30 Ekim 2010 Cumartesi

Etgar Keret İstanbul'da, şimdi!

Etgar Keret İstanbul'da!

Nimrod Çıldırışları, Gazze Blues ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nün parlak yazarı, İTEF İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali kapsamında bir dizi etkinliğe katılacak. 31 Ekim Pazar günü KargART, yazarı bir değil tam 3 etkinlik dahilinde ağırlayacak.

KargART'ta 31 ekim günü Etgar Keret'in Kneller'in Mutlu Kampı isimli üyküsünden uyarlanan Bilekkesenler (Wristcutters) filmi gösterilecek. Aynı akşam Etgar Keret, yazar Hakan Günday ve Georgi Gospodinov ile beraber burada bir söyleşi gerçekleştirecek. Gece, İTEF davetlisi diğer yazarların da katılacağı bir parti ile son bulacak. Siz de gelin!

15:00 KargART Bilekkesenler (Wristcutters) film gösterimi

19:00 Etgar Keret, Hakan Günday, Georgi Gospodinov söyleşi

21:00 "Edebi" Parti

29 Ekim 2010 Cuma

Domates suyu

Yarından itibaren Tüyap'ta, salon 2 - 207 A'dayız, tüm okurları bekliyoruz!

New York’tan ülkeme son uçuşumda hosteslerden biri bana âşık oldu. Aklınızdan geçeni biliyorum – hava attığımı ya da yalancının teki olduğumu düşünüyorsunuz. Kendimi dayanılmaz bir erkek sandığımı ya da en azından öyle olduğumu düşünmenizi
istediğimi. Ama doğru değil. Kız gerçekten abayı yaktı bana. Uçak havalandıktan hemen sonra başladı, içki servisi sırasında. Bir şey içmek istemediğimi söylediğimde ısrarla domates suyu ikram etti. Doğrusunu söylemek gerekirse, ondan önce de kuşkulanmaya başlamıştım; acil durumda alınacak önlemleri gösterirken gözlerini benden hiç ayırmamıştı, her şeyi sadece benim için anlatıyordu sanki.

Bu da yetmezmiş gibi yemekten sonra bana fazladan bir sandviç ekmeği getirdi, yemeği yeni bitirmiştim. “Son bir tane kaldı, başka yok,” dedi sandviç ekmeğine aç gözlerle bakan yanımdaki küçük kıza, “ve beyefendi senden önce istedi.” Ama istememiştim. Uzun lafın kısası hostes vurulmuştu bana. Yanımda oturan küçük kız bile farkına varmıştı. “Sana kesik bu,” dedi annesi ya da her nesiyse tuvalete gittiğinde.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Tabulara karşı


Öykülerinde dikkat çeken ahlâkdışı yaklaşımı ve tabu konulara geleneklere aykırı bakış açısı yüzünden pek çok eleştiri almış Keret geçmişte. “Rabin Öldü” adlı öyküsünde Rabin adlı bir kedi bir motosikletin altında kalıp ezilir. Aynı ölçüde aykırı bir başka öyküsü “Sürpriz Yumurta” adını taşıyor. Bir kadın intihar saldırısı sonucunda ölür. Patolog Abu-Kabir’deki adli tıp merkezinde cesede otopsi uyguladığında kadının beyninde onlarca kanser tümörü bulunduğunu keşfeder. Patolog kadının kocasına karısının birkaç ay içinde ölmesinin zaten kaçınılmaz olduğunu söyleyip söylememe ikilemiyle karşı karşıyadır. Olayların gelişimi gücendirici olmamakla birlikte Keret öyküye mizah katmayı başarmış, bu da tutucu çevreler tarafından kâfirlikle suçlanmasına neden olmuş.
Şöyle yazıyor Keret: “Herkes bu saldırılarda ölüm nedenini kuşkuya yer bırakmayacak biçimde biliyor, insan bedeni içinde ne bulacağını bilmediğin bir sürpriz yumurta değil ki –bir yelkenli, ya da bir yarış arabası veya plastik bir koala. Ne zaman ameliyat etseler aynı şeyleri buluyorlar –küçük metal parçaları, çivi ve şarapnel..."
Ve şöyle diyor: “13 yıl boyunca her yıl Yediot Aharonot gazetesine festival öncesinde basılmak üzere bir öykü yolladım. Bu öyküyü yolladığımda beni telefonla aradılar. “Etgar, öykülerini çok sevdiğimizi biliyorsun, ama bunu yayınlayabileceğimizi sanmıyoruz.” Onlara öyküyü saygısızca bulup bulmadıklarını sorduğumda aldığım yanıt: “Hayır, ama ıstırap hakkında yazmanın alışılagelmiş bir yolu vardır, oysa bu öykü... farklı.”
Sonunda gazete öyküyü yayınlamış, ama İbranice olarak başka hiçbir yerde bir daha yayınlanmamış.
Keret’i çileden çıkaran da bu tavır zaten; insanların, özellikle de siyasetçilerin, yitim, elem ve İsrail belleği hakkında sadece kendi bildikleri gibi konuşulması gerektiğini düşünmeleri.

