30 Haziran 2011 Perşembe

Akvaryum

David Foster Wallace’ı okumak göz kapaklarınızın zorla açıldığını hissetmek gibiydi. Kimi yazarlar evden uzakta olanı anlatırlar – safariden, İtalya seyahatlerinden bahsederler, savaşa gittiklerinden. Wallace capcanlı varlığını sunar okura ve akvaryumlarda geçen mahmur hayatlardan bahseder – standart televizyonumuz ve mağazalarımızdan, seçim kampanyalarımızdan.
Bunu başaran yazarlar okurla kolay kolay kopmayacak bir bağ kurarlar, Salinger veya Fitzgerald gibi. Kitaplarına anlatacakları öykü veya verecekleri bilgi için değil, hususi bir tecrübe kazanmak adına gömülürsünüz. Tecrübenin adı, bitimli sayfalar boyunca, David Foster Wallace olmaktır.

Wallace yeni bir tarz ve yeni bir tür mizah icat etti. Bu tarz -keskin, dipnotlar ve eklerle yüklü- editlenmemiş, ham kamera görüntülerini andırıyordu. Mizah büyük bir beynin eseriydi, temkinli ve kendi yolunda tökezleyen türden.

29 Haziran 2011 Çarşamba

Fırıldak

Suçluluk duygusu hissediyorum bazen. Kırk üç yaşındayım ve savaş hikayeleri yazıyorum hâlâ. Kızım Kathleen bunun bir saplantı olduğunu ve bir milyon dolar bulup hepsini bir Shetland midillisine yatıran küçük bir kıza dair bir öykü yazmamı söylüyor. Bir şekilde haklı sanıyorum: Unutmalıyım. Fakat hatırlamanın amacı unutmamak. Malzemeni bulduğun yerden çıkarırsın, bu da kendi hayatındır, geçmişle geleceğin kavşağı. Anıların trafiği belleğinde bir fırıldağı besler, bir süre döner, sonra trafik akmaya başlar ve binlerce farklı caddeye sapar. Yazar olarak yapabileceğin tek şey caddelerden birini seçip yola çıkmak, anıları geldikleri gibi yazmaktan ibarettir. Asıl saplantı budur. Bütün o hikayeler…


Sadece kanlı hikayeler değil. Mutlu hikayeler de, hatta birkaç da barış hikayesi.

(Taşıdıkları Şeyler, Tim O'Brien. Çeviren: Avi Pardo.)

28 Haziran 2011 Salı

Uzak

Yazın ne okunur ne okunmalıdır vs. eksenli tartışmalar dönüp duruyor biliyorsunuz; bu blogun yazarının kişisel tercihi, belki de yaz ışığının artan dozajıyla birlikte huzursuzluğun da yükselmesiyle birlikte, kütüphanenin sürprizlerine sığınmak içinde bulunduğumuz aylarda. İşte kütüphaneden çıkma bir kitap: Amerikan Hikayeleri Antolojisi. Derleyen Tomris Uyar; basım yılı 1983, İletişim Yayınları. Bilge Karasu, Armağan İlkin, Memet Fuat gibi isimlerin çevirileriyle Faulkner, Capote, McCullers, Barth ve Brautigan gibi yazarların öyküleri bir araya getirilmiş; her yazar hakkında kitabın editörü tarafından eklenmiş kısa bir tanıtım yazısı mevcut. Piyango adlı meşhur öyküsüyle derlemede yer alan Shirley Jackson için, Tomris Uyar şöyle demiş:


Hiziplerden uzak yaşadığı için zamanında ancak gerçek yazınseverlerin değerlendirdiği, ünsüz bir yazar. Sıcak, duygusallıktan uzak bir anlatımı var. Yazarın ürkütücü, olağanüstü olanı gündelik yaşamın içine yerleştirmekteki başarısını hemen her derlemeye alınan "Piyango" adlı öyküde kolayca gözlemleyebiliriz.



Aynı derlemede bir Barthelme öyküsü çıkıyor karşımıza: Enayi. Barthelme'nin kısa tanıtım yazısı ise şöyle:


Gazete muhabirliği ve müze müdürlüğü gibi değişik uğraşları olan Barthelme, çağdaş Amerikan yazınında alışılmışı sorguluyor, taşlamacı tutumuyla sivrilen bir yazar.


