30 Aralık 2011 Cuma

Seneye!

Bu yıl bizi takip eden, destekleyen ve dostluğunu eksik etmeyen tüm okurlarımıza teşekkürlerimizle... İyi seneler!

(Bu yıl Siren'de çalanlardan bir playlist, ortaya karışık.)

29 Aralık 2011 Perşembe

Kudur!

Dave Eggers'ın Vahşi Şeyler'i önümüzdeki hafta raflarda! Vahşi yazımıza yorum bırakıp kendi vahşi çocukluk anılarını paylaşan okurlarımıza hediyelerimiz olacak, sizin maceralarınızı pazartesiye değin bekliyoruz. Aşağıda, karizmatik insan Karen O'nun Where The Wild Things Are'a yaptığı şarkı, Spike Jonze filminden görüntüler eşliğinde. Yukarıda, azgın çocukların ilahı Calvin ve can dostu Hobbes.
Güzel günler dileklerimizle... Kudurma vakti!

28 Aralık 2011 Çarşamba

Niyet

Saatlerce hayattan, şundan bundan konuşurlardı; evet, mutluyum, hayır mutlu değilim, o kızı özlüyorum, o işi istiyorum, heyecan arıyorum. Çoğunlukla yalan söylerlerdi. İsteyerek değil ama, çıkıverirdi ağızlarından. Bir süre sonra ikisi de bundan sıkılmaya başladı. Bu yüzden borsadan ve spordan konuşmaya başladılar. Sonra Uzi dört-biralık testi icat etti. Basitti: Her üç haftada bir bir bara gidip dörder bira içeceklerdi. İlkini hiç konuşmadan içeceklerdi. İkincisini kendilerini nasıl hissettiklerine dair konuşarak. Üçüncü ve dördüncü birada da öyle. Her seferinde dolgun bahşiş bırakıyorlardı. Bazen kusuyorlardı, fakat mekân sahipleri buna alışmışlardı. Sonra Eytan bir aylık ihtiyati askerlik görevine gitti, ardından Uzi’nin şirkette büyük bir proje hazırlaması gerekti, bu yüzden altı hafta görüşmediler. O altı hafta zarfında Eytan hippi tarzı bir sakal bıraktı, Uzi ise üç kez sigarayı bırakmaya teşebbüs etti.

(Etgar Keret, Buzdolabının Üstündeki Kız. Çeviri: Avi Pardo. Görsel, Martin Puryear'in işlerinden birine ait. Sizler bu yıl nelere niyetlenip nelerden vazgeçmek zorunda kaldınız?)

27 Aralık 2011 Salı

Program



Dün çağdaş edebiyat arenasında bu yıl ne oldu ne bitti temalı kısa bir özet geçtik, bugün önümüzdeki günlerde neler yapacağız, kısaca değinmek niyetindeyim. Bu yıl en çok ilgi gören kitaplarımız Shirley Jackson'ın Tepedeki Ev'i, her daim güncel Woody Allen serisi ve David Foster Wallace'ın İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'i oldu - Téa Obreht, Etgar Keret, Ron Currie Jr., Jonathan Safran Foer, Joshua Ferris gibi özgün kalemler, özellikle Tüyap Kitap Fuarı'nda öne çıkan yazarlarımız arasındaydı. Seneye çok sağlam metinler, yaratıcı işler var programda, bizi izlemeye devam edin. Hepsini şimdiden açıklayıp heyecan kaçırmak olmaz ancak bir süre evvel duyurduğumuz şahane kitaplar var; bunlara tez zamanda kavuşacaksınız. Nevzat Erkmen çevirisiyle Yolda'nın devamı niteliğindeki Big Sur, yine Kerouac'ın 'kayıp' oyunu Beat Kuşağı, yepyeni bir edisyon ve Avi Paro'nun Türkçesiyle Yengeç Dönencesi, Booker ödüllü DBC Pierre'in yeni romanı Harikalar Diyarında Işıklar Söndü, yeni yılın ilk günlerinde biraz keyiflenmek için Dave Eggers'ın Vahşi Şeyler'i, Jonathan Safran Foer'in Eating Animals'ı, Téa Obreht ile birlikte NY Times'ın 5 kitaplık seçkisi dahil hemen hemen tüm belli başlı Yılın Kitapları listelerinde arz-ı endam eden Karen Russell'ın Swamplandia'sı, Sam Lipsyte'ın zeka dolu mizahıyla öne çıkan Talep'i, Jedediah Berry'nin tuhaf polisiyesi Hafiyenin El Kitabı, bu sene sizler için hazırlayacağımız kitaplar arasında. Salvador Plascencia'nın Kağıt İnsanlar'ı, bahar aylarında karşınızda olacak ve blog yazarınız olarak iddia ediyorum, böyle bir kitap okumadınız! Colson Whitehead, David Foster Wallace, Etgar Keret ve Dave Eggers şahaneleri de ufuktalar, onu da çıtlatayım. Pek sürprizli bir yıl var önümüzde, o yüzden Marduk'tu, dünyanın sonuydu falandı filandı diyenlere kulak asmayın, siz yine kitaplarınıza zaman ayırın.

26 Aralık 2011 Pazartesi

Özet

Senenin son haftasına da girmiş bulunmaktayız sevgili okuyucu... Yıl boyu ağır arızalardan mustarip olmak suretiyle yazamadığım zamanlar haricinde -asayiş berkemal neyse ki- her gün güncellenen Sirenin Sesi'ni takip ettiğiniz için sizlere teşekkür ederim öncelikle. Bu yıl çok çalıştık, önümüzdeki yıl dahası için çalışacağız. Sene sonlarında özet geçmek, bu yıl ne oldu ne bitti değerlendirmek adettendir; biz de kendi değerlendirmemizi yapalım. Yerli yazarlardan, bu sene ülkemizde gündem yaratan kitaplardan bahsetmeyeceğim bu yazıda; mevzumuz, çağdaş edebiyatta dünya genelinde ne oldu ne bitti, ağırlıklı olarak ABD ekseninden genele bir bakış... Bu sene bu çerçevede Haruki Murakami'nin 1Q84'ü, David Foster Wallace'ın ölümü ardından yayımlanan The Pale King, Stephen King'in 11/22/63'ü, Umberto Eco'nun Prag Mezarlığı ve Jeffrey Eugenides'in The Marriage Plot'u çağdaş edebiyatın öne çıkan ve ses getiren romanları oldu. Yenilerden burada sıkça bahsettiğimiz Téa Obreht, Karen Russell, Teju Cole, Stephen Kelman, Erin Morgenstern ve Chad Harbach heyecan yaratan çıkışlar yaptılar. Basılı kitap öldü mü, cenazesi kalkıyor mu vs. tartışıladursun, e-kitap satışları dünya bazında arttı ancak basılı kitaplar, bundan fazla etkilenmiş görünmedi. Her ne kadar Ikea kitaplık üretmeyi bıraktı, artık kitaplarımızı çöpe atıp hayatlarımıza e-reader'lar ile devam edebiliriz temalı haberlere ülkemiz basınında sıkça rastlamış olsak da, e-kitap henüz Türkiye'de beklenen patlamayı gerçekleştirmiş değil. Wikipedia'nın Unesco kaynaklı verilerine göre, basılan yıllık kitap adedi istatistiklerinde Türkiye dünya genelinde 14.cü sırada. (Bilgiler, haliyle henüz 2011'i kapsamıyor; ama son senelere dair kabaca bir değerlendirme olarak ilginçler.) Bunlara karşın burada bahsettiğimiz Şifre Ağacı gibi 'kitap içinde kitap' kurgulu metinler, elektronik ortama aktarılamazlıkları üzerinden değer kazandı. Sıra dışı basılı kitaplar demişken; son filmi Gelecek halihazırda sinemalarda gösterimde olan Miranda July, It Chooses You adlı kitabıyla sokağa uzandı ve ilanlarla bir şeyler satan insanları bulup hikayelerini yazdı; ardından bu eşyaları metinleri ile birlikte satışa çıkarttı ve tüm bu macerayı detaylandıran bir kitap yayınladı - sonuçta It Chooses You, hakkında en çok konuşulan 'iş'lerden biri oldu. Wall Street'i İşgal Et kapsamında pek çok insan sokaklara döküldü; gezgin kütüphaneler eylemleri destekledi; Julian Assange'nin Onaylanmamış Otobiyografisi üzerinden yazar ve yayıncı hayli enterasan bir kavgaya tutuştular ve savaşın galibi yayıncı Canongate oldu; internet kitapçısı Amazon giderek güçlendi ve yayıncılığa soyundu; ABD'de önemli zincirlerden Border's iflas ederken bir zamanlar ortadan kaybolacakları öngörülen küçük kitapçılardan kendi nişlerini yaratanlar dimdik ayakta kaldılar. Beyazperde, edebiyat ile yakın temasını sürdürdü ve pek çok edebiyat eseri sinemaya uyarlandı; Ejderha Dövmeli Kız, Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, Kevin Hakkında Konuşmalıyız, Bir Gün, Yardımcı, Sherlock, bunlardan bazıları. Yılın son günlerinde, henüz bitmemiş olmasına rağmen Peter Jackson'ın merakla beklenen Hobbit'inin trailer'ı yayınlandı ve Orta Dünya, yine coşku yarattı.