(Atira Winchester - Söyleşi; Çeviri: Avi Pardo.)

25 Ekim 2010 Pazartesi

Orada neler oluyor?

Etgar Keret'in Avi Pardo tarafından Türkçeleştirilen kitabı Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, tüm kitapçılarda! 31 Ekim Pazar günü saat 15.00'da KargART'ta gösterilecek olan ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nde yer alan "Kneller'in Mutlu Kampı" adlı öyküden uyarlanan film, Keret'in dünyasının hakkını veriyor diyelim ve daha fazla ipucu vermeyelim, film gösterimi ücretsiz, herkesi bekliyoruz. Keret, aynı yerde akşam saat 19.00'da Hakan Günday ve Bulgar yazar Georgi Gospodinov'la -yine İTEF kapsamında- bir söyleşi gerçekleştirecek, ardından gece Karga'da yine katılımı ücretsiz olan bir parti ile devam edecek. Pazar gününü kitap, dergi ve gazete eşliğinde miskinlikle geçirmeyi tercih edenlerden olsanız dahi, bu etkinliklerden en azından birine katılmanızı ve pazarınıza farklı bir pencere açmanızı şiddetle öneririz. İyi haftalar dilerken yazıyı Etgar Keret'in The Believer söyleşisinden yazıya dair bir alıntıyla bitirelim.

22 Ekim 2010 Cuma

Tanrı olmak...

Günler, tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali geçip gidedursun, ekim ayını da devirmiş bulunmaktayız neredeyse. Bizler gün sonu özetlerine, hafta sonlarında ve ay sonlarında yaptıklarımızı özetleyip yapacaklarımızı listelemeye fazlasıyla alışkınız, öyle ki geçen zaman gerçekliğini yitirip kum saatinden akan taneciklerden pek de farkı olmayan biçimde işliyor algımıza. Algılanan zamandan reel zamana geçip takvimimize baktığımda görüyorum ki duyurulacak haberler epey artmış, o zaman vakit kaybetmeyelim.

Harıl harıl sizler için yeni kitaplar seçerek çalıştığımız yazın ardından sonbahara Dave Eggers'dan Ne Nedir ile merhaba dedik ve kitabın açtığı pencerelerden epey bahsettik burada. Yaratılış mitleri konusunu daha fazla irdelemeyeceğimi söylemiştim ancak kütüphanemize göz gezdirirken rastladığım bir kitabı burada bu konuya ilgi duyanlara hemen önermek isterim: Su Mitosları - Deniz Gezgin. Sel'in Hayvan Mitosları ve Bitki Mitosları'nın ardından bastığı kitap konuya ilgi duyanlar için şahane bir giriş olanağı sağlıyor.

