskoçya'daki Dundee Üniversitesi, şair, yazar, şarkıcı ve müzisyen kimliğiyle tanıdığımız ve sevdiğimiz Nick Cave'e onursal doktora unvanı vermiş ve şahane bir konuşma eşliğinde yapılan törenle kendisini taçlandırmış. Sanatın karanlık gücünden, hayata değer katan sihirinden ve hayal gücünün tesirinden bahseden konuşmacı Kirsty Gunn, Cave'in yeraltından yükselen güçlü sesinden ve sanatının simyacılara eşdeğer dönüştürücü niteliğinden bahsetmiş. Devamı Nick Cave'in geçtiğimiz yıl yayımlanan romanı Bunny Munro'nun Ölümü'nden gelsin:

16 Temmuz 2010 Cuma

Beton orman


Sizler bu satırları okurken, senenin yorgunluğunu zihinlerinde taşıyan bizler yıllık izinlerimiz dolayısıyla kuş uçmaz kervan geçmez bir yerlerde, dalgaların seslerine kulak verip gökyüzünü gözleyerek önümüzdeki aylar için yenilenmeye çalışıyor olacağız. Bu vesileyle bugünkü blog yazımızı şehir hayatını reddederek doğaya katışan Chris McCandless'ın öyküsünü anlatan Yabana Doğru'ya ayıralım ve beton ormanlarında geçen hayatlarımıza farklı bir pencere açalım dedik. Okuyacağınız bölüm Jon Krakauer'in Yabana Doğru için yazdığı önsözün girişi, McCandless'ı tanımıyorsanız kitaba bir göz atmanızı ya da en azından -hikayeye tam anlamıyla sadık olmasa da- sinema uyarlaması Into the Wild'ı izlemenizi tavsiye ederiz. Her ne kadar talihsiz bir biçimde ölümle sonuçlanmış olsa da, McCandless'ın cebindeki tüm parayı yakarak modern hayatın prangalarını bir kenara bırakıp doğaya çekilme öyküsü üzerinde kafa yormaya değer. Geçen yazımızda David Foster Wallace'ın yeni mezunlara yaptığı konuşmayı ve Patti Smith'in mezuniyet sonrası hayata dair tavsiyelerini konu etmiştik, bu yazıda da mezuniyetinin ardından hayatta kendi yolunu kendi bildiği gibi çizen McCandless'ı anımsayalım. Haftaya görüşmek üzere.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Sarhoş gemi

Geçen senenin sonunda, büyük bir yazardan küçük bir andaç niteliğinde bir kitap yayınladık: David Foster Wallace'tan Bu Su. Bu Su, intihar ederek hayatına son veren Wallace'ın Kenyon College mezunlarına yaptığı mezuniyet konuşmasının bir metni; bizler de bu küçük kitabın formatından ebatına değin Amerikalı yayıncısının öngördüğü biçimine sadık kaldık ve ülkemizde henüz tanınmayan bu büyük yazarı kendi küçük, çağrışımları geniş bir kitapla okura tanıtalım istedik. Wallace Bu Su'da yeni mezunlara pek çok şeyin yanı sıra aslen algının tuzaklarından, zihnin kapanlarından bahsediyor. Wallace'ın diğer kitaplarını önümüzdeki aylarda yine Siren'den temin edebileceksiniz. Mezuniyet konuşması demişken geçenlerde pek sevdiğimiz bir sanatçı olan Patti Smith'in Pratt Institute mezuniyet töreni konuşmasına rastladım ve burada paylaşmak üzere notumu düştüm. Punk'ın ağır ablası Smith, mezunlara yaptığı konuşmaya şöyle başlıyor: "Size nelerden bahsetmek istediğimi çok düşündüm; Mikelanj'dan, Hans Hoffman'dan, My Bloody Valentine'dan bahsetmek istedim... Ama şimdi buradayım ve sizlere ağız sağlığınızın önemini hatırlatmak istiyorum." Kendi kuşağının dental hijyen konusunda çok özenli olmadığını ve ağız ve diş bakımını ihmal ettikleri için çok çektiklerini söyleyen Smith, yaratıcı bir ruhun karşılaşabileceği en büyük engellerden birinin ağrıyan bir diş olabileceğini belirtmiş. Konuşmanın devamında kendi kişisel tarihinden ve fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe ile New York'taki yeniyetmelik günlerinden dem vuran Smith, konuşmasının sonunda bir kitap karakterini, Pinokyo'yu anmış: "Pinokyo iyi niyetlerle ve büyük umutlarla yola çıktı ama yolunu şaşırdı, hatalar yaptı. Sonunda yine de kendi olmayı seçti çünkü içinde yanan ateş, ne olursa olsun sönmedi... Mutlu olmak, dişlerinize bakmak, bunlar işinize yarayacak. Çünkü mutlu olduğunuzda size kim olduğunuzu söyleyen içinizdeki o kıvılcım daha bir parlayacak. O kıvılcım ki sizin kendiniz dışınızdaki şeylere karşı coşkunuzu körükleyecek, ortaya koyduğunuz işleri güçlendirecek." Bir yandan deli saçması, bir yandan da gayet tutarlı bir tavsiye gibi duruyor ancak derdimiz Patti Smith'i sorgulamak değil, bize düşen bu tavsiyeleri sizlere aktarmak. Bu yazıyı klişe bir ifade ile bitirelim ve hayatta başarılar dileklerimizi iletelim.