William S. Burroughs ve John Rechy'den bahsederken, "müstehcen" damgası yiyen kitaplar dünya kamuoyunu ayağa kaldırıyor, davaları da kitapları kadar ilgi topluyor, diye not düşmüş Tomris Uyar; sene 2010, 1983'ten bu yana değişen bir şey, en azından mahkeme bazında yok sanıyorum.

Yazı hariç.

27 Haziran 2011 Pazartesi

Kendiliğinden

Haftaya Jack Kerouac'ın Spontan ya da Kendiliğinden Düzyazı tekniği ve çağdaş düzyazıya dair belirttiği bazı hususlar üzerine çeşitlemelerle giriyoruz. Derli toplu bir özet değil de spontan bir derleme(me) toplama(ma) yaklaşımıyla-biraz ondan biraz bundan:


15. Gerçek öyküyü içsel monologla anlat.


ZİHİNSEL DURUM: Mümkünse şuursuzca, yarı trans halinde yaz (Yeats'in son dönem trans yazınındaki gibi) "çağdaş" dilin ve bilinçli sanatın bastıracaklarını yaz, bilinçaltının gerekli ilginç bastırılmamış olanı kabullenmesine izin vererek ve heyecanla, hızla, yazarken kramplar girene dek, uyum içinde (merkezden dışa doğru) orgazm kanunlarıyla (...)


2. Her şeye itaat et, açık ol, dinle.


DÜZENEK: Resim yaparkenki gibi objeyi ya gerçekten önüne al (manzara, çay fincanı ya da yaşlı bir surat) veya zihninde canlandır ve böylelikle kesin bir suret objenin hafızandaki resmine dönüşsün.


21. Zihninde kesintisiz biçimde mevcut olan akışı resmetmek için mücadele et.


İLGİ MERKEZİ: (...) Dilin denizinde yüzerek dışarıya doğru yaz ve dışa boşalt-mecalsiz kalana dek.


5. Hissettiğin her şey kendi şeklini bulur.


ZAMANLAMA: Zamanda akan hiçbir şey bulanık olamaz (...)


24. Kendi tecrübenin, dilinin ve bildiğinin onuru karşısında korkuya ya da utanca yer yok.


PROSEDÜR: Konuşmanın saflığının özüdür zaman, dili kesintisiz akışıyla planla, zihinden kişisel gizli fikir-kelimelerine taşırcasına, bir caz müsizyeni gibi özneye doğru üfle.


3. Evin dışında bir yerlerde sarhoş olmamaya bak.

24 Haziran 2011 Cuma

Duvar


Bir gün çok büyük bir evim olursa, bir odasının tüm duvarlarına hayatımdaki arkadaşların ve kitapların öyküsünü şema halinde çizmeyi tasarlıyorum. Bir duvarda arkadaşlarımın öyküleri, diğerinde dönem dönem okuduğum kitapların öyküleri, birbirlerine bakacaklar, birbirlerini etkileyecekler, birbirlerini silecekler. Hiçbir insan yaşamındaki bunca öyküyü, bunca sonsuz deneyimi, bunca olayı sözcükler ile bir kitap içerisinde verecek kadar uzun yaşamayı hayal edemez. İnsan yaşamındaki tüm bu ucu bucağı bulunmayan deneyimler, ancak grafikler ve semboller ile anlatılabilir, aynen yıldızların kendi kümelenme gizemleri gibi.

(Cennette Bir Şeytan, Henry Miller. Çeviren: Rina Eskenazi. Remzi Kitabevi Yayınları, 1992. Görselde Berlin Duvarı'ndan geriye kalandan bir kesit; dünya duvarlar için çok küçük... Ryo Shimizu'nun Henry Miller'ı çağrıştıran işleri içinse buraya. Henry Miller'ın kült klasiği Yengeç Dönencesi, yazın nerede isterseniz orada okumanız için, çok yakında, raflarda.)