Nihayetinde sevgili okur, birileri yazdı, birileri hazırladı, birileri yayımladı. Sizler, kitap okudunuz. Dünya benzeri bir gezegen keşfedildi. Bizler, yaşamayı sürdürdük. Halinizin hoş, 2011 özetlerinizin olumlu olması dileklerimizle... Yarın özetten devam.
(Görsel, Aaron Siskind.)

23 Aralık 2011 Cuma

Genç!




Téa Obreht'in Kaplanın Karısı romanı hakkında epey yazdık çizdik, biliyorsunuz. Roman, Amazon'da gün itibariyle 46.cı sırada, NY Times'ın seçtiği 'Yılın 5 Romanı'ndan biri, Goodreads Yılın Romanları'nda ilk 10'da, Entertainment Weekly'nin Yılın Kitapları seçkisinde, 2011 Orange Ödülü'ne layık görüldü ve National Book Award'a aday gösterildi, Publisher's Weekly'nin Yılın Romanları seçkisinde yer alıyor, Library Journal'ın Yılın Kitapları listesinde, daha yazayım mı bilmiyorum, dahası da var çünkü. Yıl biterken, bütün bu referanslar ışığında, siz de kendi listelerinizde bu kitaba yer açın derim; malum, gençlerin yedek kulübelerinde bekletildiği, meydanın genelde 'büyüklere' kaldığı topraklarda yaşıyoruz, genç bir yazarın ne anlatmış olduğuna kulak vermek fena bir fikir sayılmaz. Belki yeni senede, daha az önyargı daha fazla ilham bulma fırsatımız olur.

Cümlemize kolaylıklar dilerim.

(Bu arada Flavorpill, Kaplanın Karısı'nda da bahsi sıkça geçen bir kitabın karakterine, Orman Çocuğu'nun Mowgli'sine bir playlist hazırlamış. Listede Red Hot Chili Peppers, Animal Collective ve Devendra Banhart gibi isimler var. Kitap eşliğinde müzik dinlemeyi sevenler için bir kısmını aktarmayı görev bilirim. )

22 Aralık 2011 Perşembe

Favori

Sene sonuna geldik ya, ister istemez bir geriye dönüş kafasının etkisi altındayım, sevgili okur. Müthiş yorulduğumuz ama çok iyi vakit geçirdiğimiz Tüyap Kitap Fuarı'nda birkaç günde bir duyduğumuz bir soru vardı: "Bu kitaplar neyi anlatıyor?" Durup durup bunu düşünüyorum - bütün bunlar, bu kitaplar, bu yazılar, bütün bu olan biten neyi anlatıyor? Paniğe mahal yok; eşyanın tabiatı gereği bu, takıldı mı takılıyor, sizlere de fenalık geçirtme niyetinde değilim. Her neyse, dehşet verici bir başka sorudan bahsedelim, hazır yılın kitapları listeleri dört bir yandan türeyip duruyor, soru şu: "En favori kitabınız nedir?" Yazmak bile tüyler ürpertici, ama özetin bu kadarı da fena değil de ne? Yaşar Kemal, geçtiğimiz günlerde benim de yakından takip ettiğim The Millions adlı kitap sitesinde benzer bir soru cevaplamış, bu yılın kitabının ona göre ne olduğu sorulmuş o da -daha evvel verdiği bir cevaba gönderme yaparak- Erich Maria Remarque'ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok'unun bu yılın değil, içinde bulunduğumuz yüzyılın kitabı olduğunu söylemiş ve nedenlerini de belirtmiş örneğin. Bir şeye çok yakından baktığınızda ister istemez miyoplaştığınız muhakkak, ama indirgemek sanıyorum esas sorunlu mesele - soruyu yönelten sizden sadece bir kitap adı duymayı beklerken aklınızdan onlarcasının geçmesi, işte bundan. Bir paragraf hakkınız olsa eğer, konumlandırma ve nedenlerinizi açıklama fırsatınız olsa, soru böyle feci gelmeyecek kulağa... Radikal, okurlarına bir anket yapıyor ve yılın 10 kitabını oylamalarını istiyor örneğin bu günlerde; tartışmaya epey açık bir seçki, bir göz atmanızı öneririm.
Her neyse, ne diyorduk, takılıp kalma eğiliminden bahsediyorduk ve ben Téa Obreht'in çiğnenen onurundan bahsedecektim... O da yarına kalsın öyleyse. Haliniz hoş olsun.

(Görsel, Basquait.)

21 Aralık 2011 Çarşamba

Film


Okuyucu ve Saatler'den hatırladığımız Stephen Daldry'nin Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ı sinemaya uyarladığından ve filmin 2011-2012'ye damgasını vurmasının beklendiğinden burada bahsettik daha önce. Ben kendi payıma şüpheci tavrımı korumaktayım; filmin ilk gösterimi 25 Aralık günü yapılacak, ülkemizde de mart ayında izleme fırsatı bulacağız. Bu arada Stephen Daldry Variety'ye konuşmuş, iddialı da konuşmuş - sinemaya uyarlanamayacak kitap olmadığını söylemiş örneğin, tiyatro kökenli olduğu için en zor işlerin altından kalkabildiğini, yazarlarıyla yakın mesafede çalıştığını vs. belirtmiş. Bunlar bir yana, Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ın duygusal yükünü beyazperdeye aktarmak için çok çalıştıklarını ve bunu başardıklarını belirtmiş. Söylemiştik, Daldry olsun, Forrest Gump'a imza atmış olan senaryo yazarı Eric Roth ya da Tom Hanks - Sandra Bullock ikilisi olsun; kadro buram buram Oscar kokuyor. Film kitaba haksızlık etmeksizin yansıtabilecek mi anlatılanları, onu bekleyip göreceğiz.

(Bu arada Baz Luhrman'ın Muhteşem Gatsby'sinden bazı fotoğraflara rastladım Daldry'nin sözlerini tararken. Bu uyarlamada Leonardo DiCaprio ve Tobey McGuire bir arada yer almışlar ki -üzgünüm ama- Tom Hanks/Sandra Bullock ikilisinden de fena bir eşleşme ortaya çıkmış sanki. Onu da izleyecek ve göreceğiz.)

20 Aralık 2011 Salı

Hiç

Hiçten yapılmış bir adamı seviyordu. Onsuz birkaç saat geçirmeye görsün, onu hemen bütün bedeniyle özlemeye, polietilen ve betonla kuşatılmış bürosunda oturup onu düşünmeye başlıyordu. Ve her seferinde zemin kattaki bürosunda kahve suyu ısıtıyor, yüzünü buharına tutup onun yanaklarını ve gözkapaklarını okşadığını hayal ediyordu. Oturduğu apartman dairesine gidip merdivenleri koşarak çıkmak ve kapıyı anahtarıyla açtığında onu boş yatağının çarşafları arasında çıplak ve bekler halde bulmak için sabırsızlıkla gün bitsin istiyordu.

(Alıntı, Buzdolabının Üstündeki Kız adlı Etgar Keret şahanesinde yer alan 'Hiç' adlı öyküden, devamı kitapta... Çeviren, elbette ki Avi Pardo. Buzdolabının Üstündeki Kız'ı, yıl bitmeden okumanızı şiddetle öneriyoruz, son öykü 2012'ye ne olursa olsun gülümseyerek girmenizi sağlayacak nitelikte. Görselde, Ralph Steiner imzalı bir 'hiç' fotoğrafı.)

19 Aralık 2011 Pazartesi

Okur

Hatırlayacaksınız, o günler metin yorumlamasında Yazarın ölümü, buna karşılık Okurun yükselişinin en şaşaalı günleriydi, artık son söz salt okurun olmuştu.*

Paris Review'da ilginç bir makale okudum geçenlerde: Bir lise öğrencisi, edebiyat dersinde anlatılanlara tepki duyarak bir dizi yazara anket kıvamında sorular gönderiyor. Bir kısmı cevap yazmasalar da aralarında Kerouac, Bellow, Mailer gibi isimlerin de yer aldığı bir grup, öğrencinin sorularını yanıtlıyor. (Sene 1963, olaylar internet ve e-posta öncesi bir çağda geçiyor. Bahis konusu lise öğrencisi bugün koca bir adam.)

