31 Mayıs 2011 Salı

Boşluk


Her şey dönüp dolaşıp toplumdan yabancılaşmama geliyor. Tom toplumun belirgin bir biçimde iyileştirilemeyeceği, ya da benim ona uyum sağlayacak biçimde değişemeyeceğim görüşüme katılmıyor. Bu durum beni depresyona sürükleyip bütün öfkemi kendime yöneltmeme neden oluyordu. Depresyon buymuş zaten, dediklerine göre. Fakat depresyon aynı zamanda motivasyon eksikliğine de neden oluyordu. İçinde giderek büyüyen bir boşluk oluşuyordu. Eroin o boşluğu dolduruyor ve bana aynı zamanda kendimi mahvetme ihtiyacımı giderme olanağı sağlıyordu.
Burda Tom’la aynı fikirdeyim aslında. Fakat onun durumu bütün umutsuzluğuyla görmeyi reddetmesine gelince, işte orda ayrılıyoruz. O benim kendime yeterince saygım olmadığını ve suçu topluma yıkarak bununla yüzleşmeyi reddettiğimi düşünüyor. Toplumun bana sunduğu ödülleri ve övgüleri (ve başarısızlık durumunda ayıplanmayı) hiçe saymamın aslında bu değerlerin kendilerini reddetmek anlamına gelmediği, kendimi onları kabul edecek kadar iyi (ya da kötü) hissetmediğim anlamına geldiği kanısında.

(Trainspotting, Irvine Welsh. Çeviren: Avi Pardo. Görsel Arnul Rainer'e ait.)

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Ahır!

Birileri kitapları yasaklar, ne okumanın uygun olduğunu belirlemek için komiteler kurarken birileri oturmuş, kitap okumak nedir ve nasıldır temalı sohbetler gerçekleştiriyor ey okur; hayat senin için giderek absürtleşiyor. Kimi zaman boş boş konuşan bir dünyaya verilecek en iyi cevap, bir kitabın sayfaları arasına sığınmaktan başkası değil... David Foster Wallace, makalelerden oluşan kitabı A Supposedly Fun Thing I'll Never Do Again'de televizyon ve Amerikan edebiyatı üzerinden içinde yaşadığımız zamanların bir analizini sunuyor; durumun iç açıcı olduğu söylenemez. Wallace, edebiyatçıların büyük kısmının ilgi odağı olmaktan hoşlanmayan tipler olduklarını, yazmanın gözlemle birebir ilişkili olduğunu vs. iddia ediyor. Salinger'ın hayatı boyunca gazetecilerden uzak durduğu bilinir de, Kurt Vonnegut'un Discover, William S. Burroughs'un Nike için reklamlarda oynadığını biliyor muydunuz? Wallace, bunlardan bahsetmiyor; bahsettiği televizyonun pompaladığı pasif izleyici ruh hali üzerinden edebiyatçının hal ve durumu ki bu pasif durum, röntgenci bir yırtıcılık da barındırıyor. Wallace'ın makalesinin detaylarına griecek değilim; ancak makalede alıntıladığı Don De Lillo pasajı; sanıyorum hal, durum ve gidişata dair metaforik bir resim çiziyor, haftaya onunla başlayalım.


Birkaç gün sonra Murray bana, Amerika'nın en çok fotoğrafı çekilen ahırı diye bilinen ve çok turist çeken bir yeri sordu. Taşrada otuz beş kilometre yol alıp Farmington civarlarına gittik. Otlaklar ve elma bahçeleri vardı. Birbiri ardına sıralanan tarlaların arasında beyaz çitler uzanıyordu. Kısa süre sonra tabelalar göze çarpmaya başladı. AMERİKA'NIN EN ÇOK FOTOĞRAFI ÇEKİLEN AHIRI. Söz konusu mahale ulaşana kadar beş tabela saydık. Geçici otoparkta kırk araba ve bir tur otobüsü vardı. Bir keçi yolundan yürüyüp seyir ve fotoğraf çekimi için ayrılmış ve hafifçe yükseltilmiş yere çıktık. Herkesin elinde fotoğraf makineleri vardı; bazılarında üç ayaklı sehpalar, teleobjektifler, filtre takımları. Bir adam barakasının içinde kartpostallar ve slaytlar satıyordu-ahırın o yükseltilmiş noktadan alınmış resimlerini. Bir ağaç topluluğunun kenarında dikilip fotoğrafçıları izledik. Murray arada bir küçük bir deftere birtakım notlar karalayarak bir türlü bozulmayan sessizliği korudu.