Bu arada Patti Smith severler orijinalini temin etmek suretiyle sanatçının bu sene çıkan ve Robert Mapplethorpe anısına yazdığı otobiyografik Just Kids'e bir göz atsınlar, kitabı İstanbul'da İngilizce kitap satan kitabevlerinden temin etmek mümkün. Smith burada oldukça lirik bir dille kendi gençliğini anlatıyor ve özellikle şair Arthur Rimbaud'dan etkilendiğinden bahsediyor.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Mahzun değilim ben

Her sabaha doğruyu yapmak, iyi ve anlamlı bir insan olmak arzusuyla, imkânsızlığı kulağa basit geldiği kadar gerçek mutluluk arzusuyla uyanırdı. Ve her gün yüreği göğsünden midesine iner, öğle vakti geldiğinde hiçbir şeyin yahut kendisi için hiçbir şeyin yolunda gitmediği hissi ve kendi başına kalma arzusuna yenilirdi. Çember akşam çöktüğünde kapanır, mahzunluğunun azameti altında yapayalnız, hedefsiz suçluluk duygusunda yapayalnız, hatta yapayalnızlığında bile yapayalnız kaldırdı. "Mahzun değilim ben," derdi kendi kendisine defalarca, "mahzun değilim." Sanki günün birinde kendi kendisini ikna edecekmiş gibi… Ya da kandıracakmış gibi… Ya da başkalarını (mahzunluğunu bilmekten daha beter tek şey, başkalarının da bunu bilmesiydi)… "Mahzun değilim ben." "Mahzun değilim ben." Yaşamı sınırsız mutluluk potansiyeli barındırdığından, beyaz bir oda kadar boştu. Kendisine ait bir parça değilmiş gibi kalbini çıkarıp ayakucuna evcil bir hayvan misali yerleştirerek uyurdu. Ve her sabah dünkünden biraz daha ağır, biraz daha zayıf ama pompalamaya hâlâ devam eden yüreğini yine göğüs kafesinde bulurdu. Ve ikindiye doğru yine başka bir yerde, başka birisi, başka bir yerdeki başka birisi olma arzusu altında ezilirdi.
"Mahzun değilim ben."

(Her Şey Aydınlandı, Jonathan Safran Foer. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

9 Temmuz 2010 Cuma

Arzu nesnesi

Geçtiğimiz hafta blogumuza Daniel Alarcon’un objektifinden Peru’da bir kütüphane fotoğrafı koymuş ve takipçilerimizden kendi raflarını paylaşmalarını istemiştik. Internette yemekten ayakkabıya türlü fetiş objelerini porno başlığı altında bulabiliyorsunuz; yani, yenek pornosundan kitap rafı pornosuna uzanan ve porno terimini cinsellik harici bir platformda salt arzu nesnelerine uyarlayan bir bakış açısı söz konusu. Kitap rafı pornosu terimini -“bookshelf porn”- ararsanız dünyanın dört bir yanından bibliofillerin ağız sulandıran kitap rafı paylaşımları karşınıza çıkıyor. E-kitapların yayıncılık sektörünü dönüştürmenin eşiğinde olduğu tartışıladursun, alışageldiğimiz haliyle kitaplar halen okurlarının şahsi yakınlık kurdukları arzu nesneleri olmayı sürdürüyorlar. Her kitapsever bir başkasının kütüphanesini incelemekten haz duyar sanıyorum; kitap ve okuru arasında betimlemesi güç, fazlasıyla kişisel bir ilişki söz konusu. Yaz tüm hızıyla geçip gider, gündemdeki çeşitli trajedilerin yanı sıra saçmalık etrafta kol gezerken, -örneğin dünya kupası maç skorları Almanya’da bir ahtapot tarafından öngörülürken- şu üzerinde yaşadığımız tuhaf gezegende nerede olursanız olun kitaplarınızdan, kitaplardan ayrı düşmeyin deriz. Paylaşımlarınızı, sizin kitap raflarınızı bekliyoruz.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Hızlı ve tehlikeli