Sorular (biraz kısaltıyorum) şöyle:

1. Eserlerinizde sembollere bilinçli ve kasıtlı olarak yer veriyor musunuz?
2. Okurlarınız siz kasıtlı olarak sembolizme yer vermeseniz de yapıtlarınızda sembollere rastlıyorlar mı? Bu durumda tepkiniz ne oluyor?
3. Klasiklere imza atmış büyük yazarların kasıtlı olarak sembolizme başvurduklarını düşünüyor musunuz?
4. Bu konuda sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Sorulardan anlıyoruz ki mektupları ve anketi gönderen öğrenci, sembolizm ve semboller konusunda öğretmeniyle aynı duyguları paylaşmıyor. Kerouac'ın birinci soruya cevabı kısa ve öz: "Hayır." Dördüncü sorunun altına yazdıkları da ilginç: "Edebiyatta sembolizm tamam da ben hayattan gerçek olayları ve tanıdığım insanları yazıyorum." Boris Vian da Günlerin Köpüğü'ne girişte 'bunların hepsi gerçek çünkü onları ben hayal ettim," demiyor muydu? Korkmayın, kurgu ve gerçek temalı hezeyanlarla konuyu dağıtacak değilim. (Bu konuda tartışma fırsatları olsaydı eğer, bu iki yazar tartışmayı es geçip içki içerler, caz falan dinlerlerdi diye düşünüyorum.) Her neyse, Norman Mailer'ın cevabı, bir nebze daha ters: "Çok üzgünüm ama sembolizm hakkında soruklarınızı cevaplayacak vaktim yok." Bunun ardından Mailer, yazarken olayın teknik ayrıntılarına fazla kulak asmadığını ekliyor ve en sağlam sembollerin kasıtlı olarak bulunanlar değil de kendiliğinden metne yerleşenler olduğunu belirtiyor. Soru gönderilen 150 yazardan 75'i cevap yazmış bu arada... Bütün bu aktarılanlarda fazlasıyla naif bir şeyler mevcut; liselinin okuduğu ve yorumladığı her metinde semboller gömülü olduğunu iddia eden edebiyat öğretmenine başkaldırısı da cabası. Günümüzde okurun yazara bu kadar kolaylıkla ulaşması söz konusu değil, o ayrı. 140 karakterlik diyaloglara olanak tanıyan twitter sayılmazsa, kimseler birbirlerine böylesine doğrudan ulaşamıyor artık. Bu mektuplar, koleksiyon değerleri bir yana, bir galeride sergilenecek nitelikte.

Yukarıdaki görselde Robert Gober'dan 'Gazete' adlı bir iş, aşağıda Kerouac'ın cevap mektubu:








(Alıntı, geçtiğimiz hafta hayata veda eden Gilbert Adair romanı Yazarın Ölümü'nden. Çeviren: Aslı Biçen, YKY.)

16 Aralık 2011 Cuma

Sağlama

Uzun ve yorucu bir haftanın sonuna geldik sevgili blog okuru; yazarınız epey badire ile cebelleştikten sonra sapasağlam karşınızda olduğunu gururla duyurur. Sene sonlarının tatlı bir telaşı, insanı özetler çıkarmaya iten bir tarafı ve beklenmedik anlarda ters köşe yaparak hayat akışını hızlandırma gibi özellikleri var - aman dikkat. Haftayı bağlarken Vahşi Şeyler'e dair son sözler Dave Eggers'dan gelsin. Eggers, hayatın sterillliğinden ve bunun bir çocuk için ne denli feci olduğundan bahsediyor:

Spike ile senaryoyu yazmaya başladığımızda haftalar boyu kendi çocukluklarımızdan bahsettik. O kadar fazla şey deşmiştik ki hepsini senaryoya sığdırmamız imkansızdı. Böylelikle kitap, benim için kendi çocukluğumla ilgili düşündüklerimi öne çıkartan bir fırsat oldu; kimi oldukça kişisel, kimi de alaycı yanlarını... Roman sayesinde Max'e kendi çocukluğumdan bir şeyler kattım, biraz da çocukken tanıdığım diğer çocuklardan... Biz çocukken epey tehlikeli işlere kalkışırdık, çok yaramazlık yapardık. Tüm derdimiz her yeni gün dışarı çıkıp saçma sapan işler karıştırmaktı. Romanda, Max'in seyahate çıkmadan önceki yaşamı benim kendi çocukluğuma bir saygı duruşu sayılır - o zamanlar gündüz bisikletle evden çıkıp akşam hava kararana değin dönmemek bir çocuk için hiç de garip sayılmazdı ama şimdi öyle. Max kafese tıkılmış bir hayvan gibi hissediyor biraz; ya da yaşam alanı elinden alınmış bir hayvan gibi. Ama çocukların alana ihtiyacı vardır; özgürlüğe ve her fırsatta kirlenmeye...

Sene sonu gelirken bizden tavsiye: Özetlerinizi çıkarın, sağlamalarınızı yapın ve neye ihtiyacınız var, onu düşünün. Benim kendi özet sürecim başlayalı epey oldu, böyle giderse onun da özetini çıkarmam gerekebilir. Sizin haliniz hoş olsun...

15 Aralık 2011 Perşembe

Uyan!

O kadar anlattık, aşağıda Where The Wild Things Are'ın trailerı, Arcade Fire'dan Wake Up eşliğinde. Canavarın konuşması tanıdık geliyor mu? Sesin sahibi, James Gandolfini. Filmin müziklerini The Yeah Yeah Yeahs'in kült vokali Karen O yapmış, onları da önümüzdeki günlerde paylaşacağım. Alttaki videoda Samuel L. Jackson, dün bahsettiğimiz Go The Fuck To Sleep (Yettin Canıma, Zıbar Artık) adlı metni okuyor:



14 Aralık 2011 Çarşamba

Yorum

Reklamlarda Raskolnikov'u gördünüz mü bilmiyorum, oldukça sürreel bir etki yaratıyor insanda. Proje şahane olmakla birlikte, reklamdaki Raskolnikov yorumu hususunda aynı hisleri paylaşmıyorum, kendisini daha çok Rembrandt'ın gençliğine benzettim, ondandır. Uyarlama, zor zanaat sonuçta. Metinlere ait şeyleri görsel olarak ortaya koymak oldukça zorlu bir iş; her okurun metinle kurduğu bağ kendine has oldu mu görselle tatmin olmak da o ölçüde güçleşiyor. Günlerdir Vahşi Şeyler'den bahsediyoruz ki bu da uyarlanmış bir metin; yazar ve proje kişisi Dave Eggers, 9 cümlelik çocuk kitabından 264 sayfalık bir roman yaratmakla kalmamış, ayrıca Spike Jonze ile birlikte yine aynı metni sinemaya uyarlamış. Film, ülkemizde vizyona giremedi - biliyorsunuz, artık sinema demek AVM demek, AVM demek de kolay ve doğrudan tüketim demek, yani ne kadar gişe o kadar köfte gibi bir durum söz konusu, anlaşılan fazla iş yapmayacağı düşünülmüş. Arkadaşım Canavar adı ile lanse edilen bu filmin bir DVD'si mevcut en azından, onu söyleyelim. Bu arada çocuklardan ve yetişkinlerden bahsedip durduk, değinmeden olmaz: 2011'in en önemli yayıncılık fenomenlerinden biri, ABD'de Go The Fuck To Sleep adıyla yayımlanan bir 'yetişkinler için' çocuk kitabı oldu. Bağımsız yayınevi Akashic'in tanıttığı Go The Fuck To Sleep, daha yayımlanmadan Amazon'da listelerin en tepesine oturmuş ve kitapçılara gönderilen tanıtım metinleri viral biçimde dağıtılarak ön sipariş aşamasında yayıncının planladığı mütevazı baskı adedini 150,000'e çekmesine neden olmuş. Henüz çıkmadan Amazon'da bir numara olan kitap, bir türlü uyumak bilmeyen bir çocuğun babasına hissettirdiği şeylerden yola çıkıyor ve ifadesi itibariyle oldukça dürüst (hatta küfürlü.) Rastlamışsınızdır, gazetelerde çocuklarının günlük icraatlarını küçük birer mucize olarak algılayıp aktaran pek çok yazar mevcut, belli bir yaşın üzerindeyseniz facebook listenizde de doğum anı dahil çocuğa dair her şeyi her an her saniye müthiş bir hayranlıkla paylaşan genç anneler vardır (o da bir duruş, eleştirdiğimden değil, empati kuramıyorum pek ve çocuğun bu paylaşımlardaki söz hakkını düşünüp üzülüyorum, o ayrı.) Bahis konusu kitap, birkaç gündür "çattığımız" yetişkinlerin ezber tavırlara bürünmeden, çocuk büyütürken içlerinden geçen şeyleri doğallıkla dile getiren bir metin olduğu ve çocuklara tapılmasını öngören bir dünyada onlara zaman zaman sövebilen birileri olduğunu ortaya koyması dolayısıyla ilgi görmüş öncelikle. Türkçesi 'Yettin Canıma, Zıbar Artık' adıyla Akıl Çelen Kitaplar adlı bir yayınevince yayımlanmış bile, ancak henüz edisyonu görmüş değilim - Amerikalı yayıncısı, Frankfurt'ta kitabın yarattığı etkiden bahsediyordu; film hakları da satılan kitaptan yapılacak uyarlamayı sanıyorum yakında izleyeceğiz. Her neyse, dünya öyle siyah ve beyaz renklerden ibaret bir yer değil; çocuklar illa ki melek değil, yetişkinler illa ki örnek anne baba değil. Çocukluk illa ki mutlu bir dönem değil; ama en azından, her şeyi size dikte eden bir dünyada da yaşasanız, büyüdükten sonra sadece size ait, tüm uyarlama/yorumlama hakları sadece sizin tekelinizde, o da bir teselli. Görselde, bir başka Suç ve Ceza yorumu, buraya epey evvel yazmıştım, Moskova'daki bir metro istasyonunun duvar resimlerinden.

