31 Mart 2011 Perşembe

Şaka


NTVMSNBC'de bir haber okuyup işaretlemişim, keyfim de pek yerinde olmadığından burada paylaşmamışım bir süredir.Haberin başlığı: "Bankayı soyamayınca "şaka" diye bağırıp kaçtılar." Güzide şehrimiz İstanbul'da bir bankayı soyguna yeltenen ancak "Eller yukarı, bu bir soygundur!" diye bağırdıklarında kimsenin tepki vermemesi üzerine "Şaka, şaka" diyerek vazgeçen soyguncular da mevcut; şartlara uyum sağlama yeteneği azımsanacak bir şey değil gerçekten.

Polisin kısa zaman içinde beni yakalayıp asacağını duyduğumda, ne yazık ki sıcak su dolu küvette yayılmış yatıyordum. Anlaşılır bir çeviklikle banyodan fırladım, ıslak sabuna bastım ve ön terastan aşağıya yuvarlandım, şans eseri düşüşü dişlerimle durdurdum ve onlar da bonbonlar gibi yere savruldular. Çıplak ve yara bere içindeyken hayatta kaldığımı anladım, hızla hareket ettim; El Diablo’ya, aygırıma atladım, isyan çığlığını attım! At şahlandı ve ben arkasından yere doğru kayıverdim, birkaç küçük kemiğimi bu arada kırdım.

Bütün bu tahribat yetmezmiş gibi yürüyerek neredeyse altı metre ilerlemişken matbaa makinem aklıma geldi ve böylesine önemli bir politik silah ya da delil parçasını geride bırakmak istemediğimden, onu almak için aynen geri döndüm. Şans bu ya, alet göründüğünden daha ağırdı ve onu kaldırmak elli kiloluk bir üniversite öğrencisinden çok bir vinç için daha uygun bir işti. Polisler geldiğinde elim makineye sıkışmıştı ve kontrolsüz sesler eşliğinde çıplak boynumdan aşağıya Marx’tan geniş pasajlar basılıyordu.

Sakın arka pencereden atlamak suretiyle kaçmayı nasıl başardığımı sormayın bana.

(Eğrisi Doğrusu, Woody Allen. Çeviren: Garo Kargıcı.)

30 Mart 2011 Çarşamba

"Güvende olurduk."


(Bugünkü yazıda geçtiğimiz ay Milliyet Kitap ekinde yayınlanan Karin Karakaşlı imzalı Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın yazısına yer vermek istiyordum ancak Milliyet, Kitap içeriğini web ortamına taşımamış henüz; onun yerine Varlık dergisinde yayımlanmış bir tanıtım yazısı var aşağıda; ayrıca söyleyelim Kaya Genç, Jonathan Safran Foer'le Skype üzerinden bir söyleşi yaptı, yazısını bu ayki Vogue dergisinde okuyabilirsiniz. Görsel Josef Sudek'e ait.)


“Doğan her şey ölmek zorundaydı ki bu da hayatlarımızın gökdelenlere benzediği anlamına geliyordu. Duman farklı hızlarda yayılıyordu ve bizler içlerinde sıkışıp kalmıştık.”

1977 doğumlu Jonathan Safran Foer, Amerikan edebiyatının yeni ve ilgi çekici kalemlerinden biri. İlk romanı Everything is Illuminated ile edebiyat dünyasına sarsıcı bir giriş yapan bu genç yazar, Granta’nın 2007 yılı En İyi Genç Amerikan Yazarları seçkisinde yer almış ve Guardian İlk Roman Ödülü’ne layık bulunmuş. İlk romanında Ukrayna’ya yaptığı yolculuk üzerinden Yahudi soykırımını yenilikçi bir dille anlatan Foer; zeka pırıltıları ve insancıllıkla ışıldayan ikinci romanı Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın’da kullandığı doludizgin tempo ve zengin anlatım teknikleriyle dikkat çekiyor.


Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, iletişimsizlik, toplumsal şiddet, yalnızlık ve arayış temalarıyla beslenen bir roman. Romanın kalbinde yer alan anlatıcılardan Oskar Schell, babasını bir tesadüf eseri 11 Eylül saldırılarında kaybetmiş, hayat ile oyunları ve icatlarıyla baş etmeye çalışan dokuz yaşında bir çocuk. Oskar’ın babasının eşyaları arasında bir anahtar bulmasının ardından çıktığı ve New York şehrinin farklı açılımlarına varan keşif seferi üzerinden Foer, hümanizma dozu yüksek bir anlatıyla insanlık serüveninin karanlık noktalarının tümüne, Dresden Bombardımanı’ndan Hiroshima’ya değin uzanarak eğiliyor. Yer yer Italo Calvino’yu çağrıştıran muzip bir dinamizm ve Paul Auster’ın “aydınlık” anlatılarından izler taşıyan bir iyimserlikle, Foer hayatı kurguyla, kurguyu hayatla birebir kaynaştırıyor.

Sözün bittiği yerde, üst üste binen satırlar, boş sayfalar ve akıllardan ne yapılırsa yapılsın silinemeyecek resimler öyküyü destekliyor ve söylenebilenlerin yoğunluk derecesini artırıyor. Oskar’ın babası olduğunu hayal ettiği, alevler içindeki İkiz Kuleler’den atlayan, gökten düşen adam resimleri gibi. Durmaksızın icatlar yapan Oskar, kuşyeminden bir gömlek icat ediyor mesela, yanan bir gökdelenin içinde hapis kalarak hayatından kaybolan babasını hayallerinde kurtarabilsin diye. O zaman, işte o zaman, sözün bittiği, tüm çözümlerin tükendiği bir yerlerde, yanan bir binadan atlayıp yere çakılmaktansa göklere yükselmek mümkün olabilirdi. Ya da düşüşü belgeleyen fotoğraf karelerinin sırasını sondan başa doğru dizerek… İşte o zaman, Oskar’ın da dediği gibi, “Güvende olurduk.”