"Kimsenin ahırı gördüğü yok," dedi sonunda.

Uzun bir sessizlik daha oldu.

"Ahırın yolunu gösteren tabelaları bir kere gördükten sonra ahırı görmek imkansızlaşıyor."



(Beyaz Gürültü, Don De Lillo. Dost Kitabevi Yayınları; çeviren: Handan Balkara. Yukarıdaki resim Anna ve Bernhard Blume'ye ait. Aşağıda Burroughs, Nike adına konuşuyor.)

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Tercihen

Jack Kerouac'ın -ölümünden çok sonra bir depoda bulunan- kısa oyunu Beat Kuşağı'nı ve Yolda'nın devamı niteliğindeki metni Big Sur'u yayına hazırladığımız şu günlerde, Paris Review söyleşisinden birkaç kesit yayınlayalım dedik. Hiperaktif zihni ve coşkulu tepkileriyle söyleşiyi başlı başına bir performansa çeviren Kerouac'a bir yazar olarak ideal yazı ortamının neresi olduğu soruluyor; cevap aynen şöyle geliyor:

KEROUAC

Odadaki masa, yatağın yakınında, iyi bir lamba eşliğinde, geceyarısından şafak sökene değin, yoruldun mu bir içki, tercihen evde ama eğer evin yoksa otel ya da motel odanda bir yuva kur kendine: Huzur. (Mızıkasını alır ve çalmaya başlar) Harbiden çalabiliyorum!

24 Mayıs 2011 Salı

Film!

Cannes film festivali sinemanın nabzını Avrupa'da tutadursun, Jonathan Safran Foer'in romanı Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın romanından uyarlanan ve çekimleri esnasında bile epey ses getiren aynı adlı filmin yapımı New York'ta devam etmekte... Üstte, figüranlara davet duyurusu. Altta, Sandra Bullock, Oskar Schell'in annesi rolünde arz-ı endam etmekte.

19 Mayıs 2011 Perşembe

İğrenç adamlar...


K.G. No: 30 03-97

DRURY, UTAH


“İtiraf etmeliyim ki bu, onunla evlenmemin önemli bir nedeniydi, çocuk yapmış olmasına rağmen güzel bir vücudu vardı, ben de bundan daha iyi bir fırsat yakalayamayacağımı düşündüm. İnce, düzgün, bacakları güzel - çocuk yapmıştı ama buna rağmen şişmiş, damarlanmış, pörsümüş falan değildi. Herhalde biraz sığ geliyor kulağa, ama doğrusu bu. Eli yüzü düzgün bir kadınla evleneceğim ama çocuğumuz olunca doğum yüzünden vücudu bozulacak fakat yine de sırf hayatım boyunca onunla sevişmek için imza attım diye onunla sevişmek zorunda kalacağım; en büyük korkum buydu benim. Herhalde tatsız geliyor kulağa, ama hani bir tür testten geçmiş gibiydi - çocuk vücudunu bozmamıştı, o yüzden iyi bir yatırım sayılırdı, imzayı atıp, çocuk sahibi olup yine de sevişebilirdik. Çok mu sığ geliyor kulağa? Ne düşünüyorsunuz? Yoksa bu tür şeylerde asıl gerçekler hep sığ mı olur, herkesin gerçek nedenleri yani? Ne dersiniz? Nasıl geliyor kulağa?”