Yazıyı Etgar Keret'in Buzdolabının Üstündeki Kız'ından bir alıntıyla bitirelim: "Düşündükçe çocukluğunu bir başkasının dişindeki çürüğe benzetiyordu - sağlıksız, ama çok da önemli değil, onun için en azından."

Aydınlık günler dileriz.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Şamata!


Hepimizin içinde "vahşi" bir şey var mı gerçekten? Dave Eggers, Maurice Sendak'ın kült çocuk kitabı "Where The Wild Things Are"dan yola çıkarak romanlaştırdığı Vahşi Şeyler'de bu iddiada bulunuyor. Sendak'ın kitabı 2008 itibariyle tüm dünyada 18 milyon adet satmış; yayımlandığı 1963 yılında bu yana kuşaklar boyunca çocukların sahiplendiği bir metin olmuş. Metin dediysek, 9 cümlelik bir metin bu, yine Sendak'a ait olan ve başlı başına bir efsane olan çizimler anlatıyı destekliyor. Kitap, ilk yayımlandığı senelerde çoğu kütüphane tarafından çocukların ruh sağlığını bozabileceği endişesiyle yasaklanmış; Sendak, kitabı geri çeviren birkaç yayıncının Where The Wild Things Are'ı fazla radikal bulduklarını da belirtiyor. 9 cümleden oluşan bir çocuk kitabı, yetişkinleri nasıl böylesi bir dehşete düşürür? Belki de yetişkin perspektifini bir kenara bırakıp dünyaya bir çocuğun en doğal güdüleriyle, hem de isyankar ve söz dinlemek istemeyen bir çocuğun en doğal güdüleriyle baktığı için. Sendak'ın metni, çıktığı "yolculuktan" dönen Max'in yemeğini masada bulması ile sonlanır ve Sendak kitabı "And it was still hot," cümlesiyle kapatır - meğer sıcak anlamındaki "hot" kelimesi bile, yayıncıları endişelere gark etmiş ve bir çocuk kitabında bu kelimenin geçmesinin uygunsuz ve kışkırtıcı olduğu, "hot" yerine daha ılıman olan "warm" kelimesinin kullanılmasının doğru olacağı söylenmiş. Sendak, bütün bunlara kulak asmamış elbette ve iyi de etmiş, böylelikle gelmiş geçmiş en önemli çocuk kitaplarından biri doğmuş. Kitaba kolonyalist okumalar da yapılabileceğini belirterek Sendak'ın ortaya koyduğu şeyin bir çocuğun sıkıntı, korku, öfke ve kıskançlık gibi duygularla nasıl baş ettiği olduğunu iddia eden uzmanlar var; ama çocukluğunuzu biraz olsun anımsıyorsanız eğer, bu uzmanların kendi çocukluklarından epey uzaklaşmış olmaları gerektiğini düşünmeden edemiyorsunuz... Kurallar, açıklamalar ve yol işaretleriyle dolu bir dünyada söz dinlememenin verdiği haz, hayallerin arasına kayabilmenin ve onlara hükmetmenin güzelliği, uzman titrine sahip bu kişilerin kolaylıkla göz ardı edebildiği bir şey olsa gerek.

Yukarıda Eggers'ın Vahşi Şeyler kapaklarından birini görüyorsunuz, bu defa tüylerden ve gözlerden yoksun. Bu arada çocukluğunuzdan aklınızda kalan feci icraatları halen buraya bekliyoruz!
Sendak'ın canavarlarının dediği gibi bitirelim yazıyı yeni bir haftaya girerken: "Şamata başlasın!"


9 Aralık 2011 Cuma

Şey!



Resimlerden ilki, Sendak'ın kült klasiğinden bir sayfa: Canavarlar! Diğerinde görünen tüylü şey, Dave Eggers'ın yorumuyla Vahşi Şeyler. Kitap için hazırlıklar sürüyor. Korkmayın, bizim edisyonumuz tüylü değil ve gözlerini üzerinize dikip ters ters bakmıyor!

8 Aralık 2011 Perşembe

Vahşi!

Maurice Sendak'ın kült çocuk kitabı 'Where The Wild Things Are'ını bilir misiniz? Sendak, 1963'te yayımlanan kitabı hem yazmış, hem resimlemiş; kısacık bir çocuk kitabı bu, metni 300 kelimeden az, ancak çizimleri ve dokunduğu damar itibariyle kült statüsüne kavuşmuş. Kitapta, yaramazlık yapan Max adlı çocuk, büyüklerinden azar yedikten sonra üzerindeki kurt kostümüyle 'vahşi' şeylerin arasına karışır ve bir güzel azar, kudurur... Bu metinden daha önce burada bahsetmiştik - Dave Eggers ve Spike Jonze, ortaklaşa bi proje gerçekleştirip Sendak'ın metnini uzun metrajlı bir film için senaryolaştırdılar; proje insanı Eggers, metni ayrıca 'Vahşi Şeyler' adıyla bir romana dönüştürdü. İşte o roman, Vahşi Şeyler, ayın son günlerinde raflarda olacak - aykırı çocuklar ve çocukluk başkaldırılarını özlemle anımsayan tüm yetişkinler için... Bu arada sizlerden, çocukluğunuzdaki feci icraatlarınızı bize yazmanızı rica edeceğiz - tek kriter, aktaracağınız durumun 9 yaş öncesi gerçekleşmiş olması... 'Vahşi Şeyler'den beşine, bizden birer Vahşi Şeyler hediye olarak gönderilecek. 'Vahşi' çocukluk anılarınızı bekliyoruz!

Aşağıdaki görselde Vahşi Şeyler, kapak tasarımı, her zamanki gibi Nazlım Dumlu'ya ait.


7 Aralık 2011 Çarşamba

Düş

"Dikkatlerini uyuyan kişi üstünde yoğunlaştıran insanlar, hiçbir alıştırma yapmaksızın o insanın o anda ne düşündüğünü ve kiminle ilgilendiğini öğrenmeyi başarabilirler. Ve eğer bu sanatı ciddi biçimde uygularsanız; bir insanın ruhunu açıldığı anda incelerken, bu açılma anını gittikçe uzatabilir ve gittikçe derinleştirebilirsiniz, öyle ki onu su içindeymiş gibi, gözleri açık halde yakalayabilirsiniz. Böyle düşavcısı olunur işte."

(Milorad Paviç, Hazar Sözlüğü. Çeviren: İsmail Yerguz. Görsel, Kartalın Ölümü, Cleve Gray.)

6 Aralık 2011 Salı

Örümcek

Yukarıdaki görselde, David Foster Wallace'a ait bir faks metni yer alıyor. (Faks! Bir zamanlar faks diye bir gerçeklik vardı...) Metinde, Kafka hakkında yazdığı bir makaleyi gönderdiği Harper's dergisi editörlerine yönelik direktifler yer alıyor. Mektup, bu yazının mekaniğiyle oynarsanız sizi duman ederim benzeri bir mesaj ile bitiyor; Wallace, bu tehdit için bir dipnot ekleyerek duruma açıklık getirmeyi uygun görmüş: "Gereken fırsatı yakalamam yıllar alabilir. Çok sabırlıyımdır. Fevkalede bir duygusal hafızaya sahip bir örümcek olduğumu düşünün. Charis'e sorabilirsiniz." Harper's editörü Charis Conn söz konusu olan, neden böylesi bir ayar ya da cezaya tabi kaldı bilemiyorum ama kafa yormaya değer.

Taleplerinizden ödün vermeden yaşamanız dileklerimizle...