Ne Nedir demişken, bu hafta Dave Eggers ve McSweeney's tayfasından bir koli dolusu dergi ve kitap, ayrıca elle yazılmış bir teşekkür kartı geldi kapımıza. Resmi yazışmalara alışkın olan bizleri epey de sevindirdi; McSweeney's'in genç yeteneklerinden John Brandon'ın henüz ismi Türkçeleştirilmemiş olan romanı Citrus County şu anda çeviride, sanıyorum 2011'in ilk aylarında karşınızda olacak. Bir kayboluş öyküsünü konu alan romanın soluk soluğa okunduğunu söylemek gerek.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Farklı okumalar

Geçtiğimiz ay burada Dave Eggers'dan ve Ne Nedir'den, daha çok da Ne Nedir üzerinden açtığımız pencereler dolayısıyla yaratılış mitlerinden epey bahsettik. Yaratılış mitleri sardırdınız mı kolay kolay yakanızı bırakmayacak cinsten enteresan bir mevzu ancak burada daha fazla irdeleme niyetinde değilim. İnsanın nasıl kendi kişisel geçmişini göz önüne alarak 'kurguladığı' bir hayat anlatısı varsa, kolektif bazda toplumların da böyle kurgulara ihtiyaç duymaları ve bunların kültürlerin işleyişine dair vaat ettikleri ipuçları inanılmaz derecede zihin açıcı, onu söyleyelim. Bu ayki Milliyet Sanat'ta -kaçırdıysanız eğer- Yeliz Kızılarslan'ın kaleminden şahane bir Ne Nedir çözümlemesi yer alıyor. Edward Said'in 'mülteci' ve 'sürgün' tanımlamalarından yola çıkan Kızılarslan, modern dünyada göçebelik psikolojisi üzerinden Ne Nedir'i taptaze bir yaklaşımla ele almış. Vatan Kitap'ta Hamdi Koç imzasıyla yayımlanan inceleme ise romanı, yazarı ile bir arada ele alıyor ki bir tek kitabın bu denli farklı okumaları tetikleyebilmesi ve bu kadar çok pencere açabilmesi oldukça sevindirici. Gerçeklerin kurgusal düzenlemesiyle oluşturulan bir 'roman'ın akılda film karelerini aratmayacak resimler bırakması ise, sanıyorum yazarın maharetiyle birebir alakalı bir durum. Aşağıdaki pasajı ilk okuduğumdan beri aklımdan çıkmayan bir şey örneğin, o da benden olsun, 'bir aslanın karanlık ter kokusu...'

18 Ekim 2010 Pazartesi

Şansın rolü

Hep çok şanslı olduğumu düşünmüşümdür. İnsanlarda şansın hayattaki rolünü küçümseme eğilimi olduğunu düşünüyorum ve bunu kontrolden yoksun olduklarını inkar etmek için yapıyorlar. Ben böyle değilim. Çok sanslıydım ben. İnsanları eğlendirmeye yönelik bir yatkınlığım olmasaydı başka şeyler yapmak için uğraşırdım, ne yapardım bilmiyorum. Elimden gelenin en iyisini yapardım sanırım. Garip bir rastlantı sonucu insanları güldürebilen biri olmayı becerdim. Pek çok imtiyazla dolu bir hayat sürdüm ve bunun tek sorumlusu şanstı. Kabul ediyorum bunu. Şansımı bütünüyle doğrulayacak şeyler yapmamış olabilirim, daha iyisini yapabilmeyi isterdim.

15 Ekim 2010 Cuma

Hayal fabrikası

Geçtiğimiz hafta yayıncılık sektörünün en geniş kapsamlı organizasyonu Frankfurt Kitap Fuarı vuku buldu, Türkiye gündeminin kaynayan kazanı içinde atlamış olabilirsiniz. 300,000'e yakın ziyaretçi sayısıyla beş gün süren fuar boyunca yayıncılar, yazarlar, yazar ajansları ve sektörün farklı dallarında faaliyet gösteren insanlar şehre akın edip, yarım saatlik görüşmeler ve türlü farklı organizasyon dahilinde dünyada yayıncılık alanında neler olup bittiğine dair fikir edinme fırsatı buldular. Şehrinize tüm dünyadan yüzbinlerce insanın geldiğini ve bir yerlere kapanıp kitaplardan konuştuklarını düşünün bir! Jonathan Safran Foer, Her Şey Aydınlandı'da uzaydan bakan birinin sevişen çiftlerin kıvılcıma benzer parlamalarını seçebileceğini anlatır (kurgunun şiirseliği) ya; kitap okuyan, kitap üzerinden dünyaya bakan ya da işi gücü kitap olan yüzbinlerce insanın bir yerlerde toplanması da benzer bir etkiye sahip olabilir mi diye düşünmeden edemiyor insan... Bir salon dolusu kalabalığa bakıp herkesin birbirlerine kitaplardan bahsettiğini görmek, surreal denebilecek bir etki bırakıyor.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Hayatın çevirisi