(David Foster Wallace, İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler. Çeviren: Sabri Gürses. Görsel, Tracey Emin'in Everyone I Have Ever Slept With 1963 - 1995 adlı çalışmasından.)

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Hayat!

David Foster Wallace'a ayırdığımız bu haftaki blog yazılarında bugün, biraz eskilere uzanalım ve SabitFikir'de yayımlanan Merve Fergökçe imzalı Bu Su yazısına bakalım dedik:

"Ölümden önce hayat var mı?"

17 Mayıs 2011 Salı

Depresif kişi


Depresif kişi korkunç ve sonu gelmez bir duygusal acı çekiyordu ve bu acıyı paylaşmanın ya da dile getirmenin olanaksızlığı acının bir bileşeni, temel dehşetine katkıda bulunan bir etkendi. Bu yüzden, çevresindekilere duygusal acıyı anlatmakta ya da aşırılığını ifade etmekte çaresiz kalan depresif kişi, bunun yerine geçmiş ve geçmekte olan, bir şekilde acıyla, acının etiyolojisi ve sebebiyle bağlantılı olan durumları anlatıyor ve en azından başkalarına acının bağlamı, onun -bir bakıma- şekli ve dokusu hakkında bir şeyler ifade edebilmeyi umuyordu. Sözgelimi, o çocukken boşanmış olan anne babası, oynadıkları hastalıklı oyunlarda bir piyon gibi kullanmışlardı kadını. Depresif kişi çocukken ortodonti tedavisine ihtiyaç duymuştu ve anne de baba da -boşanma anlaşmasının maddi hükümlerindeki belirsizlikler açısından biraz da haklı olarak, diye belirtirdi depresif kişi ne zaman anne babasının ortodonti masrafları konusundaki acı verici çekişmesinden bahsetmeye başlasa- parayı ötekinin vermesi gerektiğini söylemişti. Ebeveynlerinin her birinin diğerinin küçük hesapları ve parayı ödemeyi bencilce reddetmesi karşısında duyduğu kin yüklü öfke kıza da yansımış, her ikisinden de diğerinin ne kadar sevgisiz ve bencil olduğunu tekrar tekrar dinlemek zorunda kalmıştı. İki tarafın da durumu iyiydi ve her ikisi de depresif kişiye ayrı ayrı kendisinin -iş o raddeye gelirse elbette- ihtiyaç duyulan ortodonti tedavisinin bütün masraflarını, hatta daha fazlasını ödemeye hazır olduğunu, ama konunun, temelde, bir para ya da diş tedavisi konusu değil “ilke” konusu olduğunu söylemişti. Depresif kişi ileri yaşlarında ne zaman güvendiği bir dostuna ortodonti masraflarıyla ilgili mücadelenin
yaşandığı koşulları ve o mücadeleden kendisine miras olarak kalan duygusal acıyı anlatmaya başlasa, annenin de babanın da, aslında, olayı öyle (yani bir “ilke” konusu olarak) görmüş olabileceğini, ama ne yazık ki birbirleri karşısında puan kazanmanın kızın maksillofasiyal sağlığından daha önemli olduğu gibi bir duygusal mesaj alınca hissedeceklerini ya da kızlarının ihtiyacını dikkate almadıklarını ve bu yüzden de, bunu, eğer belli bir perspektiften bakılacak olursa, bir tür ebeveyn ihmaline ya da terk edilişe, hatta doğrudan istismara -burada depresif kişi neredeyse her seferinde terapistinin de bu değerlendirmeye katıldığını söylerdi- kadının ileri yaşlarında her gün çektiği ve umutsuzca kendini içine düşmüş hissettiği o dipsiz, kronik çaresizlikle açık bir şekilde bağlantılı olan bir istismara yol açan bir “ilke” olarak görmediklerini belirtmeyi ihmal etmezdi. Bu, örneklerden biriydi sadece. Depresif kişi ona destek olan arkadaşlarına geçmişteki bu tür acı ve zarar verici olayları telefonda ne zaman anlatmaya kalksa ortalama dört kere aralıklı olarak özür diler, ayrıca konuşmaya kronik depresyonun dayanılmaz acısını dile getiremediğini -büyük olasılıkla, diye belirtmeye özen gösterirdi- ve karşısındakini sıkan ve uzaklaştıran türden insanlardan biri gibi görünmesine yol açan hikayeler anlatmak zorunda kalmasının ne kadar acı verici ve korkunç olduğunu söylemeye çalışarak başlardı.

