31 Ocak 2011 Pazartesi

Karanlıkta çalışanlar

Haftaya güzel haberler ile başlayalım: Tepedeki Ev çıktı, İğrenç Adamlar ile Kısa Görüşmeler mutfakta ve şubat ayında şehre yine bir misafirimiz uğrayacak: Etgar Keret. Bu defa !f İstanbul'un davetlisi olarak gelecek olan Keret, Sundance Enstitüsü danışmanlarından Bill Wheeler ve Wesley Strick ile beraber 26 Şubat günü saat 11.00'de The Hall'da gerçekleşecek senaryo yazım paneline katılacak. Aynı gün festival kapsamında Wristcutters (Bilekkesenler) adlı film gösterilecek; Bilekkesenler, Keret'in Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü kitabında yer alan Kneller'in Mutlu Kampı adlı öyküsünden uyarlanmış ve kadrosunda Tom Waits ile Patrick Fugit'i barındıryor. Eğer hala izlemediyseniz bu fırsatı kaçırmayın; filmin ardından salonda bulunacak Keret izleyicilerden gelecek soruları da cevaplayacak. !f programında ilgi çekici etkinlikler ve şahane filmler var, kardı kıştı demeyin ve şehrin olanaklarını değerlendirin. Keret ile ilgili yine bazı sürprizlerimiz olacak; ya da şöyle diyelim, çok yakında çıkacak yeni bir Keret kitabına hazır olun, ziyaretiyle eşzamanlı olmasa da önümüzdeki aylarda yine Avi Pardo çevirileriyle benzersiz Keret öyküleri gelecek...

28 Ocak 2011 Cuma

Işıma

Joyce Carol Oates, NY Times Book Review için yazdığı bir Shirley Jackson incelemesinde Jackson'ın amfetamin ve alkol bağımlılığı dolayısıyla 48 yaşında kalp krizi geçirerek öldüğünü ve yaşamının son yıllarında ağır agorafobiden mustarip olduğunu, bu yüzden yatak odasından bile dışarı çıkamaz hale geldiğini belirtmiş. Jackson'ın en ünlü romanı Tepedeki Ev'in içindekileri felakete sürükleyen, habis bir ev hakkında olduğunu düşünürsek yazarın agorafobik olması ironik bir detay. Agorafobik bir yazardan klostrofobik bir roman Tepedeki Ev ve öyküye dair tüyo vermeden hakkında konuşmak oldukça güç.

Joyce Carol Oates, Shirley Jackson ile ilgili makalesinde yazarın hakkındaki cadılık iddialarına atıfta bulunuyor; bir başka yazıda yazarın siyah kedilerinden ve hem iyicil hem de kötücül büyülere inandığından bahsediliyor. Jackson'ı kuşatan cadılık iddiaları Batı'da insanların tarih boyunca cadılardan korktukları ve farklı karakterleriyle göze batan kadınları cadı olarak yaftalayıp acımasızca öldürmeye yeltendikleri düşünülürse onore edici bile sayılabilir. Tepedeki Ev her şeyden önce sağlam bir yazarın kaleminden çıkma bir metin ki ötesi, açıkçası çok da mühim sayılmaz.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Umut yok

İnsan gözü, bir evin hatları ve yerleşiminin kötülük izlenimi uyandıracak denli talihsiz, rastlantısal biçimde bir araya gelişindeki incelikleri seçemez. Burada bütün unsurlar delice birbirine karışmış gibiydi; kötü duran bir açı, çatıyla gökyüzünün tesadüfi kavuşma biçimi her nasılsa Tepedeki Ev’i umutsuzluk verici bir yere dönüştürüyordu. Tepedeki Ev’in uyanıkmış gibi görünmesi onu daha da korkutucu kılıyordu. Boş pencerelerinde sanki bir sakınma vardı, pervazın kenarındaysa hafif bir neşe. Beklenmedik bir anda veya tuhaf bir açıdan bakılınca hemen her ev onu seyredene esprili bir bakış yöneltebilir; muzip, küçük bir baca veya gamzeyi andıran bir çatı penceresi bile bakanda arkadaşlık hissi uyandırabilir; oysa küstah, nefret dolu ve asla gafil avlanmayacak gibi duran bir ev ancak şeytani görünür. Her nasılsa kendi kendini biçimlendirmiş, inşaatçılarının elleri altında birleşip kendi güçlü şekline bürünmüş, kendi çizgilerini ve açılarını oluşturmuş gibi duran bu ev, koca kafasını insanoğluna taviz vermeden göğe kaldırıyordu. Şefkatsiz bir evdi ve içinde oturulsun diye yapılmamıştı kesinlikle; insanlara, sevgiye ya da umuda uygun bir yer değildi. Bir şeytan çıkarma ayini bile düzenlense çehresi değişmeyecekti sanki. Tepedeki Ev, yıkılana dek olduğu gibi kalacaktı.