Foer’in becerisi, Hiroshima’dan Dresden’e ve 11 Eylül saldırılarına dek uzanan bu geniş açılımlı romanda insancıllığı ön planda tutarak yaşamın dehşetini ve güzelliğini bir arada ve iç içe geçmiş şekilde yansıtabilmesi. Konu aldığı insanların hayatlarındaki teğetlerin, çıldırtıcı tesadüflerin ve kan bağı ile kurgulanmamış akrabalıkların ötesinde, Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın yaşama sevinciyle dolup taşan bir roman. Birdenbire havalanıp, Oskar’ın tabiriyle aşırı gürültülü bir şekilde ve inanılmaz yakından geçerek doludizgin kanat çırpan bir kuş sürüsü misali, yaşamın insanı alıp önüne katan, tüm yaraların ötesinde kendi döngüsü içerisinde kanatlanmaya zorlayan ışığı, formlara meydan okuyan bu anlatıda sayfalardan dışarı taşıyor. Ve aydınlattığı yerde insanlık tarihi boyunca tanık olunmuş büyük kötülükler, derin acılar ve onulmaz yalnızlıklar; masallar, hayaller ve icatlarla buluşarak, hiçbir şeyin siyah ve beyazdan ibaret olmadığını ve tüm karanlıklara rağmen yaşamın gölge oyunlarında ne denli becerikli olabileceğini gösteriyor.

29 Mart 2011 Salı

Korku

2002 yapımı The Ring (Halka) adlı filmi anımsıyor musunuz? Hayal meyal anımsadığım film, aynı şeyi izleyen insanların sıra sıra öldüğü bir mizansen dahilinde işliyordu. Bu aralar en acayip kurgular bile gerçekte olan bitenin yanında sönük kalır oldu. Goethe, Genç Werther'in Acıları'nı yayınlattığı zaman (yazmak başka, yayınlanması başka mevzu; ya da biz mi öyle sanıyoruz?) bir intihar furyasına neden olmuş örneğin Avrupa'da, Werther ile ilişkilendirilen 2000 kadar intihar vakası mevcut. Kitabı okuyanlar buhranlara sürüklenip Goethe'nin deyişiyle "şiiri gerçeğe taşıma" arzusu duymuş ve canlarına kıyar olmuşlar. Bir başka tuhaf hadise BBC 1954 yılında Orwell'in 1984'ünü televizyona uyarladığı zaman yaşanmış: Beryl Merfin adlı izleyici, Daily Express'in haberine göre uyarlamayı izlediği sırada heyecandan şok geçirerek hayatını kaybetmiş; BBC aynı uyarlamayı dört gün sonra bu defa "Sinirleri zayıf olanlar izlememelidir," ibaresiyle yeniden yayınlamış. Böyle şeyler okuduğum zaman işaret ettikleri naiflik karşısında üzüntü duyuyorum; demek ki gündelik haberleri takip eden bizler değil kurgu hadiselere böylesi tepkiler vermek, gerçek yaşamda olan bitenin dehşeti karşısında dahi büyük şaşkınlıklara düşmez haldeyiz. Her neyse... Yazının görseli The Cabinet of Dr. Caligari'den, gelmiş geçmiş en iyi korku filmlerinden biri, sinirleriniz zayıfsa izleyip izlememek size kalmış.

28 Mart 2011 Pazartesi

Medeniyet

Blog yazarınız çeşitli nedenler dolayısıyla blog yazmaya başladığından beri ilk defa bir haftalık bir kafa izni yaptı; farketmişsinizdir. Yeniden buradayım. Açıldığı iddia edilen blogger gizemli bir şekilde zaman zaman mahkeme kararıyla engellenmiş, zaman zaman da erişime açık oluyor; ve açıkçası blog yazıp sonra aynı yazıları başka kanallara aktarmak vs. vs. oldukça akıl dışı bir durum. Dolayısıyla wordpress ve tumblr'daki replica bloglarda farklı içerik yayınlamaya ve blogger'a erişmem mümkün olduğu sürece yazıları buradan devam ettirmeye karar vermiş bulunuyorum. Her şeyden önce, blogger sosyal bir platform ve kendi isteğimizle terk etmedikçe yer değiştirmek zorunda kalmak hoş değil. Blogu kendi websitemize çekmemiz, farklı bir adres almamız vs. pek çok şey mümkün bu noktada ama bu kararları anlamsız kısıtlamalar yüzünden değil kendi tercihlerimiz doğrultusunda almayı tercih ederiz. Yani, biz buradayız, diyeceğim odur.
Yazının görseli Bai Yiluo'nun Medeniyet adlı çalışması; okurlarımızı medeniyet halleri üzerine biraz düşünmeye davet eder, huzurlarınızdan çekiliriz.

18 Mart 2011 Cuma


SANAYİ SONRASI YAŞAMIN RADİKAL BİR ŞEKİLDE KISALTILMIŞ TARİHİ


Tanıştırıldıkları sırada, kendini beğendirme umuduyla, bir espri yaptı. Kız, kendini beğendirme umuduyla, bol bol güldü. Sonra ikisi de eve arabayla yalnız döndüler, dümdüz ileri bakarak, suratlarında aynı çarpıklıkla.
Onları tanıştıran adam ikisini de pek sevmezdi ama sever gibi davranırdı, her zaman iyi ilişkiler kurması gerektiğine inanırdı. Kimse bilemez, sonuçta, şimdi biri biliyordu biri daha biri daha.

(İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler, David Foster Wallace. Çeviren: Sabri Gürses. Görsel: Jo Ann Callis. İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler, çok yakında, tüm kitapçılarda.)