Bezdirici, kendine karşı acımayla dolu veya narsist bir şekilde “acı dolu çocukluklarını” ve “acı dolu hayatlarını” saplantı haline getirmiş, kendi sıkıntılarıyla debelenen ve onlara destek verip yakınlık göstermeye çalışan arkadaşlarına bütün bunları yorucu biçimde uzun uzadıya anlatmakta ısrar eden insanlar gibi.



(David Foster Wallace, İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler. Çeviren: Sabri Gürses. Görsel, Gillian Wearing'in kült çalışmasından.)

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Terapi?

Geçtiğimiz hafta blogger'ın genelinde yaşanan bir sorun yüzünden iki gün boyunca erişim sağlanamadı bloga, birkaç yazı da ortadan kaybolmuşa benziyor. Önümüzdeki günlerde telafi etmeye bakacağız kayıpları.

İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'i, burada da bahsettiğimiz üzere, geçtiğimiz günlerde yayımladık. Kitap, birbiriyle az çok bağıntılı fragmansal anlatılardan oluşuyor. Okuma tecrübesine dair tüyo vermek istememekle birlikte, metnin en boğucu ve sarsıcı parçalarından birinin Depresif Kişi olduğunu söyleyebiliriz. David Foster Wallace, söyleşi yaptığı Alman die Zeit dergisine Depresif Kişi'den ve biraz da dünya hallerinden bahsetmiş:

DFW: Yazdığım en acı verici şeydi bu öykü. Narsizme dair ki bu da depresyonun bir parçası. Karakter bana dair şeyler de yansıtıyor. Öyküyü yazdığım sırada pek çok dostumu kendimden uzaklaştırdım; çirkinleşmiş ve mutsuzlaşmıştım, insanlara bağırıp duruyordum. Depresyonun acımasız yanı kendine dönük bir hastalık olmasıdır - Dostoyevski bunu Yeraltından Notlar'da da bize gösterir. Depresyon acı verdikçe kendini daha çok tüketir hale gelirsin; depresyon ne denli ağırsa o kadar kendine odaklanırsın ve çevrendekilere o denli yabancı ve itici görünürsün.

Die Zeit: Ancak sizin karakterlerinizin aksine, Dostoyevski'nin karakterleri kendini bulma temalı workshoplarda, rehber kitaplarla vakit geçirmiyorlardı.
DFW: Terapi çapında yaşıyoruz. Bahsettiğimiz öykü bu kişinin ne denli itici olduğundan ve modern çağlara özgü bu ruhsal sancıların ve kavrayışların ne kadar itici olduklarından, kişiyi daha da itici hale soktuklarından bahsediyor.

Die Zeit: Terapiye inanmıyor musunuz?

DFW: Şöyle söyleyeyim: Dünyada acı çekmeden yaşamak mümkün değil, fiziksel ya da ruhsal olsun. Bu acıların üstesinden gelmek için bazı mekanizmalar geliştirmişiz. Terapi, din ve ilişkiler, maddi anlamda başarı. Bu çabaların faydası olacaktır ama tam da bunlar yüzünden sorunlar baş gösterir.