5 Aralık 2011 Pazartesi

İmza kabusu

Geçen hafta yazar imzalarından bahsetmiştik, sevgili okuyucu - imzalı kitaplar, halen İdefix Sanal Kitap Fuarı'nda mevcut... Blog yazarınız olarak kitap imzalatma konusunda karmaşık duygular içinde olduğumu belirteyim öncelikle. Yazara duyduğum saygıyla doğru orantılı bir çekingenlikten mustarip olmam nedeniyle hemen hemen tüm kitap imzalatma girişimlerim Seinfeldvari tuhaflıkta olaylarla sonuçlanmıştır, dolayısıyla imzalı kitaplara "güvenli" bir mesafeden ulaşma fikri oldukça cazip benim için. (Kimliğimi anonim tutmam gerektiğinden bunları paylaşamıyorum, ama oldukça tuhaf dediysem oldukça tuhaf şeyler söz konusu.) Öte yandan, yüz yüze imzalattığınız bir kitap söz konusu olduğunda yazar ile kendinize özel birkaç dakika geçirme fırsatı yakalıyorsunuz ki bu, tüm garipliğine rağmen sadece size ait olması dolayısıyla özel bir anı niteliğini taşıyor. Her neyse, sözün özü, sanal fuardan Yaşar Kemal imzasıyla İnce Memed setini almayı başardım ve sevinçlere gark oldum, sevgili okuyucu; diğer türlü olsaydı, yani yazar ile yüz yüze gelseydim eğer, kitap imzalatma temalı tuhaf anılarıma bir yenisini eklemem kaçınılmaz olacaktı. Neyse, şimdi fuarda imzalı Umberto Eco kitaplarını beklemekteyim.
İmza demişken, burada duygusal önemleri üzerinden konuşuyorum ama, imzalı kitaplar koleksiyoncular nezdinde de büyük değer taşıyor. Açık artırmalardan yola çıkarak imzası en değerli kabul edilen yazarlar şöyle sıralanıyor: 1. William Shakespeare (imzasını taşıdığı bilinen 6 nüsha olduğu için - her birine 3 milyon dolar değer biçiliyor) 2. Ernest Hemingway (Hemingway sonuçta, kaç nüsha imzalamış olabilir?) 3. F. Scott Fitzgerald (Halk arasına fazla karışmadığı için olsa gerek) 4. James Joyce (Bir açık artırmada imzasını taşıyan pasaportun 70,000 İngiliz sterlinine satıldığını söyleyelim, ötesini siz düşünün) 5. J. D. Salinger (Ara ki bulasın kontenjanından olduğu için muhtemelen.) Listenin devamı oldukça tuhaf, J.K. Rowling imzası, örneğin Mark Twain'inkinden daha değerli sayılıyor, oysa Rowling halen hayatta; artık orasını da, açık artırma ve koleksiyon uzmanları tartışsın, bizi bağlamaz.

Nihayetinde, imzalı ya da değil, kitaptır okur ile yazar arasındaki köprü - maksat, heyecan olsun, muhabbet olsun. İşin bir de diğer yönü var; yani yazarın, kitabını okumuş ya da okuyacak olan bir yabancıya imza verirken hissettikleri... Etgar Keret, başlı başına birer şaheser olan Tablet makalelelerinden birinde masanın diğer tarafında otururken rahat hissetmediği için icat ettiği ve kurgusal imza adını verdiği şeyden bahsediyor: kitabı, o esnada kurguladığı bir karaktere, yine kurguladığı bir senaryoya gönderme yaparak imzalama olayından. Kurguda, hayatta olduğu gibi, her şey mümkün elbette...

İyi haftalar dileklerimizle.

(Üstteki resimde Hemingway, Hemingway'e karşı. Altta, Egon Schiele imzasıyla bir Gustav Klimt çizimi.)



2 Aralık 2011 Cuma

Daha zinde, daha...


Bir süredir biraz dağınık yazıyorum sevgili okuyucu, zihnim biraz dağınık, ondandır. Evine gelen insanları 'Kusura bakmayın, ortalık biraz dağınık,' diye buyur eden tipler vardır ya, o hesap biraz benimkisi... Geçen haftanın bizler adına en sevindirici gelişmesi, Téa Obreht'in Kaplanın Karısı romanının NY Times'ın 'Yılın 5 Romanı' listesine girmesi oldu; listedeki bir diğer roman, Swamplandia da önümüzdeki aylarda bizden okuyacağınız kitaplardan - şimdi bunu biraz açalım, daha evvel de beyan ettik, kitap seçerken listeleri referans almaz, kitabı kendi başına değerlendiririz ancak elbette ki takip ettiğimiz ve seçimlerine saygı duyduğumuz yayın organları, web siteleri vb. mevcut. Kendi seçimlerimizin ardından, inandığımız kitapların başkalarınca da beğeni kazandığını ve önerildiğini görmek, masa başlarında yalnız geçen saatlerimizi kalabalıklaştırıyor, bizleri sevindiriyor. Kaplanın Karısı'nın yazarı Téa Obreht ve Swamplandia'nın yazarı Karen Russell, Murakami ve Eugenides gibi dev isimlerin arasından sıyrılarak ilk beşe yerleşmişler; bu da ayrıca yeni kuşak edebiyatçılar adına kazanılmış bir zafer sayılır.

Öte yandan duyuralım, ülkemizde de önümüzdeki aylarda yayımlanacak olan yeni Etgar Keret kitabı Kapı Birden Vuruldu (Suddenly A Knock on the Door) için Amerikalı yayıncısı FSG, bir tumblr sayfası hazırlamış; FSG, Keret'ten ilham alan herkesi bir şeyler yaratmaya davet ediyor. Biz böyle bir projeye kalkışmadık ancak Futuristika, daha önce Akın Çetin'in Keret'e gönderme yaptığı şahane bir öyküyü yayımlamıştı - okumadıysanız buradan buyrun. (Tüyap'ta Keret kitaplarını inceledikleri sırada Akın Çetin'in öyküsü ile yazarı duyduklarını söyleyen okurlar vardı mesela.) FSG'nin projesi görsel işlere yönelik, ama ses getireceğe benziyor.

Son olarak, tekrar hatırlatalım; Irvine Welsh, Jonathan Safran Foer ve Etgar Keret'in de aralarında olduğu pek çok yazardan imzalı kitaplar, İdefix Sanal Kitap Fuarı'nda - sıkça sorulan iki soruya cevap: evet, imzalar ıslak imzadır; kitaplar, buradan yazarlara ulaştırıldı ve imzalanmaları tamamlanınca yine İdefix aracılığıyla İstanbul'a döndüler. İndirim olarak uygulanan yüzdeler tamamen İdefix'in tasarrufunda; dolayısıyla bu konu ile ilgili düşüncelerinizi İdefix'e iletmeniz daha doğru olacaktır.
İşte böyle, sevgili okuyucu, haftaya daha zinde bir blog ile burada olmaya çalışacağım. Güzel bir hafta sonu geçirmeniz dileklerimizle...

(Görselde Thais Beltrame'e ait bir iş; geçen haftanın kaplanlar, ayılar, leoparlar temalı yazılarına kapanış niyetine... Aslında o damara girildi mi anlatılacak, aktarılacak çok şey var ama içim kaldırmaz oldu.)

1 Aralık 2011 Perşembe

Yenilikçi

Bugün, Woody Allen'ın doğumgünü. Görselde, bütün zamanların favorisi Annie Hall'dan bir karede Shelley Duval ile... "Arada sırada başarısız olmuyorsanız pek de yenilikçi bir iş yapmıyorsunuzdur," diyen Allen, 76 yaşında.

Söylence

"Bence mitoloji odaklı gelişen çağdaş edebiyat eserlerine bakmak ilginç. Bunun nedeni, yeni kuşağın Angela Carter, Gabriel Garcia Marquez, Italo Calvino ve benzerlerinin müthiş eserlerinden etkilenmiş olması olabilir mi? Ya da giderek tanrıdan ve söylencelerden uzaklaştığımız bir çağda insanların hayatta kalmak için söylencelere ihtiyaç duydukları söylenebilir mi? (...) Böylesi romanlar John Updike ve Raymond Carver'lara bir başkaldırı niteliği taşıyor. Yayımlanan ilk romanların pek çoğunda benzer unsurlar, hayaletler, ecinniler vs. mevcut, öyle ki bu alanda tez yazanların konu kıtlığı çekeceklerini sanmıyorum. Söylencelere ben de şahsen bayılıyorum ama ben de bu kuşağın mensubuyum."

Yukarıdaki yorum, Goodreads'den Stephen isimli kullanıcıya ait - dün kurmaca karşısında takınılan ezber tavırlardan bahsetmiştim biraz, yorumu görünce aktarmadan edemedim. Gerçekler dururken okura masal "yutturmak" temalı yaklaşıma ters, üzerinde düşünmeye değer bir perspektif... Siz ne dersiniz?