17 Mart 2011 Perşembe

Kaplanın nefesi

Önümüzdeki aylarda yayımlayacağımız müthiş kitaplardan biri, 1985 doğumlu genç yazar Tea Obreht'in ilk romanı: Kaplanın Karısı. Geçtiğimiz hafta Amerika'da yayımlanan kitap, şimdiden büyük beğeni topladı ve 26 yaşındaki Tea Obreht, adını ileride sık sık duyacağımız, yeni edebiyat fenomenlerinden biri oldu. Yugoslavya doğumlu Obreht, 1992'de doğduğu şehir Belgrad'dan kaçarak Kıbrıs ve Mısır'da yaşamış ailesiyle. Amerika'ya göçtüklerinde 12 yaşında olan yazar, Kaplanın Karısı'nda iç içe geçmiş öykülerle bir arayışı, savaş zamanı paramparça olmuş bir coğrafyayı ve oranın insanlarını, kendi yarattıkları efsaneler ve korkuların tutsağı olmuş insanları konu ediyor. Fazla tüyo vermeyelim roman hakkında; sadece Obreht'in mahir bir hikaye anlatıcısı olduğunu, kitabı heyecanla beklediğimizi söyleyelim ve Obreht'in sıkı bir Marquez ve Bulgakov hayranı olduğunu belirtelim (böylelikle tüyo da vermiş sayılır mıyız roman hakkında?)

Kaplan demişken; rafımızdan inme tozlu ve sevgili bir kitaptan, Borges'in Düşsel Varlıklar Kitabı'ndan (Mitos, 1992) Annam Kaplanları hakkında bir pasajla kapatalım yazıyı: "Annamlılara göre, kaplanlar ya da kaplanların içinde yaşayan ruhlar, uzayın dört bir köşesine hükmederler. Kırmızı Kaplan Güney'in hakimidir (haritaların tepesine yerleştirilir); yaz ve ateş ondan sorulur. Siyah Kaplan Kuzey'in hakimidir; kış ve su ondan sorulur. Mavi Kaplan Doğu'nun hakimidir; bahar ve bitkiler ona aittir. Beyaz Kaplan Batı'nın hakimidir; sonbahar ve madenler ondan sorulur." (Çeviren: Bora Komçez.)

Hazır Mavi Kaplan nefesini yavaş yavaş hissettirmeye başlamışken, yeni kitaplar okumanın ve hayallere kapılmanın zamanıdır. Bahar!

16 Mart 2011 Çarşamba

Hayatı seç!

Birden soğuk; çok soğuk. Mum tamamen eridi nerdeyse. Odadaki tek ışık televizyonun ışığı. Siyah beyaz bir şeyler oynuyor… ama televizyon siyah beyaz olduğu için siyah beyaz bir şeyin oynaması kaçınılmaz… renkli bir televizyonla, farklı olurdu… belki.

Donuyorum, ama hareket etmek insanı daha da üşütür; ne yaparsan yap ısınamayacağını idrak edersin çünkü. Hareketsiz kalırsam en azından kendime şöyle bir kımıldayarak ya da sobayı yakarak ısınma gücüm olduğunu söyleyebilirim. Bu numara tamamen hareketsiz kalmakla ilgili. Amına koduğumun sobasını yakmak için yerinden kalkmaktan daha kolay.

Birden başka biri var odada benimle. Spud, galiba. Karanlıkta anlamak güç.
Hiç konuşmuyor.

“Spud… Spud…”

Bir şey demiyor.

“Gerçekten çok soğuk moruk.”

Spud, eğer gerçekten oysa, yine bir şey demiyor. Ölmüş olabilir, ama ölmemiştir muhtemelen, çünkü gözleri açık galiba. Ama o da hiçbir şey ifade etmez.


(Uyarlamalardan bu kadar bahsedip Danny Boyle'un Trainspotting'ini es geçmek olmaz. Danny Boyle, Welsh'in romanının devamı Porno'yu da beyazperdeye uyarlamak için beklemede. Ewan McGregor, Renton rolü için istekli değilmiş. Yukarıdaki pasaj elbette Trainspotting'den; çeviren: Avi Pardo.)

15 Mart 2011 Salı

Kurgunun gerçeği

Kerouac'ın Marlon Brando'ya yazdığı mektuptan devam edelim; Kerouac Amerikan sinemasını sığlıkla suçlayıp, Fransızların fersah fersah ileride olduğundan ve spontane bir sinemaya özlem duyduğundan bahsediyor. Kerouac'ın kendi yazdığı oyun Beat Kuşağı'nın (Siren'de yayıma hazırlanıyor) 3. perdesinden uyarladığı kısa film Pull My Daisy, tam da yazarın Brando'ya mektubunda özlemini çektiğini söylediği unsurlarla bezeli, otobiyografik ve emprovize yönleriyle öne çıkıyor. Beat Kuşağı'nı önümüzdeki aylarda okuyacaksınız; haliyle metnin kendisi de oldukça spontane gelişen diyaloglar eşliğinde Beat "gerçekliğine" dair bir kesit içeriyor. Gerçekliğe film ile ayna tutanlardan bahsetmiş ve Kerouac'ın Fransızlara övgülerine yer vermişken 1917 doğumlu yönetmen Jean Rouch'tan bahsederek kapatalım yazıyı; Jean Rouch görsel antropolojide önemli bir yer edinmiş, kurgu ile gerçeklik arasındaki sınırları belli olmayan ve öze-dönüşlü yaklaşımlarıyla kendini gösteren pek çok "belgesel"in yaratıcısı. Afrika'da yaptığı işleriyle sonradan Afrikalıların haklı olarak tepkisini çeken yönetmenin, en ilgi çekici filmlerinden biri kendi ülkesinde çektiği Chronique d'un Ete (blog yazarınıza göre elbette) - Bir yaz mevsimi boyunca Fransa'nın çeşitli yerlerinden insan manzaralarına odaklanan film, birtakım kadınların sokaklarda insanlara ellerinde mikrofonlarla yanaşıp 'Mutlu musunuz?' diye sorduğu, soru karşısında pek çok kişinin tuhaf ifadeler takınarak kaçıştığı görüntülerle başlıyor ve yönetmen ile birlikte filmin izlenip seyircilerce (aynı zamanda filmde rol alan kişiler) gerçekliğe sadakatinin eleştirildiği bölümler içeriyor. 1960 yazını "belgeleyen" film, zihinsel bir egzersiz olarak düşünüldüğünde, gerçekten çarpıcı bir iş koyuyor ortaya.
"Gerçeklik" üzerinde konuşuldukça kurguya kayan bir platform, 2004 yılında hayata veda eden Rouch, kurucularından biri sayıldığı Cinema Verite (Gerçeklik Sineması) hakkında şöyle diyor: "Cinema Verite gerçeğin filmi değil; filmin gerçeğidir." Bir başka noktada, bu bulmacamsı beyanı şu şekilde geliştirmiş: "Belgesel, sinemanın en yanlış biçimidir. Gerçek, sadece aktarıldığı zaman değere sahip olur. Başka deyişle, sanatçı sadece kendi küçük dünyasını yaratabildiği sürece var olur." Karakterlerin yaşadıkları görüntülenen şehirlerde değil yönetmenin dünyasında hayat bulduklarından dem vuruyor sonraki sözlerinde Jean Rouch. Uzun bir sıçrayış yapalım ve belgeselci olmasa da filmlerinde mekanla derin bağlar kuran bir yönetmeni analım hemen, Woody Allen ki erken dönem filmlerinin New York'u başta olmak üzere kendi sinemasal şehirleriyle çıkar karşımıza, bu tanımlamayı doğruluyor gibi. Allen'ın sinema için kurgulayacağı en son şehir, geçen hafta haberlerde okuduğumuz üzere: Roma.