İskelelere doğru seğirten kıçtan takma motorların gürültüsü, yükleri indiren adamların sesleri, soda, bira makarna ve domates konservesi taşıyan kamyonların köprülerde çıkardığı iniltilerle hayata dönüyor şehir. Her tarafından Venedik akan bu fotoğrafı, aşkı düşünerek çektim.
Bana aşık olsaydın, bu an farklı görünmezdi. Bana aşık olmasaydın da farklı görünmezdi; ama ben bu sahneyi, bana aşık olup olmaman üzerinden okudum, sanki aşk, hayatın çevirisiymiş gibi.

Belki de öyledir. Yoksa nasıl okuyacağız? Nasıl yazacağız? Gördüğümüz şeyi okur, ardından baştan yazarız; belki de, başka türlü yapmak yerine, buluşlarımızı üstlenmek daha iyidir.

Bak burada Aschenbach, Tadzio'nun peşinde; hiç ifade edemediği şeyi hayatında ilk kez hissediyor. Bak, burada bir kadın suyun üstünde yürüyor.

Hiç değilse bu, aşık olmaktan daha kolay.


(Jeanette Winterson, ÜÇ HARFLİ KELİME: AŞK. Çeviren: Sıla Okur.)

11 Ekim 2010 Pazartesi

Gerçek yazar

Bilinmeyen adlı romanı ay sonunda huzurlarınızda olacak Joshua Ferris, New Yorker'ın geleceğe yön verecek edebiyatçılar arasına aldığı bir isim; bu blogda da bundan epey bahsettik sanıyorum. New Yorker listesine girmesinden bir buçuk yıl kadar evvel, Ve İşimiz Bitti'yi yayımlamış ve Ferris'in Hürriyet gazetesinin Keyif ekinde yer alan bir söyleşi vermesini sağlamıştık. İşte, o söyleşiden alıntıladığımız ve geleceğe yön vereceği söylenen bu genç yazarın yazıya dair düşünceleri:


S: Yazar olmak için çok çabaladınız mı?

C:... Biraz önce kendimden bahsederken “gerçek” yazar dedim… Ne demekse… Her ne kadar yazarlıktan yazarlığa fark olsa da, bir veya birden fazla yayını olan biri hiç basılmamış kitaplar yazan bir diğerinden daha “gerçek” bir yazar sayılmamalı bence. Yazdığınız sürece “gerçek” bir yazarsınız, bu kadar basit.

Yazar olmak için gereken de bu: Okumak ve yazmak. Disiplin. İrade. Arzu. Yoğun bir düşünce süreci. Usanmadan araştırma. Bol sabır. Ve tonlarca uğraş.


S: Bu kitabın (Ve İşimiz Bitti) bu kadar çok ilgi görmesi sizi çok mu şaşırttı?

C: Şaşırdım, evet. Ama daha yazmadığım pek çok kitabım var. Haliyle eleştirmenlerin karşısına çıkmadılar. Beğenilecekler mi, başarısız mı olacaklar henüz belli değil. Bu kitabın başarısının onlar üzerinde bir etkisi olmayacak. Yine de sabah uyanıyorum ve yazının başına oturuyorum. “Gerçek” bir yazarın yapacağı bu çünkü… Beğenilse de beğenilmese de.