30 Kasım 2011 Çarşamba

Hayal

Kaplanın Karısı ile başladık, ayılara değin uzandık... Aslında mevzular çokça, nereden başlasam bilemiyorum sevgili okuyucu. Basında dün duyurulan bir haber, ayrıca ilgiye şayan; neymiş, ABD başkanı Barack Obama, Şükran Günü tatilinde yaşadığı muhitte bir kitapçıya giderek kızlarıyla birlikte kitap alışverişi yapmış; listedeki kitaplardan biri Kaplanın Karısı, diğeri Püren Özgören'in çevirisi ile Everest tarafından yayımlanan Oscar Wao'nun Tuhaf Kısa Yaşamı. Obama, ilk seçildiği günlerde kendisine atfedilen ışığı çoktan kaybetmiş bir başkan ancak kendisinin kitaplarla ilişkisi fena değil gibi; bu yaz David Grossman'ın To The End of the Land'ini okuduğu açıklanmıştı, önceki senelerde ise Dave Eggers'ın Ne Nedir'ini okumakla kalmayıp tüm danışmanlarına da okutmuştu - en azından biz böyle duyduk basın aracılığıyla. Bir devlet adamının kitap, bilhassa roman okuması hoş elbette - ülkemizde yadsınamayacak bir duruş mevcut; kimi insanlar, ne denli "ciddi" kariyerler inşa ediyorlarsa kendilerine, kurgudan özellikle kaçınır oluyorlar ("Ben tarih ve felsefeden başka şey okumam" beyanıyla karşınıza çıkabilirler - bir tercihtir, o ayrı; ama bu beyan genelde alt metin olarak benim safsataya ayıracak vaktim yok anlamı içerir, lafımız buna) dolayısıyla bir devlet adamının kurgu roman okuması, ziyadesiyle güzel bana kalırsa, salt "gerçeklerden" ibaret bir dünyada yaşama konusunda bir kompleks sahibi olmadığına da işaret ediyor... Obama haberini okuduğum kaynakta, başkan kitapçıya girince mağazadaki diğer kitap okurlarının kopan tantanadan rahatsız olup etrafa çattıkları da yazıyordu ki aktarımda fazlasıyla Amerikanvari bir tat mevcuttu - "Hey dostum, burası özgür bir ülke, hepimiz eşitiz burada!" temalı bir yaklaşım... Her neyse, bütün bunları ilginç bulduğum için paylaşıyorum sevgili okuyucu; yoksa her okur kendi kitabını seçer, Obama'yı referans almamızı gerektirecek bir durum yok elbette - bu, bir kitabı sırf kurgu olduğu için reddetmek ya da büyülü gerçekçilikten izler taşıdığı için gerçeği sulandırmakta olduğunu, gerçekleri hazmettirmektense okura masallar "yutturduğunu" iddia etmek kadar saçma olurdu. Öte yandan Kaplanın Karısı, Guardian'ın da Yılın Kitapları listesinde, onu da haber edelim. Yazıyı kapatırken, İdefix Sanal Kitap Fuarı devam ediyor, imzalı kitapları edinme fırsatını kaçırmayın deriz. Yukarıdaki görselde, bir Edward Gorey çizimi - ne okuyacağınızı siz bilirsiniz ama kurmacadan korkmaya mahal yok, edebiyata gerçekçilik şartı koşmaya hiç gerek yok, bir anımsatalım dedik... Aşağıda, Irvine Welsh imzasıyla Trainspotting. Sanal Kitap Fuarı'nı takip edin!



29 Kasım 2011 Salı

Esir


Kaplan farklı bir kaplan olsaymış, ta başından beri avcı olsaymış eğer, köye çok daha evvel inermiş. Şehirde başlayan uzun yolculuğu onu ancak köyün sırtlarına kadar getirmiş; kendisi bile neden orada kalmayı seçtiğini bilmiyormuş. Şimdi düşündüğümde, rüzgârın ve yoğun kar yağışlarının onu engelleyemeyeceğini, bütün bir kış boyunca yola devam edip farklı bir kilisesi olan farklı bir köye, insanların batıl inançlarının çok daha zayıf olduğu ve daha gerçekçi bir çiftçinin onu vurup boş bir çuval gibi şöminesinin üzerine asabileceği bir yere gidebileceğini görüyorum. Ama dağ -eğri fidanlar ve zemini kaplayan ölü dalları, mağaralarla kaplı dik yüzü ve kışın getirdiği açlıkla şaşkına dönmüş, pervasız hayvanları ile- kendi içinde büyüyen yeni hisler ve aşağıdaki köyün hayal meyal tanıdık kokularıyla birleşerek kaplanı esir almış olmalı.

(Téa Obreht, Kaplanın Karısı. Çeviren: Merve Sevtap Ilgın.)

28 Kasım 2011 Pazartesi

Çukur

Herhangi bir kültürel kurum gibi hayvanat bahçeleri de karmaşık tarihsel gelişmelerin ürünleridir. İlk gerçek hayvanat bahçeleri on dokuzuncu yüzyılın ürünleri olsalar da, bu kurumların kökü, ayıların çukurlarda ya da hendeklerde tutulduğu antik Roma dönemine kadar gider. Ayıların tutulduğu en ünlü yerlerden biri on beşinci yüzyılın sonunda İsviçre'nin başkenti Bern'de inşa edilen ayı çukuruydu. Hayretler içinde aşağıya bakan izleyiciler, ayılara güvenli bir uzaklıkta olsalar ve her zaman bir ayıcı yanlarında hazır bulunsa da çok geçmeden ilk kaza bir çocuğun çukura düşmesi ve iki genç ayının çocuğu hafifçe yaralamasıyla 1582'de olur.

Birçok kez ayılar çukurdan kaçar ve şehir sakinlerini dehşete düşürür, ama hemen ardından vurularak öldürülürler.

1798'de Fransızlar'ın Bern'i işgali, şehrin ayıları için dramatik sonuçlar doğurur. Çukurda yaşayan üç ayı, bakır şeritlerle güçlendirilen sandıklara "paketlenip" her biri altı atla çekilen üç vagonla Paris'e götürülür. Yorgun argın hayvanlar şehre ulaştıklarında saatlerce sandıklardan çıkmazlar. En sonunda yem olarak canlı bir ördek kullanılarak ayıların Jardin des Plantes'teki hayvan topluluğuna katılması sağlanır.

Bundan kısa süre, boş ayı çukuruna Bern Cezaevi'ndeki tutuklular atılır.

(Kaplan ile başladık, ayılar ile devam ediyoruz. Kaplanın Karısı'nı okuyanlar, izlediğimiz patikayı tanıyacaklardır. Yukarıda anlatılanlar, kurgu değil, gerçek; Bernd Brunner'in Ayılar adlı çalışmasından alındı. (Çeviren: Servet Yeşilyurt, E Yayınları.) Bu yaz sonunda çıkan ayı nöbeti haberlerini anımsadınız mı? İnsanın insana ve doğaya ettikleri apayrı bir yazı konusu. Görselde, gergedan, Dürer'in çizimi ile.)

25 Kasım 2011 Cuma

Sürprizler!

İdefix Sanal Kitap Fuarı'nı takip ediyor musunuz? Irvine Welsh, Jonathan Safran Foer ve Etgar Keret'ten imzalı kitaplar için İdefix'i takip edin. (Yazarlar sizler için özel olarak imzaladı kitapları...) Birkaç haber de bizlerden: Kerouac'ın kayıp romanı bulundu konulu makaleleri görmüşsünüzdür; kayıp romanın Kerouac'ın arşivinde bulunduğu söyleniyor, metin 2005 yılında Kerouac'ın eşyalarının saklandığı bir depodan çıktı... Depodan başka şeyler de çıktı elbette; bunlardan biri daha önce hiç yayımlanmamış bir oyun, Beat Kuşağı - önümüzdeki günlerde Türkçede okuruyla buluşacak, hazırlıkları başladı sayılır!
Bir diğer haber: Téa Obreht'in Kaplanın Karısı romanı, NY Times'ın senelik 'Yılın Romanları' listesine girdi; listede önümüzdeki günlerde Siren aracılığıyla okuma fırsatı yakalayacağınız Tom Perrotta'nın da son kitabı olan The Leftovers (Kalanlar) yer alıyor. Listede bir başka kitabımız daha var; ancak henüz duyurmuyoruz, daha vakti var - sizler bizi takip etmeye devam edin!

Güzel bir hafta sonu geçirmeniz dileklerimizle...

24 Kasım 2011 Perşembe

Son leopar

İzmir fuarındaki sırtlanı düşünüyorum. Kafesinin beton duvarı çepeçevre aşınmış; gezinmekten.*

Son Anadolu leoparı, internet verilerine göre 1974 yılında Beypazarı'nda vuruldu. Anlatılanlar tamamen acayip... Kısım kısım aktarıyorum:

"17 Ocak 1974 sabahı, Havva Köksal dere yatağı boyunca aşağıdaki bahçelere – yer elması toplamaya gidiyordu. Önden yürüyen kocası ve kayınbabası gözden kaybolmuşlardı. Şimdi dozerle doldurulmuş olan, o zamanki dere yatağında kocaman, benekli bir kedi yatıyordu.

Havva hayatında ilk defa böyle bir hayvan görürken, belki Benekli de hayatında ilk defa bir insan görüyordu. Benekli, Anadolu’da görülen son Anadolu Panteri’nden başkası değildi.

Otuz yıl aradan sonra, Mehmet Ertüzün’le birlikte 11 Mart 2004’te Havva Köksal’ı ziyarete gittiğimizde bize büyük karşılaşmayı anlatmıştı.

- Şöyle uzun kuyruklu upuzun “bir şey”, orada yolun kıyısında yatıyordu. Onu görünce geri geri gitmemle şak deyip kuş gibi üstüme konması bir oldu. Kolumdan tuttu silkeledi; gözlerimi açtığımda yanımda köpek oturağı gibi oturuyordu. Yine gitmişim kendimden. O sırada odundan Süleyman geliyormuş – onu görünce kaçmış...