14 Mart 2011 Pazartesi

Yolda

12 Mart Cumartesi günü, efsane bir yazarın, Jack Kerouac'ın doğum günüydü. Kerouac'ın en çok bilinen metni Yolda'nın (On The Road) sinema uyarlaması IMDB verilerine göre bu yıl içinde vizyonda olacak. Beat Kuşağı hakkında ne düşünürseniz düşünün, Yolda kayıtsız kalınamayacak bir enerjiyle kelime anlamıyla patlayan bir kitap, yazarın kitabı 3 hafta içinde ve durmaksızın daktilo etme suretiyle yazmış olduğu biliniyor, ancak elbette ki masa başına geçmeden önce oldukça uzun süren bir ön hazırlık, ya da yaşam süreci içerisinde hazırlanmış kitap. Ayrıntı Yayınları'nın Can Kantarcı çevirisiyle yayımladığı metnin yazıldığı yıl 1951; 1957 yılında Viking tarafından basılana değin pek çok yayıncı tarafından reddedilmiş ve Viking baskısı öncesi oldukça yoğun biçimde düzeltme ve müdahaleye maruz kalmış. Önümüzdeki aylarda Nevzat Erkmen çevirisiyle Kerouac'ın Big Sur'ünü yayımlayacağız; Big Sur, yazarın macerasının Yolda'nın basımı ve Kerouac'ın tanınması ardından gelişen ayağını destanlaştıran bir metin.

Yolda filminin post prodüksiyon aşamasında olduğunu söyledik yukarıda; Christies müzayede evinde 36,000 USD'a satışa çıkan bir mektupta Jack Kerouac Marlon Brando'ya sesleniyor ve Yolda'yı film yapması için o kendine has, tutkulu, heyecanlı dille adeta yakarıyor:

YOLDA'yı satın alman ve film yapman için dua ediyorum. Biçimi konusunda endişelenme, konunun nasıl sıkıştırılıp sinemaya uygun bir hale sokulması gerektiğini biliyorum: tek bir yol hikayesi olacak, birden çok yolculuk yerine tek bir tane, New York'tan Denver'a, Frisco'ya, Meksika'ya, New Orleans'a ve tekrar New York'a uzanan bir yolculuk. Kamerayla kaydedebileceğimiz çok güzel resimler hayal ediyorum; Sal ve Dean konuşur, konuşur ve konuşurken arabanın ön koltuğundan görünen, ön camdan dışarıda gece gündüz kıvrılan yol. Senin Dean rolünü oynamanı isterim (...) ben de Sal'i oynayabilirim. Dean'in gerçek yaşamında nasıl davrandığını gösterebilirim sana, onu ziyarete Frisco'ya gidebiliriz ya da L.A.'e çağırırız gelir, delinin teki hâlâ. Tek istediğim bu işten bana ve anneme yaşam boyu yetecek kadar para kazanmak, öyle ki ben de dünyayı gezmeyi, aklıma düşenleri yazmaya sürdüreyim ve dostlarım dardayken onları doyurabileyim. Amerika'da sinema ve tiyatroyu yeniden yapılandırmak istiyorum, spontane bir hava katmak, "durum"a dair algıları yıkmak ve insanları gerçek yaşamda oldukları gibi göstermek istiyorum. 30'larda çekilmiş Fransız filmleri bizimkilerden üstün hâlâ, çünkü Fransızlar oyuncuları serbest bırakıyorlar ve seyircinin zekası hakkında önyargı geliştirmiyorlar. Amerikan tiyatro ve sineması Amerikan edebiyatının geldiği noktayı karşılayamayan, modası geçmiş bir dinozor.

Kerouac'ın sinema konusundaki görüşlerine kısmen de olsa katılmamak elde değil, Yolda'nın uyarlamasını, tam da bu yüzden, merakla bekliyorum. Sinema demişken, pek çok filmi vizyonda izleyemediğimiz, vizyona girseler dahi sinemaların birbirinin peşi sıra kapandığı bu dönemde, ilaç gibi bir 15 gün var ufukta: İstanbul Film Festivali programı açıklandı. Edebiyatla haşır neşir olduğumuz bu platformdan festivalde gösterilecek üç edebiyat uyarlamasının altını çizelim isterim; biri Kazuo İshiguro'nun şahane romanı Beni Asla Bırakma'nın Mark Romanek yönetmenliğindeki beyazperde uyarlaması, diğeri Haruki Murakami'nin İmkansızın Şarkısı adıyla yayımlanan romanı Norwegian Wood'dan uyarlanan Noruwei No Mori ve son olarak Michael Winterbottom yönetmenliğinde Jim Thompson'ın romanı The Killer Inside Me'den uyarlanan aynı adlı film: İçimdeki Katil.