(Görsel, Cy Twombly'ye ait, Cygnus. Zeit söyleşisinden kesitlere yer vermeye devam edeceğiz.)

13 Mayıs 2011 Cuma

Beter


Çavdar Tarlasında Çocuklar benim için hep özeldi çünkü epey gençken okudum - 18 yaşımda falan. Manhattan'a, Yukarı Doğu Yakası'na ve New York şehrine dair fantezilerimle örtüşüyordu. O dönem okumam gereken diğer kitaplar düşünülürse müthiş bir ferahlama sağlamıştı bana, çünkü okuduğum diğer her şey ödev gibiydi... Okuru eğlendirmek yazarın görevidir. Salinger bu görevi ilk cümleden başlayarak yerine getirir. O yıllarda kitap okumak ve keyif beraber düşündüğüm şeyler sayılmazlardı. Okul için okurdun, okuman gerektiği için okurdun, belli tipteki kadınlarla sohbet için okurdun. Keyif için okunmazdı. Ama Çavdar Tarlasında Çocuklar farklı olmuştu. Eğlenceliydi, benim konuştuğum dilde yazılmıştı ve atmosferi duygusal anlamda bana hitap etmekteydi. Tekrar tekrar okudum ve her seferinde hoşuma gitti.

(...)

S: Salinger'ın ana karakteri hayatın çirkinliği karşısında öfke duyar. Sizi öfkelendirenler neler?

İnsanlığın içinde bulunduğu çıkmaz: bir kabus yaşıyor olduğumuz gerçeği ve herkesin bunu örtmek için bahaneler bulması. En iyi durumda bile, hayat gayet korkunç bir teşebbüs. Ve insanların davranışları bunu olması gerekenden çok, çok daha beter kılıyor.


(Woody Allen, Five Books söyleşisi. Görsel Allen'ın klasiği Manhattan'dan; Woody ve çok, çok genç bir Mariel Hemingway, gezinmekte.)

12 Mayıs 2011 Perşembe

Liste

Görselde, David Foster Wallace'ın Pomona'da verdiği edebiyat derslerinden birinin okuma listesi mevcut. J.M. Coetzee'nin Barbarları Beklerken'i, Thomas Harris'den Kuzuların Sessizliği ve Matthea Harvey ile Tony Hoagland'ın şiirleri de derste okutulanlar arasında. Listede yer alana Katedral (Raymond Carver) Notos tarafından kitaplaştırıldı ve A.M Homes'un Gerçek Bir Bebek öyküsü, Everest Yayınları'nın Amerika'nın Yanık Çocukları seçkisinde yer alıyor. Denis Johnson, E. Hemingway, Borges, Faulkner ve Flannery O'Connor'ın eserlerini de Türkçede okumak mümkün. Listede yer alan George Saunders'ın da bir başka öyküsünü, yine Amerika'nın Yanık Çocukları'nda bulabilirsiniz. Yine burada adı geçen Sam Lipsyte'ın son romanı, önümüzdeki aylarda okumanız için Siren mutfağında şu anda. Liste demişken, İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'i okuyanlar için görüşme metinlerine eşlik edecek bazı soundtrack önerileri de bizden gelsin: Öncelikle L7, Bricks Are Heavy. Alternatif arayanlara Babes in Toyland, Sleater Kinney ve PJ Harvey'nin yine 90'lara ait albümlerine bir göz atmalarını önerelim. Hem metinlerin yazıldığı döneme ait olmaları hem de metinlerde kasıtlı olarak eksik olan kadın sesini duyurmaları adına.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Gün gelecek