(Tepedeki Ev, Shirley Jackson. Çeviren: Dost Körpe.)

24 Ocak 2011 Pazartesi

Sorular

Shirley Jackson'ın Tepedeki Ev'i raflarda yerini buldu; daha önce belirtmiştik, Shirley Jackson yayımlanmış kimi öyküleri haricinde ilk defa bir kitabıyla Türkçede. Jackson, kötü bir şöhrete ve tasviri güç bir etkiye sahip olmuş bir yazar; NY Times'daki ölüm ilanında bile hakkındaki cadılık iddiaları söz konusu edilmiş ve kalem yerine süpürgeyle yazdığı söylenmiş. Jackson'ın süpürge kullandığına şüphe yok; kendisi hayatının yarısını çocuklarına bakarak ve ev işleri yaparak geçirdiğini söylemiş zaten ve ölümü ardından yayımlanan NY Times makalesinde bu beyanı da yer almış. Söz konusu makale, yazarı bir ev kadını olarak tanıtmak adına epey uğraşmış denebilir. Yazdıklarını önce zihninde parlattığı ve masasına oturup yazdığı ilk metnin hemen hemen baskıya gidecek denli derli toplu olduğu da belirtilenler arasında. Jackson yazıdan zevk aldığını ve bunun gerçek bir iş olduğuna inanamadığını belirtmiş ve yazının oturup dinlenebilmesi için tek fırsatı olduğunu da eklemiş.

21 Ocak 2011 Cuma

Geriye, ileriye

Haftayı devirirken bu kez zamanda geri gidelim ve 2007 yılının Kasım ayında çıkardığımız ilk kitabımız Anıkolik'e dair yazılmış ve 2008'in ilk aylarında Radikal Kitap'ta da yayımlanmış bir yazıyla bağlayalım istedik. Shirley Jackson'dan Tepedeki Ev çıktı, önümüzdeki hafta onun sularında bol bol yüzeceğiz burada; kitapçınıza uğrarsanız Murakami'nin Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu'na ve Flannery O'Connor'ın Her Çıkışın Bir İnişi Vardır'ına da bir göz atın ve bu şahane kitapları kaçırmayın deriz.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Uykuya dal...

Banyoda tek başıma huzur içinde sıcak su akıtmayı bitirdikten sonra dublör ile isimsiz köpeğin mutfakta, oturma odasında ya da yatak odasında olmadığını gördüm. Gitmişlerdi. Böylelikle sükûnet içinde düşünüp plan yapabileceğime karar verdim ve kanepede yüzükoyun yatarak bunu gerçekleştirdim. Bu da uykuya daldığımın farkında olmadan uykuya dalmam demek oluyordu. Bu durumun, ancak başıma gelenlerin gerçeklikte de başıma geldiği bir rüyanın azabını yaşarken çalan telefonun beni acizane ve ıstırap verici şekerlememden uyandırmasıyla farkına vardım. Bir çeşit rahatlama duygusuyla uyandığımdan Rema’nın yerine geçen kişinin gerçeklikte değil sadece rüyamda, sadece hazımsızlıktan, üşütmeden ya da ayaklarıma kramp girmesinden kaynaklanan kötü bir rüyada var olduğuna dair dört elle sarıldığım bir umuda kapılmıştım. O sırada kaybımın bendeki tahribat derecesinin bu seviyede olduğunu sanıyordum; tıpkı bir yakınınızın ölümünden sonraki ilk günlerde, diyelim eğilip yerden toz öbekleri toplarken, bir sonraki karşılaşmanızda merhumun kendi ölümü hakkında (veya toz toprak hakkında) neler söyleyebileceğini merak etmek ve bu sohbetin, yani yeni ölmüş biriyle sohbet etmenin ne acayip bir şey olacağı hakkında birazcık kaygı duymak gibi.

Telefon yeniden çaldı.


(Atmosferik Rahatsızlıklar, Rivka Galchen. Çeviren: Hira Doğrul.)