Sinemadan bahsetmeye devam edeceğiz.

İyi haftalar.

11 Mart 2011 Cuma

Özgün


Blog yazmak, yazı yazmaktan temel anlamda farklı bir deneyim olarak kabul edilebilir mi? Romancı Michael Chabon (Kavalier ve Clay'in Akıl Almaz Maceraları, Everest) The Atlantic için bir hafta boyu blog yazmış ve blog yazma hadisesini romancılıkla kıyaslamış. Chabon'un deneyimine dair söyledikleri, blog yazmaktan epey zevk aldığını ve bu mesaiyi diğer tüm yazı mesailerinden ayrı tuttuğunu gösteriyor. Roman yazarının işi gereği bazı fırsatları kaçırmak zorunda olduğundan, roman yazımının gerektirdiği içine kapanma ve zihninde bir şeyler damıtma durumundan bahsetmiş ve blog yazarını fırsatları değerlendirerek o an olan bitene dahil olarak adeta izleyicilerinin ceplerindekilerle jonglörlük yapan bir sanatçıya benzetmiş. Haliyle yaşadığımız coğrafyada blog yazarlarının içlerinde bulundukları şartlara dair söylenebilecek pek çok farklı şey de mevcut, ancak Chabon'un haklı olduğu nokta, yazarın blog üzerinden okuruyla anında ve doğrudan bağ kurabilmesi ve daha dolaysız bir ilişkiler ağının içinde yer alabilmesi. (Elbette, ideal bir ortamda blog yazmak bahis konusu burada, kısıtlamalar altında değil.) Chabon'un Kavalier ve Clay'i çağdaş edebiyatın mihenk taşlarından biri; radarınıza almanızı önereceğimiz bir kitap.

Günlük takip ettiğimiz sitelerden birinde, Hanif Kureishi'nin Faber tarafından yayımlanacak Toplu Makaleler kitabından uzunca bir alıntıya rastladım bu hafta. Kureishi, madem Chabon'u işaret ettik, çağdaş edebiyat dendiğinde unutulmaması gereken bir diğer yazar; Varoşların Buda'sı ya da Yakınlık 90'ların sonunda hakim olan karamsar atmosferde özgünlükleriyle ışıldayan metinler. Kureishi, makalesinde yazarlık hadisesinden bahsediyor ve ilginç bir tüyo veriyor: Yazı yazarken tıkandığında Freud'un serbest çağrışım yönteminden faydalandığını, Freud'un da bu öğretideki ilhamını Ludwig Borne'dan aldığını söylüyor. Karanlık bir haftayı kapatırken, Borne'un The Art of Becoming an Original Writer in Three Days (3 Günde Özgün Bir Yazara Dönüşme Sanatı) adlı makalesine bırakalım sözü:

İnsan gurbette doğmuştur: Yaşamak için yurdunu araması gerekir. Ve düşünmek yaşamaktır. Düşüncenin anayurdu yürektir: bu kaynaktan temiz su içmek isteyenin kendi temizliğini yaratması esastır. Bir ırmaktır zihin; binlerce insan kenarında konaklamış ve yıkanmak, içine girmek ve benzeri eylemlerle sularını kirletmiştir. Zihin silahtır, irade yürek. Kişi güçlenebilir: gücünü büyütebilir.
Peki onu kullanacak cesaretin yoksa, güç neye yarar? Düşünmekten utanmak ya da korkmak, engeller bizi. Devletin uygulayabileceği herhangi bir sansürden daha ağır olanı, toplumun zihnimizin işleyişi üzerinde uyguladığı sansürdür. Daha iyisini üretebilmeleri için pek çok yazarın daha zeki olmaya değil, daha karakterli olmaya ihtiyaçları vardır.(...) Piyasada baskın olan sesleri değil de kendi sesini dinleyen, yüreğinin öğrettiklerini diğerlerine açan kişi her zaman özgün olacaktır. (...)İşte, şimdi size bahsettiğim alıştırmayı anlatıyorum: Bir deste kağıt alıp yazın. Üç gün boyunca, aklınızdan geçen her şeyi, duraklamadan ve değiştirmeden yazın. Kendiniz hakkında düşündüklerinizi, eşinize dair düşüncelerinizi, Türklerle savaşa dair fikirlerinizi, Goethe hakkındaki düşüncelerinizi, Fonk'un yargılanmasına dair aklınızdan geçenleri, Mahşer Günü hakkındaki fikirlerinizi, üstlerinize dair düşündüklerinizi yazın. Üç günün sonunda nasıl da yeni, duyulmadık fikirlerin zihninize aktığına şaşıracaksınız. Ve bu da, dostlarım, size üç gün içinde nasıl da özgün bir yazara dönüşebileceğinizi gösterecek!

1786-1837 yılları arasında yaşamış Börne gibi bir yazarın, Kureishi gibi çağdaş edebiyatın önemli isimlerinden birine ilham kaynağı olması ilginç; Börne'nin zamanında Endüstri Devrimi sonrası yaşamda bir hız artışı olduğunu unutmazsak 3 günlük alıştırmanın bir yandan bu döneme ironi yüklü bir yorum getirdiği de gözden kaçmıyor.

Hafta boyu dile getirdiğimiz temenniyi yineleyerek bitirelim sözü:

Sesinizi duyurun.