Metinlerden metinlere kanal açmak, David Foster Wallace'a değindiğimiz şu günlerde çağrışımın cazibesine kapılmamak elde değil. Mark Ravenhill'in Alışveriş ve S.kiş'ini okurken Çehov'un Üç Kızkardeş'inden bir alıntıya rastladım ve burada paylaşmadan edemiyorum: "Oh Tanrım! Zaman geçecek, sonsuzca geçip gideceğiz bizler de; unutacaklar bizi, yüzlerimizi unutacaklar, seslerimizi, kaç kişi olduğumuzu; fakat acılarımız bizden sonra yaşayanlar için sevince dönüşecek, mutluluk ve esenlik gelecek dünyaya ve iyi sözlerle anacaklar bizi, şimdi yaşamakta olanları kutsayacaklar(...)Gün gelecek, bütün bunların, bu acıların nedenini öğrenecek herkes, hiçbir şey gizli kalmayacak, fakat yaşamak gerek şimdi... çalışmak gerek, sadece çalışmak..." Ravenhill sadece italik olan kısmı alıntılıyor oyunda ve alıntı, oyunun bağlamı göz önünde bulundurulduğunda bambaşka bir etki yapıyor. Yabancı basın Wallace'ın Solgun Kral'ı ekseninde yazarın intiharının edebiyattaki etkisinin Cobain'in ölümünün müzik dünyasındaki etkisiyle benzer olduğundan dem vururken, Çehov'un Ravenhill satırları arasından sızıvermesi, bir türlü gelmek bilmeyen bir bahar mevsiminin, en beklenmedik anda, "ben buradayım" demesi gibi... Yaşamak gerek şimdi.

Yazının görseli Sarah Lucas'a ait, Ravenhill'in Alışveriş ve S.kiş'i, Altı Kırkbeş Yayın etiketiyle raflarda.

10 Mayıs 2011 Salı

Diyalog

Yazdığı metinlere dipnot ve sonnotlar yardımıyla kılcal damarlar inşa eden David Foster Wallace'ın, okuduğu kitaplara da notlar alması pek şaşırtıcı değil. Üstte, Don DeLillo'nun Players adlı kitabının Wallace'a ait olan kopyası görülüyor.

Wallace, yazının okurla yazar arasında bir diyalog olması gerektiğine inandığını belirtiyor.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Sesler


David Foster Wallace, videoda Charlie Rose ile sinema, popüler kültür ve yazı hakkında konuşuyor. Söyleşinin inişleri ve çıkışları mevcut elbette, en ilginç kısımlarından biri Wallace'ın dipnotlara neredeyse bağımlı olduğunu belirterek bunları "insanın kafasının içindeki seslere" benzetmesi:

Dipnotlar -metindeki dipnotlar- gerçeklik bölünmüş halde gibi, en azından benim içinde yaşadığım gerçeklik. Buna dair yazmak istediğinizde, bu gerçekliği ortaya koymak istediğinize zorluk burada, metin çok doğrusal ve birleşik ve siz - ya da ben diyeyim, yönümü yitirmeksizin metni yarabilmek için yollar bulmaya çabalıyorum. Metni derli toplu biçimde yarabilirsiniz elbette, ama o zaman, o zaman kimse okumayacaktır değil mi? Yani sizin - okumanın güçlüğüyle metnin cazibesi arasında bir etkileşim olmalı ve okur metnin cazibesine kapılarak devam etmek isteyebilmeli. (Infinite Jest'teki) Sonnotlar benim için faydalı bir uzlaşma biçimi oldu, gerçi metni teslim ettiğimde çok daha fazlası vardı. Editörümün yaptığı şeylerden biri bunları sadece gerçekten gerekli olanlardan oluşacak biçimde ayıklamaktı.

Wallace'ın bahsettiği metin olan Infinite Jest, 1104 sayfa, sonnotlar metnin onda biri kadarını oluşturuyor ve 388 maddeden oluşuyorlar. Geçen hafta yayımlanan İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler de dipnotlu anlatımdan nasibini almış bir metin; metne ustaca yapılandırılmış dipnotlar ve kimi dipnotların dipnotları, anlatıyı yazarın deyişiyle "yararak" kanallar açma çabasında. Radikal Kitap'taki eleştirisinde Kaya Genç, "Wallace'ın ölümüne dair "psikolog" eleştirmenlerin sayıklamalarını boş verip bu kitabı alın ve onlarca satırdan oluşan dipnotların dipnotlarını ve gerçekte okuması imkansız yapısıyla yazının yazıyla yazıya yapabildiklerini görün,"demiş. Yazının olasılıklarını anımsamak için...