17 Ocak 2011 Pazartesi

Rüya makinesi

Jonathan Safran Foer, 2005 yılında Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ın yayımlanmasının hemen ardından The Morning News'e verdiği beyanatta kitapların nesnel varlıklarını sevdiğini, onları kişinin "etkileşime girdiği mini heykeller olarak gördüğünü" söylemiş. Dijital kitap okuma cihazlarının geleneksel formattaki kitapların varlığına son verecekleri tartışılırken Foer'in Bruno Schulz'un Krokodil Sokağı metnini kesmek ve oymak suretiyle kendi kitabı Tree of Codes'u 'yazması' da bu sevgiden kaynaklansa gerek. Tree of Codes'dan burada daha önce bahsettik ve metnin kendisinin bir başka metinden doğduğunu, okuma tecrübesinin en az metin kadar belirleyici olduğunu belirttik. İpad, Reader ya da Kindle gibi cihazlara doğrudan aktarılamayacak bir tecrübe bahis konusu burada; yazarın yaratıcılığının metinle sınırlanmadığı, formatı da baştan inşa ettiği bir durum. Foer'in tekniği (cut-up) yeni sayılmaz aslında; 1920'lerde Dada akımı içinde kullanılmış olmakla beraber 1950'ler ve 60'larda William S. Burroughs sayesinde de yeniden gündeme gelmiş. David Bowie, Kurt Cobain ve Thom Yorke'un da bu teknik veya benzerleri yardımıyla kimi şarkılarını yazdıkları da Wikipedia kaynaklı bilgiler arasında.

14 Ocak 2011 Cuma

Gotik roman

Shirley Jackson'dan Tepedeki Ev, önümüzdeki haftadan itibaren tüm kitapçılarda... Jackson'dan burada daha önce bahsettik; Amerikan gotiğinin kadri yaşadığı sırada pek de bilinememiş, zamanının ötesinde bir yazarı Jackson. Tepedeki Ev, kabaca ve indirgenmiş bir biçimde özetlersek eğer, perili olduğu iddia edilen bir malikanede bu iddiaları araştırmak için bulunanların başlarına gelenleri konu alıyor. Jackson'ın ustalığı, ana karakterinin psikolojisini sayfalardan okura sıçratabilmesinde ve olay örgüsünü genişletirken tutarlı labirentler inşa edebilmesinde yatıyor. Tepedeki Ev'in çağrışımları çok güçlü; Joyce Carol Oates, Neil Gaiman ve Stephen King gibi farklı kulvarlarda yer alan pek çok yazar, Jackson'ın yazınından etkilendiğini belirtiyor. Hatta Stephen King, Tepedeki Ev'in açılış paragrafının edebiyatta gelmiş geçmiş en sağlam giriş olduğunu savunmuş:

Mutlak gerçeklik koşulları altında hiçbir canlı organizma akıl sağlığını koruyarak yaşamayı sürdüremez; kimilerine göre tarlakuşları ve çekirgeler bile hayaller görür. Akıl sağlığı yerinde olmayan Tepedeki Ev, tepelerin karşısında tek başına yükseliyor ve karanlığı içinde tutuyordu. Seksen senedir böyleydi bu, bir seksen sene daha durabilirdi. Duvarları dimdik yükseliyordu, tuğlaları düzgünce yan yana dizilmişti, döşemeleri sağlamdı ve kapıları sağduyulu bir şekilde kapatılmıştı. Sessizlik, tepedeki evin tahtalarıyla taşlarının üstünde muntazaman uzanıyordu ve orada gezinen her ne ise, tek başınaydı.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Çöküş


İŞTEN ÇIKARMALAR BAŞLAMIŞTI. Aylardır söylentileri dönüyordu ama artık resmen başlamıştı işte. Şansınız varsa dava açabiliyordunuz. Siyahsan, yaşlıysan, kadınsan, Katoliksen, Yahudiysen, eşcinselsen, obezsen ya da fiziksel bir özrün varsa en azından dava açabilecek bir gerekçen var demekti. Hepimiz bir ara yeminli ifade vermiş, bir ara tahtımızdan indirilerek azledilmiştik. Tom’un davasında ifade veririz diye düşünüyorduk, bize dava açacağından hiç şüphemiz yoktu. Gerçi dava gerekçesi listesine götlük eklenmediyse Tom’un da dava açacak bir mecrası olamazdı ya… Üstelik bu sadece bizim dediğimiz bir şey de değildi. Eski karısı adamdan nefret ediyordu. Hakkında uzaklaştırma emri çıkartmıştı. Adam yanında bir gözlemci olmadan iki küçük çocuğunu bile göremiyordu. Kadın sırf Tom’dan kaçmak için Phoenix’e taşınmıştı. Aramızda tam bir görüş birliğine varamamış olduğumuz için ona göt diyemiyorduk. Gerçekten Tom için kullanılabilecek başka bir kelime daha yoktu ama Amber Ludwig’in bu sıfata itirazı vardı çünkü hamile kaldığından beri küfüre ve küfürlü ifadelere karşıydı. Gerçi kaba sözlere itirazı olsa da aslında bu hususta oyu çekimserdi.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Daha zinde, daha mutlu, daha üretken