10 Mart 2011 Perşembe

Deli (2)

Her türlü tamamlanmamış algıda -söylemeye bile gerek yok, bütün algılar eksiktir- gözlemci, deneyimlerine dayalı bir tahminde bulunarak “boşluğu doldurur.” Ya da arzularına dayanarak. Ya da arzunun diğer yüzüne, yani tiksinmeye. Yani temel olarak, bulanık imgeler karşısında, bunları görmeyi beklediğimiz şeye ya da görmek istediğimiz şeye veya görmekten en çok ürktüğümüz şeye dönüştürerek bunlara odaklanırız. Diğer bir deyişle, zihnimizde zaten mevcut olanı, dosya ne denli tozlu da olsa, derli toplu şekilde zaten hazır ve nazır bekleyene dönüştürürüz.
Örneğin, biri öldüğünde, sonrasında, yabancıları artık hayatta olmayan bu kişiye benzetir dururuz. “Tamamlama hatası” yaşamaktayızdır. Uzakta bulunan birine dair bazı ayrıntıları seçeriz -geniş bir alın; kendine has, hımbılca bir yürüyüş; dikkat çekici ölçüde kirli sakal- ve yukarıda anlatılmış arzular, korkular ve beklentilerimiz, daha aşina bir bütün (yani parçalara dayalı daha temiz ama hatalı bir yorum faaliyeti) oluşturmak üzere boşlukları doldurur. Bu yeniden yapılandırılmış “bütünün” yanlış olması genellikle önemli değildir. Yabancı yakınımıza geldikçe, zannettiğimiz kişi olmaktan çıkıp gerçekten her kimse ona dönüştükçe, kısa sürede hatamızı anlarız. (...)

Fakat yorumlama hatalarımızı tanımlamaktan daha fazlasını da yapabiliriz; bu hataları zihnimizin içeriğinin, örneğin nelerle meşgul olduğunun, arzularının v.s. ipuçları olarak inceleyebiliriz.

(...)

Belli “hataların” kökenini araştırmak elbette kuramsal olarak, meşhur “peygamberi deliden ayırma” sorununun çözümünü verebilir: eğer “psikoz” metin idiyse, bunun yazarı olarak kimden şüphelenirdiniz? Eğer metin akıl hastasının korkularını, arzularını ya da beklentilerini yansıtıyorsa, büyük olasılıkla bu kişi kendi gördüklerini yazmıştır. Farelerden korkan bir adam farelerin kralını gözlerinin önüne getirebilir, televizyonun başından kımıldamayan bir kadın akşamları talk show programı yaptığına inanabilir, şövalyelik öyküleri okuyan biri gezgin bir silahşör olduğuna inanabilir. Fakat: eğer, mesela Minnesotalı bir araba tamircisi bilinç kazanmış çimen yapraklarının Ekvator hükümetini devirmeyi planladığını iddia ederse, bunu diğerleri gibi bir uydurma vakası olarak görmeden önce, en azından biraz kulak kabartmanız gerekir. Niye zihninden böyle bir şey geçirsin ki? Ekvator’a niye önem versin? Ya da çimene? Eğer bir öykü fazla gelişigüzel ya da diyelim ki bir “delinin” kendi başına tasarlayamayacağı kadar zekice gözüküyorsa, o halde “yazar”ın bizzat gerçeklik, “deli”nin de sadece okuyucu olabileceğini göz önünde tutmak gerekir.

Sonuç itibariyle, hayal gücümüzün sınırlarını sadece gerçeklik aşabilir.


Sesinizi duyurun.

(Atmosferik Rahatsızlıklar, Rivka Galchen. Çeviren: Hira Doğrul.)

9 Mart 2011 Çarşamba

Deli

"Lütfen söyler misin bana, burada ne yana gidebilirim?"

"Bu, gitmek istediğin yere bağlı," dedi Kedi.

"Neresi olursa olsun, önemi yok," dedi Alice.

"O zaman ne yana gitsen olur," dedi Kedi.

Alice sözünü açıklamak amacıyla, "Yeter ki bir yere varayım," diye ekledi.

"Tabii ki varırsın," dedi Kedi, "yürümekten yılmazsan, bir yere varırsın elbet."

Alice, bu doğruya karşı çıkılamayacağını sezdi, başka bir soru denedi:"Buralarda nasıl insanlar oturuyor?"

Kedi, sağ patisiyle bir yuvarlak çizerek, "Şurada," dedi, "bir şapkacı oturur, şurada da," öbür patisini salladı, "bir Mart Tavşanı. Hangisine istersen git; ikisi de delidir."

"Ben deliler arasında ne yapayım?" dedi Alice.

"Başka çaren yok ki," dedi Kedi, "hepimiz deliyiz burada. Ben deliyim. Sen delisin."

"Benim deli olduğumu nereden çıkarıyorsun?"

"Mutlaka delisindir," dedi Kedi, "yoksa burada ne işin var?"


Duyurun sesinizi.

(Alice Harikalar Ülkesinde, Lewis Carroll. Çeviren: Tomris Uyar. Can Yayınları, 1992. Yazının görselinde, Siren'in deli kedisi Karamel, bizlerin vakıf olmadığı şeylere dair bir şeyler bildiğini ima edercesine bakıyor.)

8 Mart 2011 Salı

Bu kurtlar sofrasında belki zor*

Şudur neredeyse imkânsız olan görev: Başkalarının iktidarının da kendi iktidarsızlığımızın da bizi aptallaştırmasına izin vermemek.