8 Ekim 2010 Cuma

Limon suyu



Hürriyet gazetesinden 23 Eylül tarihli bir haber; başlığı "Her Şey Tamamdı, Gürültü Hariç." Haber, Arnavutluk'ta birkaç soyguncudan bahsediyor; bir banka soymak için oranın üst katını kiralayıp kazmaya başlıyorlar ve sonunda fazla gürültü kopardıkları için yakalanıyorlar. Bu tarz haberlerde sık rastlanmayan bir şekilde muhabir Woody Allen'a gönderme yapmış ve hadisenin tıpkı Küçük Sahtekarlıklar (Small Time Crooks) filmini anımsattığını belirtmiş. Filmi bilen bilir sanıyorum, gerçi sinema tarihi beceriksiz soyguncu temalı soygun filmleri yönünden epey de zengin. New York Times kaynaklı bir başka akıllara durgunluk verici haberi ve makaleyi anımsamadan edemiyorum; Andre Breton'dan "Varoluş başka yerde" alıntısıyla başlayan makale, Pittsburgh'de gündüz vakti birkaç bankaya elini kolunu sallayarak giren ve kasayı kaldıran hırsız McArthur Wheeler hakkında. Wheeler, yüzünü gizlemeye yönelik bir çaba göstermediğinden soygunların hemen sonrasında kolaylıkla saptanmış ve tutuklanmış; ama işin tuhafı, onu almaya gelen polisler karşısında büyük bir şaşkınlık geçirmiş ve şöyle demiş: "Ama limon suyu sürmüştüm!"

6 Ekim 2010 Çarşamba

Modern bir intihar yöntemi


Joshua Ferris'in yeni romanı Bilinmeyen, ay sonunda raflarda olacak. Ferris, blogda sık sık bahsettiğimiz bir yazar; ilk romanı Ve İşimiz Bitti ile yakaladığı kendine ait bir okur kitlesi de mevcut. Bilinmeyen, ton olarak Ve İşimiz Bitti'nin keskin mizahından epey uzak; ancak Ferris'in her iki kitapta da -bambaşka biçimlerde- günümüz insanının çıkmazlarını, özellikle çalışma hayatı üzerinden irdelediğini söyleyebiliriz. Ve İşimiz Bitti, kolektif anlatılan bir öyküydü; Bilinmeyen ise tek bir karakterin yaşamına odaklanıyor - avukatlık yapan ve günün birinde tanısı konulamayan bir 'şey' yüzünden hayatı ve hayatla ilişkisi yeniden tanımlanmak zorunda kalan bir adamdan... Gerisi, hikayenin kendisinde gizli, şimdilik bu kadar ipucu yeterli sanıyorum. Yukarıdaki görsel Nathan Sawaya'ya ait; Sawaya, tıpkı Ferris'in Bilinmeyen'de yarattığı ana karakter gibi avukatlık yaparken işinden ayrılmış ve sonrasında legolarla yaptığı çalışmalarla büyük ün kazanmış bir figür.

Ve İşimiz Bitti'nin girişi için çevrimeni Duygu Günkut bir önsöz yazmıştı; onu burada paylaşalım ve Bilinmeyen'i bekleyin, diyelim:

"Ey gökleri delercesine yükseklere uzanan plazaların döner kapılarından girip çıkan isimsiz kahraman! Bu kitabı gülerek oku, e mi? Bu hayat başka türlü çekilmez. Hem işini bırakıp bir deniz kıyısına da yerleşemiyorsun madem… Ayrıca gönderdiğin e-postalara biraz özen göster. Dikkatsizliğin işten atılmana bile yol açabilir!

Ben bu yazarı çok sevdim!

4 Ekim 2010 Pazartesi

Hayatın gerçekleri

Kitap, kendisiyle girilecek ilişki tayin edilmiş bir obje; kitabı, haliyle, elimize alıp okuyoruz.(Anlamlı bir şekilde aktarılmış olduğu söylenen ilk Hititçe cümledeki gibi doğrudan: "Ekmeği yiyeceksiniz, suyu içeceksiniz.") Ama bu, sanatın kitabı türlü yaratıcı biçimde gündelik hayata sızdırmasına engel değil elbette. Daha önce burada Dieter Roth'un edebiyat sosisinden, Matej Kren'in kitaplarla yarattığı evrenlerden ve elbette ki Borges'ten söz etmiştik. Roberto Bolano, müthiş romanı 2666'da kitaplarla insanlar arasındaki ilişkiye dair Marcel Duchamp'tan esinlenilmiş bir mizansen çiziyor ki, hayali bile heyecan verici. Şöyle ki; Marcel Duchamp, yeni evlenmiş olan ve Paris'te yaşayan kız kardeşine düğün hediyesi olarak bir geometri kitabı satın almasını ve kitabı balkonlarında bir çamaşır ipine asmasını söylüyor. "Rüzgâr böylelikle kitabı kendi karıştırsın, beğeneceği problemleri seçsin, sayfaları çevirip yırtsın diye." 2666'da olan bitenleri anlatma niyetinde değilim; ancak hadisenin mandallar, çamaşır ipi ve bir geometri kitabını içerdiğini söyleyeyim. Duchamp'ın düğün hediyesi, 1919 yılında kız kardeşi Suzanne tarafından uygulanmış ve kitabın yok olmadan evvel "hayatın gerçekleriyle" tanışması sağlanmış. Kağıt üzerindeki harflerin kasıtlı beraberliğinde, organik bir varlık söz konusu - çamaşır ipine asılan kitapla rüzgârın ilişkisi, rüzgârın orada asılı bulunabilecek çarşafla ilişkisinden tamamen farklı.