Benekli dört - beş metre uçup, Havva’nın kolunu kaptığında, o silkelemede kol kırılmıştı. Ama bir gerçek daha vardı, Benekli’nin öldürme amacı yoktu, baygın Havva’nın yanıbaşına oturup beklemeye başlamıştı. (Leoparlar yalnız yaşayan, gece hayvanlarıdır; iki yılda bir, genellikle de Ocak ve Şubat aylarında çiftleşirler. Avlarını boynuzluysa boğazından, boynuzsuzsa ensesinden ısırarak öldürürler. 17 Ocak’ta, gündüz vakti, yerini yurdunu terkedip dolaşıyor ve dibinde savunmasız yatan insanı öldürmüyor olması, kendisine aştan ziyade eş aradığını düşündürmektedir)."


Bir başka kaynağa göre: "Havva Köksal 'Her gün geçtiğimiz yol, nereden bileyim orada canavar olduğunu. Benim ayak sürüntüme geldi' diyor. Onun hayvanı görmesiyle, saldırıya uğraması bir oluyor. 'Beş altı metre uzaktan üzerime uçtu. Yüzümü korumak için kolumu kaldırdım.' Leopar ön dişlerini Havva Köksal'ın koluna geçiriyor ve çırpıyor. Daha sonra öğreneceği üzere kolu dirseğinden çıkıyor ve iki yerden kırılıyor. Köksal bayılıyor. Yerde gözlerini açıp kafasını kaldırdığında leoparı birkaç metre uzağında yatarken görüyor. Ve tekrar bayılıyor. Havva Köksal ve bilinen son Anadolu leoparının karşılaştığı toplam süre bu birkaç saniye ile sınırlı."


"O sırada köydeki bir evde bu durum görülmüş, kadın kocasına:


- Kalk yaa; Havva’yı bir canavar yiyor... diye bağırmıştı.

İlk, belki de son defa bir leopar tarafından ısırılmış birisiyle sohbet ediyorduk. Bu sohbet sırasında:

- Çok müthiş, temiz, yani o kadar güzeldi ki, üzerinde kir yoktu – halı gibiydi; onun canlı hali bir bambaşkaydı...

ya da:

- Belki de kendim tepinirken kırmışımdır kolumu... gibi sevgi, koruma ifadeleri de dikkatten kaçmıyordu.

O zaman İzmir’de vatani görevini yapmakta olan oğluna:

- Anneni panter ısırdı diye haber gitmişti. Oğlu izin alamayınca da firar etmişti; Bağözü’ne gelinceye kadar yolda aklına kimbilir neler neler gelmişti." (bkz: Son Anadolu Panteri.)


Hikayenin sonunu tahmin etmek güç değil... Köylülerin peşine düştüğü hayvanı, Ahmet Çalışkan isimli bir avcı vuruyor, ölüsü Beypazarı Devlet Hastanesi'ne götürülüyor. Kürküne göz koyan bir doktor, köylüleri karantina altına almakla tehdit ediyor. Nihayetinde, Maden Teknik ve Arama Müdürlüğü, avcılardan leoparı satın alıyor, sonrasında beyni deney farelerine yediriliyor, doldurulan postu sergileniyor, gömülen kemiklerinin nerede olduğu unutuluyor ve sonra gömüldükleri tahmin edilen nokta üzerine bir bina inşa edildiği söyleniyor.Tahnit için kullanılan yapay gözlerden teki, halen kayıp...

(Girişteki alıntı Yusuf Atılgan'dan, Saatların Tıkırtısı. Benekli'nin başına gelenler kurguya taş çıkartacak denli tuhaf ve hüzünlü. Nesli tükenen türlere dair daha fazla şey söylemeye gerek var mı?)

23 Kasım 2011 Çarşamba

Nesli tükenen türler


En son Hazar kaplanı Türkiye'de 1970 yılında vurulmuştur. Hazar kaplanı Bengal kaplanı ile birlikte Romalılar'ın arenalarda gladyatörlerle dövüştürmekte kullandıkları iki kaplan türünden biridir. Görseldeki Hazar Kaplanı, Berlin Hayvanat Bahçesi'nde, tutsak, sene 1899. (Bkz: Nesli tükenen türler.)

(Garip ama gerçek dedik, yaşanan her şeyin söylenceye dönmesi dedik, şimdilerde akıl almaz biçimde kapatılması lehine slogan atılan ekşisözlük sağ olsun, St. Joseph Lisesi'nin şahane bir tabiat koleksiyonu olduğunu ve doldurulmuş bir Hazar kaplanı ile birlikte pek çok hayvanın sergide olduğunu öğrendim. Bütün bunlar ne demek, kitaptan bahsetmeden kitaptan bahsediyorum demek sevgili okuyucu; Kaplanın Karısı'na teğet geçen mevzular bunlar, bu teğetler, tesadüfler de olmasa, hayat pek sıkıcı olacak, doldurulmuş ölü hayvanlar kadar donuk, hapsedilmiş vahşi hayvanlar kadar atıl. Çukurcuma Times, detaylarıyla müzeyi anlatıyor, teğetler için bkz: Kaplanın Karısı ve Ayı bölümü. Hazar Kaplanı için bkz: Omayra, Murathan Mungan - Metis.)

22 Kasım 2011 Salı

Kaplanların çizgileri

Téa Obreht, (A Visit from the Goon Squad ile bu sene göz kamaştıran yazar) Jennifer Egan ile yaptığı söyleşide tüm gerçeklerin eninde sonunda söylenceye dönüştüğünü söylüyor. Bugün olan biten ne varsa, sözün lütfu sayesinde, bir gün masalsı bir tat kazanacak... Kaplanın Karısı'nda bunu net biçimde görmek mümkün; bir yanda Natalia'nın gündelik yaşantısının gerçekliği, öte yanda büyükbabasının hikayesinin gerçeküstü unsurları ve tüm bunların üzerine, hayatın kendi kurgusundaki inanılması güç ama gerçek, ilk elden gözlemle aktarılan şeyler: gece vakti sokakta yürüyen bir fil örneğin, 12 yıl önce gömülmüş bir cesedi bulmak için kazma sallayan insanlar, bir Balkan köyünün sırtlarında yapayalnız kalmış bir kaplan... Obreht'in romanı bir hayvanat bahçesi sahnesiyle açılıyor, niyetim romandan tüyo vermek değil ama zihnimde çağrıştırdıklarını paylaşmak isterim; kendi çocukluğumdan anımsadığım bir kare aklımda benim, Gülhane Parkı'ndayız ve parmaklıklar ardındaki ayıya fıstık uzatıp hamle yapınca elini geri çeken bir adam var orada, ayı adamın parmağını ısırıp kopartıyor ve haliyle oradan hemen uzaklaşmamız gerekiyor; ya da birkaç sene öncesi sanıyorum, Dolapdere'de bir sokak, midye dolmacı tezgahını bırakmış ve ne hikmetse küçük bir kıyafet de giymiş olan, boynunda zemin kattaki dairenin parmaklığa bağlanmış iple bir maymun, uzanmış tezgahtaki midye dolmalardan yiyor... Obreht'in romanı, söylenceyle gerçeği öyle bir biçimde kaynaştırıyor ki gerçeğin kendi içinde saklı gerçeküstü etkenler masallarla, hurafelerle, söylencelerle iç içe geçiyor... Tersine inanmayı, yani dünyanın rasyonel, somut ve kestirilebilir olduğuna inanmayı tercih etsek de pratikte sanırım buna, bu tuhaf ama gerçek olan şeylerin rutin ile omuz omuza durduğu kaotik tecrübeye hayat deniyor. Maymun, midye dolma ve Dolapdere ya da Gülhane, ayı ve parmağı kopan adam ("Parmak gitti parmak!" diye bağırmıştı, hatırlıyorum) hayat düzleminde bir araya geliyor, her şey, eninde sonunda bir anlatının parçası oluyor. Son söz, bir Bejan Matur şiirinden gelsin:

Kaplanların çizgileri karıştı sonunda/ Gözlerini kısan / Ve gökyüzüne nehrin ötesinden bakan çocuğun/ Gözünde/ Karıştı çizgiler.

(Görsel, Kusturica'nın Yeraltı filminden; Kaplanın Karısı'nı okuyanlara tanıdık gelebilecek bir mizansen... Dizeler, İbrahim'in Beni Terk Etmesi'nde (Metis) yer alan Kaplanların Çizgileri'nden. Gerçekliğiniz şen olsun.)

21 Kasım 2011 Pazartesi

Issız!






Tüyap İstanbul Kitap Fuarı, son derece yorucu ve bir o kadar da keyifli geçen on günün ardından sona erdi. Zamanının çoğunu masa başında geçiren bizler için fuar şahane bir tecrübe - okurlarla tanışmak, tercihleri gözlemlemek, sohbet etme fırsatı bulmak ve geri bildirim almak, meslektaşlarımızla aynı havayı solumak bu on günlük süreci -özellikle de vaktimizin çoğunu masalarımızın, kitaplarımızın ve ekranlarımızın başında geçirdiğimiz düşünülürse- çok değerli kılıyor. Yorulmadık mı, yorulduk elbette - çekirdek ekibimizde toplam kilo kaybı 3,5 civarında, yolda geçirdiğimiz saatler toplamda 40'ı buluyor vs. vs. ama çok güzel bir hafta geçirdik, bize uğrayan, fuarı ziyaret eden tüm okurlara en içten teşekkürlerimizle, iyi ki geldiniz...