6 Mayıs 2011 Cuma

Hangisi?


YAZILI SINAV 4

İleri safhada iki uyuşturucu bağımlısı bir sokak arasında, malları, paraları ve gidecek yerleri olmaksızın karşılıklı duvarlara sırtlarını vermiş halde oturmuştu. Sadece birinin paltosu vardı. Hava soğuktu ve ileri safhada uyuşturucu bağımlılarından biri dişlerinin takırtısına hakim olamıyor ve terliyor, ateşler içinde titriyordu. Ölümcül derecede hasta gibi görünüyordu. Çok kötü kokuyordu. Duvarın dibinde başını dizlerinin arasına yasladı. Bu olay Cambridge Massachusetts’te, Massachusetts Bulvarı’ndaki Commonwealth Alüminyum Konserve Kutusu
Dönüştürme Merkezi’nin arkasındaki bir sokakta, 12 Ocak 1993 tarihinde meydana geldi. Paltosu olan ileri derece uyuşturucu bağımlısı paltoyu çıkarıp hemen ağır hasta olan ölümcül uyuşturucu bağımlısının yanına kaydı ve ikisini birden olabildiğince kaplayacak şekilde örttü. Sonra biraz daha sokulup iyice yaslandı
ve omzuna doladığı koluna kusmasına izin verdi. Böylece bütün geceyi, duvara yaslanmış halde, öylece durarak geçirdiler.


SORU: Hangisi yaşadı.


(İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler, David Foster Wallace. Çeviren: Sabri Gürses.)

5 Mayıs 2011 Perşembe

Sinir akımı

"Ne yapmak istediğimi kim bilir? Herhangi birinin ne yapmak istediğini kim bilir? Böyle bir konuda nasıl emin olabilirsin? Bütün mesele beyin kimyasından, ileri geri gidip gelen sinyallerden, korteksteki elektrik enerjisinden kaynaklanmıyor mu? Bir şeyin gerçekten de yapmak istediğin şey mi, yoksa sadece beyindeki bir tür sinir akımı mı olduğunu nasıl anlarsın?" (...)

Ecel terlerinin kıskacında uyandım. Kendi ıstıraplı korkularıma karşı savunmasız. Benliğimin merkezinde bir duraklama. Yataktan çıkıp duvarlara ve merdiven tırabzanlarına tutuna tutuna karanlık evin içinde dolaşmaya isteğim ve takatim yoktu. Yolumu bulmaya, bedenime geri dönmeye, dünyaya yeniden girmeye mecalsizdim. Ter kaburgalarımdan aşağıya süzülüyordu. Radyonun dijital saati 3:51'i gösteriyordu. Böyle zamanlarda hep tek sayılar olur. Ne demektir bu? Ölüm tek sayılı mıdır?

Yaşam artırıcı sayılar da var mıdır, tehlike yüklü diğer sayılar olduğu gibi?


(Beyaz Gürültü, Don DeLillo. Dost Kitabevi Yayınları, çeviren: Handan Balkara. Çağdaş edebiyatın en güçlü, en temel yapıtlarından biri. Yukarıdaki görsel Federico Clemente'ye, aşağıdaki ise Borges'e ait. Otoportre, körlük sonrası.)