Yazı ele alalım mesela. Hangi yasa o yaz güneşin hissini, yakınlığını ve güzelliğini; kararmış kollarımdaki, ense ve omuzlarımın bronzlaşmış tenindeki sıcaklığını kapsar? Hangi avukat bisikletimin tekerlekleri altındaki yolun kızgınlığını ve spor ayakkabılarımın yerçekimine karşı gelişini açıklayabilir? Belki de kendi temmuz günlerinizin uzunluğunu, bir bisiklet selesindeyken önünüzde uzanan sonsuz ihtimalleri, sokak lambalarının vızıldayıp yandığı bir kenar mahalle boyunca çocukların caka satarak yürümesini, bütün bunların korkusuz duruşunu hatırlıyorsunuzdur. Özlem…

O yaz günler hiç bitmiyor gibiydi. Bir yerlerde bir bilim adamı, zamanın çocukluk ve yaz güçleri tarafından bükülüp esnediğini kanıtlıyordu sanki. Stockholm’deki jüri bu şahsın kaçınılmaz gelişini kolları açık bekliyor; bazı jüri üyeleri sonunda zamanımızın dahisinin çocukluk günlerimizin yetişkinlik günlerimizden daha uzun olduğunu, zamanın bizi kandırmaya çalıştıkları gibi bir çizgi değil, ilerledikçe hız ve tehlike kazanan bir eğim olduğunu kanıtladığı için ağlaşıyordu.

(Körler Ülkesi, Jess Walter. Çeviren: Seçil Kıvrak.)

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Sevginin İspatı

“Beni sevdiğini ispatlamak için bir şey yap,” diyor. Ne yapmamı istiyor? Ne? Söylemesi yeterli. Söylemiyor ama. Çünkü onu gerçekten sevseydim ne yapmam gerektiğini kendim bilirdim. Bana bir ipucu vermeye ya da ne olmadığını söylemeye gönüllü ama. İkisinden biri. Seçebilirmişim. Ne olmadığını söylemesini istedim; bu şekilde bir şeyler öğrenebilirdim, en azından. Onun ipuçlarından hiçbir şey çıkaramayacağım kesin. “Kendine zarar vermenle ilgili bir şey değil,” diyor, “gözünü çıkarman ya da kulağını kesmen gibi bir şey değil, çünkü o zaman sevdiğim birinin canını yakmış olacaksın, dolaylı olarak da benim canımı. Sana yakın birinin canını yakmak kesinlikle sevgiye işaret etmez.” Doğrusu, benden istese de kendime zarar vermezdim. Göz çıkarmakla sevgi nasıl bağdaşır, Tanrı aşkına? Peki nedir o yapmam gereken şey? Söylemiyor, ama o şeyi babama ya da anneme ya da kardeşlerime yapmanın da hiçbir yararı olmayacağını ekliyor.

Pes ediyorum, ne bana ne de ona yararı var bu oyunun.


(Gazze Blues, Etgar Keret. Çeviren: Avi Pardo.)

2 Temmuz 2010 Cuma

Mevsimsiz okumak


Yaz kitabı diye bir konsept var günümüzde, biliyorsunuz. Düzenli kitap okuyamayanların bu mevsimde tatil yapacağından ve dolayısıyla böylelikle okumaya vakit bulacağından yola çıkarak türemiş ancak zamanla tatilde okunacak sabun köpüğü kitapları kapsar hale gelmiş bir önerme bu. Haliyle kitapların mevsimleri olmaz, okumak da sadece tatilde güneşlenirken yüz gölgelemek için yapılan bir eylem değil. Her okurun belli dönemlerle ilintilendirdiği, belli çağrışımlar dahilinde okuma tecrübesini çoğalttığı kitaplar vardır. Subjektif elbette…