Joshua Ferris, Bilinmeyen'de adı konulmamış bir şeylerin pençesinde yaşayan bir karakterin öyküsünü anlatıyor; kontrol edemediği yürüme nöbetleri yüzünden her şeyini yitiren, zihni ve bedeniyle amansız bir mücadeleye giren bir adamın öyküsünü... Yerleşik düzene katılmayı reddederek yaşamak, dolayısıyla bir "yürüyüp gitme" halinde olmak Amerikan geleneğinde oldukça eskilere uzanan bir hadise - 19.cu yüzyıl ortalarında trenlerle kaçak olarak seyahat eden ve geçici işlerde çalışıp sokaklarda yaşayan hareket halindeki kimselere "hobo" deniyor. Bilinmeyen'in ana karakteri Tim'e öncelikle seçimlerini kendi iradesiyle yapmadığı için hobo demek çok doğru olmaz, ancak sonuçta hobo geleneğinden izler taşıyacak şekilde yollara düştüğü söylenebilir.

7 Ocak 2011 Cuma

Çoraplar

Henry Dobbins iyi bir insan ve mükemmel bir askerdi, ancak entelektüel yanının pek güçlü olduğu söylenemezdi. İronileri fark etmezdi. Pek çok bakımdan Amerika gibiydi; büyük ve güçlü, iyi niyetli, karnında titreşen bir yağ tabakası; ayakları ağır fakat sürekli hareket halinde, ona ihtiyaç duyduğunda hep orada; basitliğin, dürüstlüğün ve alın terinin erdemlerine inancı tam. Dobbins de, ülkesi gibi, duygusallığa meyilliydi.

Şimdi, yirmi yıl sonra bile, pusuya çıkmadan önce kız arkadaşının külotlu çorabını boynuna dolarken canlandırabiliyorum onu zihnimde.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Kitap kokusu

Geçtiğimiz hafta New York Magazine'de 'Kitap Koklayan Bir Kadın' hakkında bir yazı gördüm ve epey şaşırdım. Blog yazarınız olan bendeniz teknoloji karşısında nostalji çığlıklarıyla dehşete düşen biri sayılmam; e-kitap hadisesini ve buna dair ülkemizde gerçekleşecek olanları ilgiyle takip ediyorum. Kitabın var olan geleneksel formatlarına sadık olmakla beraber, okuma tecrübesinin yenileneceği fikri karşısında da heyecan duyuyorum. Neyse, bu makale, Modern Sanat Müzesi (MoMa) çalışanlarından 29 yaşındaki Rachael Morrison'ın öğle yemeği aralarında koleksiyondaki kitapları koklamaya ve kokuları bir kayıt defterinde tanımlamaya başladığıyla ilgili; tamamen kendi isteği doğrultusunda. Morrison şimdiye değin 150 kitabın kokusunu kayıtlara geçirmiş ve daha koleksiyonun tamamında kimilerinin epey fena koktuğu söylenen 300,000 kitap mevcut. Kayıtlarından birinde 1927 basımı bir kitabın koltukaltı gibi koktuğu, bir başkasındansa puro ve çay kokusu aldığı yazıyor. Haliyle organik bir madde olan kağıt söz konusu burada, geçen zaman ve saklandığı koşullar kitabın kokusu üzerinde belirleyici oluyor ama zamanında Analitik Kimya (Analytical Chemistry) dergisi eski kitapların kokusuyla ilgili şu tanımlamayı savunmuş: "asit keskinliği barındıran çimensi notalar ile küf zemininde vanilya kombinasyonu." Küf zemini nasıl kokar bilemiyorum, ancak bizler neyle meşgul isek onunla hayatlarımızı sürdürürken birilerinin bir yerlerde eski kitapları açıp sistematik olarak kokluyor olması fikri tuhaf bir biçimde büyüleyici. Koku, zamanda geri gitmek için güçlü bir araç olabilir; Proust'un madlen kurabiyesi misali. Hayalgücüne etkisini ise tartışmaya gerek yok sanıyorum. Her neyse; sene yeni, hafta yeni, algıda yeni pencereler açmak gerek diyelim.