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Ölümden sonra, yaşam

"Edebiyat kahrolası bir insan olmanın ne demek olduğu hakkındadır," beyanıyla tanınan bir yazar, farkındalığının farkında olan bir edebiyatçı, 46 yaşında kendini asarak veda ediyor hayata; masasında editörü için düzenlenmiş, yarım olmasına rağmen hazır durumda bir metin, yaşamı boyunca dile getirdiği ve dile getirmediği pek çok farklı baskı unsurundan mustarip olmuş bir yazar, okuduğu kitapların içine geniş kapsamlı notlar almayı sevenlerden, olumsuz eleştiriler karşısında derinden sarsıldığı biliniyor, insan ilişkileri konusunda iyi olmadığını düşünse de onu tanıyan çoğu insanın hoşnutlukla bahsettiği biri, içine kapanık ama olan bitene dair algıları fazlasıyla açık*, Amerikan edebiyatında son yıllarda öne çıkmış en iddialı figürlerden biri, David Foster Wallace; 2008 yılının Eylül ayındaki ölümü ardından hakkında epey yazılıp çizilmiş, yaşamı boyunca farkındalıklarının farkında olmuş bir yazar... İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler, yarından itibaren, tüm kitapçılarda.


*(Bunlar, tümüyle doğru olmayabilir.)

3 Mayıs 2011 Salı

Gerçek

Yazın sanatında gerçekçilik denilen şeyden daha anlaşılmazı yoktur. Çünkü bu gerçekçiliğin gerçekliği hangisidir?

Doğru olan şu ki gerçekçilik denilen, tümüyle dışta olan, görünürde olan, kabuksal ve öyküsel olan şey, yazınsal sanatla ilgilidir, şiirsel ya da yaratıcı sanatla ilgili değil. Bir şiirde -ve en iyi öyküler şiirlerdir- bir yaratıda gerçeklik eleştirmenlerin gerçekçilik dedikleriyle ilgili değildir. Bir yaratıda gerçeklik, içten, yaratıcı, istençli bir gerçekliktir. Bir ozan yarattıklarını -canlı yarattıklarını- gerçekçilik denen yollarla yaratmaz. Gerçekçilerin kişileri genellikle iple oynatılan ve göğüslerinde Maese Pedro'nun sokaklardan, alanlardan, kahvelerde toplayıp defterine not ettiği tümceleri yineleyen bir gramofonla dolaşan giyinik mankenlerdir.

Bir insanın içten gerçekliği, gerçek gerçekliği, sonsuz gerçekliği, şiirsel ya da yaratıcı gerçekliği hangisidir? Bir insan ister etten kemikten olsun, isterse kurgu dediğimiz türden olsun aynıdır. Çünkü Don Quijote Cervantes kadar gerçektir; Hamlet ya da Macbeth Shakespeare kadar gerçektir. (...)

Bir insanın en içten, en yaratıcı, en gerçek parçası nedir?


(Üç Örnek Öykü ve Bir Önsöz, Miguel de Unamuno. İş Bankası Kültür Yayınları; çeviren: Yıldız Ersoy Canpolat.)

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Resim

Seni kategorize etmeye çalışırlar. Seni kendi kafalarındaki resme uydurmak isterler ve uymazsan çok bozulurlar. Bir şeyler yapabilmeye ne denli yakın olduğunu görmektir yazı; bütün sanatların amacı budur. İnsan başka ne ister ki, ne zannederler - inanmadığın bir yolda yürümek isteyeceğini mi düşünürler? Bence sanatçılar dünyayı ele geçirmeli çünkü bir şeyler yapabilecek yegane insanlar onlar. Gazete sayfalarından çıkma politikacıların bunu bizden almasına neden izin verelim?

(William S. Burroughs - David Bowie söyleşisi. Rolling Stone, 1974. Sene 2011, Türkiye'ye uzanalım: William S. Burroughs'un ölümünden 14 yıl sonra Yumuşak Makine adlı kitabı hakkında ahlaki normlarla bağdaşmadığı gerekçesi ve halkın ar ve haya duygularını incittiği iddiasıyla soruşturma açıldı.)