Yazının görseli, sanatçı Sandy Skoglund'a ait; Skoglund detaylı mizansenler, hatta setler kurup çektiği fotoğraflarla öne çıkan bir figür, son işlerinden biri 'Gerçek Kurgu" (True Fiction) adını taşıyor. Bir söyleşide kendisine artık neredeyse dev bir veritabanından ibaret olan dünyada yeni görseller yaratmanın bir önemi olup olmadığı soruluyor; Skoglund, bu görüşe karşı çıkıyor ve dünyanın dev bir veritabanına indirgenmesinin mümkün olmadığını söyleyerek sözlerine şöyle devam ediyor: "Bana kalırsa içinde bulunduğumuz çağda dijital medya olanaklarının sağladığı iletişim imkanları insanlar açısından önem taşıyor. İnsan olarak sosyal etkileşim ihtiyacı duyuyoruz. Hapishanelerde tecrit en ağır cezalandırma biçimlerinden biridir. Dolayısıyla sosyal medya, amaç değil araçtır. Amaç hep aynıdır aslında: Fazla tutarlı olmayan bir dünyada birbirimize destek olmak. Ancak sıkıntımızı paylaşarak destek olabiliriz birbirimize."

Yaşarken, neredeyse ışık hızıyla değişen anlamsız bir gündemi izlerken ve bu yazıları tam da bu ortamda yazarken kocaman bir okyanusa şişe içinde bir mesaj fırlatmış gibi hissetmemek elde değil kimi zaman. Skoglund'un sözleri, tam da bu noktada, ışıldıyor.

Sesinizi duyurun.

(Alıntı:Minima Moralia, Theodor W. Adorno. Çeviren: Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan. Metis, 1998. * Yazının başlığı için: Ben Sana Mecburum, Atila İlhan.)

7 Mart 2011 Pazartesi

Ses

Senin sayende çabucak hayata çevrilen bir enerji, bir yaşam gücü mevcut. Ve eğer bunu engellersen, başka bir kanalda varolamaz; kaybolur. Dünyada yer kalmaz ona. Bunun iyi olup olmadığını, ne denli değerli olduğunu ya da diğer ifade biçimlerinin yanında nasıl durduğunu belirlemek değil senin görevin. Senin görevin, kendi kanalını temiz ve açık tutmak; kanalını her zaman açık tutmak. Kendine ya da ortaya koyduğun şeye inanmana gerek yok. Sadece açık kalmalı ve seni güdümleyen güçlerle doğrudan temas içinde olmalısın. Kanalını açık tut... Hiçbir sanatçı mutlu değildir. Herhangi bir zaman, herhangi bir şekilde tatmin duymak mümkün değildir. Sadece tuhaf, neredeyse kutsal bir tatminsizlik mevcuttur; ve bu bizi diğerlerinden daha canlı tutan, yolumuza devam etmemizi sağlayan kutlu bir huzursuzluk durumudur.

Geçen hafta pek çok can sıkıcı olay, adeta sıra sıra dizildi önümüzde, ama ne yapıyoruz, işimize bakıyoruz, yolumuza devam ediyoruz. Her zamanki gibi... Sirenin Sesi'nin bir replikası artık Wordpress kanalında ikamet etmekte; günlük blog yazıları Tumblr'da da yer almakta; Blogspot aktivitemiz -istatistikler yasaklarla beraber trafiğimizde yüzde 50'lik bir düşüş gösterse de- gördüğünüz üzere devam ediyor. Yukarıdaki sözler Martha Graham'a ait; danstan bahsediyor, ama okumalar çeşitli ve sınırsız, dünya halleri belli, kanallarınızı açık tutun!

Sesinizi duyurun.

(Alıntı: Martha: The Life And Work of Martha Graham, Agnes DeMille. RandomHouse, 1991.)

4 Mart 2011 Cuma

Karışık

"Sadece insanlar gözyaşı dökebilir. Bunu biliyor muydun?" "Fotoğraftaki fil ağlıyor gibi görünüyor." Fotoğrafın aşırı dibine girdim; doğru söylüyordu. "Muhtemelen Photoshop ile yapılmıştır," dedim. "Ama her ihtimale karşı, fotoğrafınızın fotoğrafını çekebilir miyim?" Başıyla evetledi ve "Filin bizim dışımızda ölülerini gömen tek hayvan olduğunu okumamış mıydım?" dedi. Objektifi ayarlarken, "Hayır," dedim, "okumadınız. Filler ölülerinin kemiklerini bir yerde toplar. Sadece insanlar ölülerini gömer." "Filler hayaletlere inanmıyorlardır." Buna kıkırdadım. "Eh, çoğu biliminsanı böyle demezdi." "Sen ne derdin?" "Ben sadece amatör bir biliminsanıyım." "Ve ne derdin?" Fotoğrafı çektim. "Kafaları karışıktır, derdim." (Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, Jonathan Safran Foer. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

Yazının görseli Floris Neusüss'e ait; Neusüss kamera olmaksızın çektiği fotoğraflarla (fotogramlarla) tanınıyor; ışık pek çok şeye kadir aslında, aman onu kaybetmeyin!

3 Mart 2011 Perşembe

İlham kaynağı

Burada sık sık yazıdan, yazıya yönelik süreçlerden ve zaman zaman da edebiyat eserlerinin farklı okumalarından, uyarlamalardan bahsediyoruz; farklı okumalar sadece kişilere ya da beyazperdeye özgü değil elbette, müzisyenler de edebiyattan feyzalarak ilginç işlere imza atıyorlar. Edebiyat çıkışlı bir playlistle karşınızdayız bugün, edebiyata biraz da müzik üzerinden bakalım:

A Good Man Is Hard To Find - Sufjan Stevens (Flannery O'Connor'ın (Metis - çeviren: Aylin Ülçer) İyi İnsan Bulmak Zor öyküsüne müzikal bir yaklaşım - Tom Waits'in de aynı adla bir şarkısı mevcut.)

1984 - David Bowie (Bowie'nin 1974 tarihli Diamond Dogs albümünden, yazıldığı zaman 1984 henüz bir ütopya, bugün yakın geçmiş statüsünde... Buram buram 70'ler kokan düzenlemeye özellikle dikkat. Orwell'in kült romanından yola çıkarak yazılan Radiohead şarkısı 2+2=5 bonus olsun üzerine.)

Venus in Furs - Velvet Underground (Kürklü Venüs - 1870 yılına ait bir klasik, yazan Leopold von Sacher-Masoch. Türkçe baskısı tükenmiş görünüyor, DeVotchKa yorumu da mevcut bu arada...)