Bu sene 415,000 kişi ziyaret etmiş fuarı; şimdi, ayakta geçirdiğimiz 10 günlük sürecin ardından zihnimde her şey birbirine karışır gibi ancak, "Beni ağlatacak bir kitap arıyorum, gerçekten ağlamak istiyorum" diyen genç kız, ısrarla "ölüm ile ilgili kitaplar" soran küçük okur (ilköğretim altıncı sınıf öğrencisi gözlüklü bir kız çocuğu), fuarın en minik ziyaretçisi olduğunu sandığım yavru köpek (siyah beyaz, seyahat kutusu içinde) yolda okuduğum Barış Bıçakçı ve Mario Bellatin satırları (Sinek Isırıklarının Müellifi, İletişim - Güzellik Salonu, Notos) ve dost yüzler ile anımsayacağım bu fuarı. Seneye, ulaşım sorununun da Beylikdüzü-Tüyap metrobüs istasyonu sayesinde çözülmesiyle daha güzel bir tecrübe olacağını umuyorum, özellikle uzaklardan gelenler için. Bu yıl fuarda öne çıkan pek çok kitap vardı, ancak henüz basılmadan imha edilmesiyle gündeme düşen OOOKitap, sergilediği kolektif dayanışma tavrıyla fuarın yıldızı oldu. Fuar, bütün bir yıl yapılan işlerin muhasebesi için en ideal zemin bizler için - sağlamalarımızı yaptık, yeni döneme biraz bitkin ama mutluluk içinde adım atıyoruz, bizlerle birlikte olduğunuz için, okuduğunuz için, hepsinden önemlisi kitaplara inandığınız için sizlere tekrar ve sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.

Yukarıdaki ilk resim son günün sabahı, diğer ikisi akşam toplanma seansından... Kitaplar kolilere girip standlar boşalınca, pek bir ıssız, pek bir yalnız kalmıştı koca salon, biraz hüzünlü, çorak. Kitapsız kalmayın.

18 Kasım 2011 Cuma

Çığlık


Aylar sonra, bombardıman bittikten haftalar, haftalar sonra bile, kaplan Zbogom kendi bacaklarını kemirmeye devam etti. Görevlilere karşı uysal, evcildi; ama kendine eziyet ediyordu. Kafeste bacaklarının kalıntılarını çiğnediği sırada görevliler yanında oturuyor, kare şekilli o koca kafasını okşuyorlardı.

En sonunda, gazetede bile duyurmadan, kendi kafesinin taş zemini üzerinde vurdular bacaksız kaplanı. Onu yetiştiren adam -ona bakan, onu tartan, onu yıkayan, bir sırt çantasının içinde onu hayvanat bahçesinde dolaştıran, küçük bir yavruyken çekilen bütün fotoğraflarında elleri görünen adam- tetiği çekti. Kaplanın eşinin, bir sonraki bahar yavrularından birini öldürüp yediği söylendi. Kızıl ışıkların ve ısının, çığlık gibi yükselip alçalan seslerin mevsimiydi dişi kaplan için; bu yüzden görevliler geride kalan yavruları ondan ayırdılar, onları kendi evlerinde, kendi evcil hayvanlarının ve çocuklarının yanında büyüttüler. Haftalar boyu ne elektriği olan ne de suyu akan evlerinde. Kaplanlı evlerinde.


(Kaplanın Karısı - Tea Obreht. Çeviren: Merve Sevtap Ilgın.)

17 Kasım 2011 Perşembe

Fuar kareleri






Tüyap devam ediyor! Salon 2, 207 A'dayız - Tüm okurları bekliyoruz... (Fotoğraflar: Ozan Akıncı.)

16 Kasım 2011 Çarşamba

Masal...


Bence edebiyat bütün çeşitleriyle masalla başlar, masalla biter... Masallar insanlığı kaynaştırır. Eninde sonunda bütün milletler aşağı yukarı aynı sosyal gelişme yollarını biraz daha ağır, biraz daha hızlı, biraz daha kestirme, biraz daha dolambaçlı geçtiklerinden ve bir büyük kaynaktan gelip denize yöneldiklerinden, yerli özellikleri, gelişmedeki çeşitli masalların ayrılıklarını aksettirmelerine bakmaksızın, masallar eninde sonunda birbirine benzer. Bilginler bu benzerliğin nedenleri etrafında tartışıyor, çeşitli görüşler ileri sürüyorlar. Beni ilgilendiren, tekrar ediyorum, benzerliklerin halkları birbirine yakınlaştırması. Bence nasyonalizmin sökmeyeceği kültür alanlarından biri de masal dünyasıdır. - Nazım Hikmet, Masallar.

"Sana bununla ilgili ne diyeyim? Söyleyecek ne var ki? Ben büyükannenle bir kilisede evlendim ama ailesi bir hoca tarafından evlendirilmemiz gerektiğini söyleseydi onunla yine evlenirdim. O, kilisede benim ölülerim için memnuniyetle mum dikerken yılda bir kere onun kurban bayramını kutlamanın bana ne zararı olur? Benim adım, senin adın, onun adı. Nihayetinde, tek arzuladığın, toprağa verildiğin zaman ardında seni özleyecek birilerinin kalmış olması." - Kaplanın Karısı, Tea Obreht. (Çeviren: Merve Sevtap Ilgın.)

(Tüyap'ta, Salon 2, 207A'dayız bu hafta - herkesi bekliyoruz!)

15 Kasım 2011 Salı

Fuar



Tüyap'a bekliyoruz!

Çıktı!

Puzzle nihayet tamama erdi! Kapak görseli için illüstrasyon Baysan Yüksel'e ait, tasarım her zamanki gibi Nazlım Dumlu'nun. Bizler, Kaplanın Karısı ile beraber, bu hafta Tüyap'ta, Salon 2, 207A'dayız, herkesi bekliyoruz.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Kaplan! Kaplan!

Defterlerimden birine şöyle bir not düşmüşüm epey evvel: "Kaplanları kozalarından çıkarmak için." Harıl harıl aradım ancak bu bir alıntı mıydı, yoksa bir olay veya duruma yönelik bir tasarı mıydı bulamadım. Son günlerde blogdaki suskunluğumun sebebini sorarsanız türlü cevap verebilirim ama sanırım en doğrusu, bu gizemli notun ifade ettiği şekilde söylenir: "Kaplanları kozalarından çıkarmam" gerekti.

Borges Düşkaplanları'nda çocukluğunda tutkun olduğu kaplanları hâlâ rüyalarında gördüğünden ama rüyalarını gerçek kılamamaktan dolayı duyduğu yetersizlikten bahsediyor. Rüyalar bir yana; gerçeklere dönelim bir, Wikipedia'ya göre Türkiye'de halen kaplanlar yaşıyor - 2002'de Silopi'de, 2003'te Şırnak'ta kaplanlar görülmüş... 30 yıl önce Çukurca civarında yakalanmış bir kaplanın da bahsi geçiyor haberlerde ve kaplanların Türkiye'deki yaşam alanının Dicle havzası olduğu söyleniyor. Dicle isminin Tigris'ten geldiğini düşünürsek, çok da akıl dışı sayılmaz; Deniz Gezgin, Hayvan Mitosları'nda Dionysos'un bir kaplan kılığına girerek ırmak kıyısında seviştiği bir periden ve perinin bu sevişme sonucu olan oğlu Medos'un ırmağın adını değiştirerek Tigris koyduğu bir söylenceden de bahsediyor.


Obreht'in kaplanı bir hayvanat bahçesinde yaşıyor. Bir Çingene sirkinde doğmuş, ömründe doğaya çıkmamış. Belgrad bombalanırken kaçan kaplan, doğaya kavuşsa da insanlardan fazla uzaklaşmak niyetinde değil; bir dağın sırtında, aşağıdaki küçük köyden yükselen kokular eşliğinde yaşamaya çalışıyor. Kaplan Borges için gücün ve savaşın simgesi belki, ama kitapta bahis konusu ortamda Balkan köylüleri onu birebir iblisle eş görüyor. Bir yerlere bombalar yağıyor, bir yerlerde insanlar kıran kırana savaşıyor, hayat hep bir mücadele ve çatışma içinde geçerken birileri bir dağın tepesinde yaşayan bu hayvandan kurutulmak gerektiğine karar veriyor. Obreht'in kaplanı sıcak ve yumuşak başlı, oysa Balkan köylülerinin kaplanı yırtıcı ve tehlikeli, Borges'inki oyunbaz ve güçlü, Blake'inki haşmetli ve korkunç... Silopi'dekini, Şırnak'takini ya da Çukurca'dakini bilemiyorum; benim gizemli kaplanlarım kozalarından çıkmaktalar anladığım kadarıyla... Kaplanın Karısı'nın kaplanı Galina'da bir dağın sırtında, ve evet, bombalar, onlar sanırım her yerde aynı biçimde patlıyor.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Kitap!


Bugünden itibaren kitaplarımızla Tüyap'ta, Salon 2, 207A'dayız, herkesi bekliyoruz!