Bunlardan bahsetmişken söyleyelim; kapak tasarımlarımızın müsebbibi Nazlım Dumlu, Tophane-i Amire'deki Liselim sergisinde işlerini sergiliyor, 9 Ekim'e değin sürecek sergiyi şiddetle tavsiye ederiz.

Yazının görseli Alycia Martin'in kitap temalı yerleştirmelerinden; kitabınız bol olsun.

1 Ekim 2010 Cuma

Bilinmeyen

Ekim ayı kitaplarının son hazırlıkları tüm hızıyla sürerken hatırlatalım, önce Woody Allen'ın Eğrisi Doğrusu ardından Etgar Keret'in Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü ve Joshua Ferris'in Bilinmeyen'i raflara düşecek. Ferris, bu blogda zaman zaman bahsettiğimiz, genç ve parlak bir yazar; New Yorker onu geleceğe yön verecek yazarlar arasında sayıyor, ilk kitabı Ve İşimiz Bitti ise yayımlandığı yıl pek çok ödüle aday gösterilmekle beraber The New York Times'ın Yılın En İyi Romanları sıralamasında ilk beşte yer almıştı - ki bu, ilk romanını yayımlamış bir yazar için ayrıca önemli. Yeni kuşağın en özgün ve yetenekli kalemlerinden biri sayılan Ferris'in yeni romanı Bilinmeyen, yazarın olgunlaştığının ve çağdaş edebiyatın ağır topları arasına şimdiden kurulmaya niyetlendiğinin göstergesi. Ferris, ilk romanı Ve İşimiz Bitti'yi bir ara çekmeceye tıkıp yakmayı düşündüğünü belirtmiş ve şunları söylemiş:

"Ne yazmak istediğimi biliyordum ama doğru sesi bulamamıştım. Sonra bir gece ilk iki cümle aklıma düşüverdi. Kalktım ve yazmaya koyuldum. Sesi kafamda duyabilmek muhteşem bir duyguydu ama korkutucuydu da, hepsini sayfalara dökemeden bir arabanın altında kalıp öleceğimden emindim. Öyle ki o ara yürüyüşe çıkmayı ve markete gitmeyi bile bıraktım ve eve sürekli dışarıdan yemek söyler oldum - beni öldürme olasılıkları bir arabanınkinden daha yüksek olan yemekler. (...) İşimi seviyorum ben. Yazmaya bir gün ara versem huzursuzluğa gark oluyorum."

Bilinmeyen'de Ferris, tanısı konulamayan bir hastalığın pençesinde hayatı giderek tuhaflaşan bir adamın öyküsünü anlatırken yine bizlerin hayatlarına ve hayata dair hiç sorgulamadan kabullendiğimiz pek çok şeye yöneltiyor oklarını. Ve İşimiz Bitti'deki ironinin yerini, bu kez derin bir hüzün kaplıyor. Varoluşun sefaleti mi desem, günümüz insanının çıkmazları mı bilemiyorum. Kafa yormaya değer.

Resimde efsane sanatçı Jackson Pollock büyük bir ciddiyetle resmi üzerinde çalışıyor. Günler, haftalar, aylar geçiyor ve insanın işi çalıştıkça -beklenenin aksine- çoğalıyor. Bilinmeyenlere inat, kendimizi bilerek yaşayabilmemiz dileklerimizle...