Banana Co. - Radiohead (Thomas Pynchon hayranı olan Thom Yorke, bu şarkıda Marquez'in Yüz Yıllık Yalnızlık romanından ilham almış; sözlerden pek anlaşılmasa da, beyanı bu yönde.)

I, Robot - The Alan Parson's Project (İki kelime: Isaac Asimov.)

Scentless Apprentice - Nirvana (Tom Tykwer'in beyazperdeye de uyarladığı Patrick Süskind romanı Koku'dan yola çıkıyormuş meğer bu şarkı, Koku'nun Cobain'in en sevdiği kitaplardan olduğu söyleniyor. Bu vesileyle sizler için araştırdım; Cobain'in yaşama veda etmeden önce son olarak okuduğu kitap F.Scott Fitzgerald'ın The Beautiful and the Damned'i olarak geçiyor.)

Painted Bird - Siouxsie and The Banshees (Blog yazarınızın kişisel favorilerinden Siouxsie and the Banshees, haliyle Kosinski klasiği Boyalı Kuş ilham kaynağı söz konusu şarkıya.)

The Mock Turtle Song - Steely Dan (Alice Harikalar Ülkesinde, sadece sayısız göndermesiyle değil, tetikledikleriyle de eşsiz bir metin - Yalancı Kaplumbağa karakteri ise, aslen bir nevi et çorbası olup Yalancı Kaplumbağa adıyla bilinen çorbaya gönderme, göstergebilimin karanlık labirentlerine dalmadan evvel belirtelim, Alice Harikalar Ülkesinde'nin müzik bazlı pek çok okuması mevcut, Steely Dan bu listeye yakıştırdığımız oldu sadece.)

No One Knows My Plan - They Might Be Giants (TMBG'nin şarkısının ilham kaynağı olduğunu iddia etmek biraz şaibeli olsa da sözlerde açık ve net bir Platon göndermesi mevcut.)

The Ground Beneath Her Feet - U2 (Türkçede yeni yayımlanmış bir kitap: Ayaklarının Altındaki Toprak - Salman Rushdie. Şarkının sözlerinin yazarı, Salman Rushdie. Es geçmek mümkün mü?)

The Crying of Lot G - Yo La Tengo (Yine Thomas Pynchon'a saygı duruşu.)

Bananafishbones - The Cure (J.D. Salinger'ın belki de en şahane öyküsü Muzbalığı İçin Mükemmel Bir Gün'ün tetiklediklerinden... The Cure, edebiyat referansları yönünden oldukça zengin şarkılara imza atıyor; ötesi için Killing An Arab (Yabancı - Camus) veya aynı adlı gençlik kitabından yola çıkan Charlotte Sometimes'a kulak verin.)

Nietzsche - The Dandy Warhols. (Kapanış bir metinle değil, kayıtsız kalınamayacak ölçüde dev bir filozofla olsun diye.)

Iron Maiden'dan J.S. Bach'a uzanan pek çok müzisyen, metinlerden ilham almışlar ama iddiamız her tür müzik-edebiyat bağlantısını deşifre etmek değil. Okumalar ve yorumlar çok çeşitli, unutmamak gerek.

1 Mart 2011 Salı

Dünyanın harikaları


Böyle sürüklenip durursun işte. Tek açıklaman monotonlaşır, ne yorucu. Bağırmalar, çağırmalar, sürekli ben, ben, ben. Neleri kaçırdığının farkında mısın? Kuşların renkleri, hayat dolu bir yelpaze. Gökteki ay. O, şu...bir sürü şey işte, bir sürü şey kaçırdığını söylemekle yetinelim. Dünyanın harikalarına açık bazı ilginç insanlar okyanusları aşıyor, dağların tepelerine resim sehpaları kuruyor. Oysa sen, senin tek yaptığın vızıldanmak. Duygusuz bir acıyla kıvranmak. İstek ve şikayetle sessiz sedasız inlemek. Şu inildeyen, kesintisiz sesin. Onları deli ederdi, kesin. (Bilinmeyen, Joshua Ferris. Çeviren: Hatice Taş)

Geçtiğimiz hafta Hürriyet Keyif, Bilinmeyen ve Ve İşimiz Bitti'nin genç yazarı Joshua Ferris ile hayli ilgi çekici bir söyleşiye yer vermişti; The Guardian da bu arada yazarla ilginç denebilecek bir soru-cevap hadisesi gerçekleştirmiş - söyleşi demek istemiyorum, daha çok kısa kısa ve anket benzeri sorular yöneltilmiş yazara, tamamı flaş kurgu kıvamında ve kimi cevaplar özellikle vurucu, bu vesileyle Ferris'in iflah olmaz bir Pynchon hayranı olduğunu da öğreniyoruz... Tüm soru-cevaplara yer vermiyoruz burada, yalnız finale özellikle dikkat, Ferris'e aldığı en güzel öpücük soruluyor ve yazar bir Hitchkock sahnesiyle cevap veriyor - kurgunun yaşamın çatısını yükseltmesi hadisesine şahane bir örnek.


G: En mutlu olduğunuz an ne zamandı?

J.F: Her ne zaman ise, farkında olmamışım.

G: En büyük başarınız nedir hayatta?

J.F: Sabahları yataktan kalkabilmek.

G: Gece sizi ayakta tutan nedir?

J.F: İlaçlar etki edene değin, her şey.

G: En sevmediğiniz özelliğiniz?

J.F: Narsizm.

G: Başkalarında en sevmediğiniz özellik?

J.F: Bana yeterince ilgi göstermemeleri.

G: En büyük hayal kırıklığınız neydi?

J.F: Büyük hayal kırıklıklarımla başa çıkamamam.

G: Aldığınız en güzel öpücük?

J.F: Arka Pencere'de, Grace Kelly Jimmy Stewart'a doğru eğilince. (...)