Sene sonları özetlerle geçtiği gibi, sene başları da yapılacaklar envanterleriyle doluyor; yıllık antolojileri de bu anlamda bir özetler toplamı olarak görebiliriz. Onlardan biri olan ve Aleksandar Hemon'un derlediği Best European Fiction'da Türkiye'den Ersan Üldes'in yer aldığını ve yer alan parçanın çevirisinin Amy Spangler ve İdil Aydoğan tarafından yapıldığını belirtmeden geçmemeli. Üldes'in Plan B'den çıkmış Zafiyet Kuramı adlı kitabını özellikle tavsiye edelim, Üldes'i takibe almak gerek.

Yeni kitapların hazırlıkları devam etmekte öte yandan; yakında, ama çok yakında kültleşmiş bir yazar olan Shirley Jackson'ı Türkçede ilk defa yayımlayacak olmanın sevinci içerisindeyiz. Jackson'ın ardından da çok sağlam kitaplar gelecek, yani, uzun lafın kısası, bizi izlemeye devam edin!

3 Ocak 2011 Pazartesi

Ben, ben, ben


Bodhisattva teknolojiye olan bağımlılığının köklerini içinde etraflıca aramasını söylemişti. E-posta ve cep bilgisayarı, cep telefonu ve sesli mesaj ölümüne tüketimin son uzantılarıydı. İnsanın kendisine dair düşünceleri engellenemez bir biçimde anında ulaşılabilir kılmaktaydılar. Beni arayan kim, bana mesaj çeken kim, beni isteyen kim – ben, ben, ben. Ego her yürüyüşte, her gezintide ön planda, güzel manzaraların ve ufuk çizgisinin önceliğini çoktan ele geçirmiş, derin düşünce şifresini çoktan karman çorman etmiş. Dünyanın bir gün tüm bu dijital afra tafrayı alaşağı edip kendine yeniden değer vereceği, egonun yeniden gökyüzüne, kuşa, ağaca döneceği umudunu kişi artık çoktan yitirmiş...

(Bilinmeyen, Joshua Ferris. Çeviren: Hatice Taş.)

2 Ocak 2011 Pazar

Soru

Yılın ilk gününe artık bir ritüel haline gelmiş bir şey yaparak, Dave Eggers'ın derlediği Okumanız Gerekmeyenler 2011 antolojisiyle başladım. Antolojide yok yok, okumamız gerekmeyenler tuhaf ölçüde eğlenceli ve ilham verici. Haftanın ilk yazısını Don DeLillo'nun PEN'e gönderdiği faks ile açayım dedim; malum, geçtiğimiz yıl matbu kitapların cenazesini kaldırmaya yönelik pek çok haber, beyanat vs ile karşılaştık; Amazon -eğer satışları kızıştırmak adına bir desise içine girmediyse- Aralık ayının her bir haftasında bir milyon adet Kindle cihazı sattığını falan açıkladı. Ekran ve kağıdın arasında bir çekişme olduğu ve kağıdın kaybetmeye mahkum olduğu iddialarını daha çok duyacağız bu yıl, o yüzden bakalım DeLillo -ki faks cihazı kullanması hangi kampta olduğunda yönelik bir tüyo sayılır- ne demiş:

"Sormamız gereken teknolojinin devasa gücü ve bunun zamanı hızlandırarak zemini daraltma ısrarının insanların anlatıya duyduğu ihtiyacı azaltıp azaltmayacağı - geleneksel anlamda anlatıya... Bireyler sadece kendi zevklerine, ihityaçlarına ya da ruh hallerine göre bir düğmeye basıp roman seçmekle kalmayacak, aynı zamanda kendisinin başkahraman olduğu, kendi romanını tasarlayabilecek. Dünya giderek kişiye özel hale geliyor, bireysel taleplere göre değişiyor. Bu daralan bağlam illa ki konuştuğumuz, yazdığımız, okuduğumuz dili değiştirecek. Öylesine soralım o zaman: Dil, elektronik ortamda basılı kağıtta ulaştığı zenginliğe ulaşabilecek mi? Dilin güzelliği ve değişkenliği bir yerde kelimeleri taşıyan ortama dayanıyor mu?

Şiirin kağıda ihtiyacı var mı?"

(Sizce?)