23 Haziran 2011 Perşembe

Düş

4.513— İnsanları Düşleyen Melekler Düşü. Bir öğleden sonra kestirirken düşümde bir merdiven gördüm. Basamaklarından gözleri kapalı, solukları ağır, kanatları gevşek sarkan uyurgezer melekler inip çıkıyordu. Yanından geçerken yaşlı bir meleğe çarptım, onu ürkütüp uyandırdım. Önceki sene uykusunda ölebilmek için dua ederken ölen dedeme benziyordu. Ha, melek bana, ben de tam seni düşlüyordum, dedi.

(Her Şey Aydınlandı, Jonathan Safran Foer. Çeviren: Algan Sezgintüredi. Görsel, Shomei Tomatsu. Mevsimleri mi var düşlerin? Yaz düşleri kış düşlerinden farklı sanki...)

22 Haziran 2011 Çarşamba

Cam kırığı


Yaz, tartışma götürmeyecek biçimde gelmiş durumda ve yazla beraber yazın gidilmesi gereken yerler, yapılması gereken şeyler, okunması gereken kitaplar listelenmeye başlandı. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Tanrı Öldü (Ron Currie, Jr.) geçtiğimiz hafta Radikal'in yaz okumaları listesindeydi. Açık havada kitap okumaktan haz duymakla beraber sahilde geçecek bir tatil fikri karşısında önce dehşetle titreyen blog yazarınız olarak, Joyce Carol Oates'un -USA Weekend gazetesiyle 10 yıl kadar önce yaptığı söyleşide- sahilde kitap okuma alışkanlığı olup olmadığı sorusuna verdiği cevabı görünce paylaşmadan edemedim. Söyleşi, yazarın yazma alışkanlıklarıyla başlıyor ve sahilde kitap okuma konusunda verdiği sert cevapla sonlanıyor; sorular biraz anket defteri kıvamında ve katılmamakla beraber, sahil ile kitap ikilisine alınmış olan bu ezber dışı tavır takdir edilmeye değer:


S: Yazı yazmak için rutin bir çalışma stiliniz var mı?


JCO: Sabah oldukça yoğun çalışmaya bakarım, 8.30'dan öğlen 1.00'e değin. Seyahatteysem gece 10.00'dan sabahın 3.oo'üne dek çalışırım. Yalnız olduğumda pek uyuyamam. Otel odalarında epey iş yaparım. Yalnızlığın yegane tesellisi çalışmaktadır. Elle yazar ve sonra daktilo ederim. Bilgisayarım yok. Yavaş yazarım.


S: Yazdığınız süreçte kitap okur musunuz?


JCO: Genelde akşamları okurum. Avrupa'dan yeni döndüm, uçakta Jane Austen okuyordum. Herhangi bir şey de olabilir... Vaktimi harcamam. TV izlemem pek. Vakit harcamak pek bana göre değil. İnsanların bu konuda sıkıntı çekmelerini anlayamıyorum.


S: Yazın sahilde kitap okuduğunuz olur mu?


JCO: Kendimi zehirlemeyi, cam kırığı çiğnemeyi tercih ederim.


(Görsel, Alec Soth.)

21 Haziran 2011 Salı

Çark


4.517—Âşık olma, evlilik, ölüm, aşk düşü. Bu düş, her seferinde tarladan dönmemle akşam yemeği için uyandırılmam arasında geçen beş dakika içinde yer almasına rağmen, hep saatlerce sürüyormuş gibi geliyor. Düşümde elli yıl öncesini, karımla tanıştığımı görüyorum ve tamamen nasıl olduysa öyle görüyorum. Evlenişimizi ve hatta babamın gurur gözyaşlarını bile görüyorum. Hepsini, nasıl yaşandıysa öyle görüyorum. Ama derken kendi ölümümü görüyorum ki duyduğuma göre bu imkânsızmış ama inanın, görüyorum. Karımın ölüm döşeğimde bana, beni sevdiğini söylemesini görüyorum ve söylediklerini duymadığımı sanmasına rağmen duyuyorum ve hiçbir pişmanlığı olmadığını, şans verilse bile hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini söylüyor. Bu an, sanki daha önce binlerce defa yaşadığım bir anmış, ölüm anıma dek sonsuz defa yaşanacakmış, sonsuz defa tanışacakmışız, evlenecekmişiz, çocuk yapacakmışız, aynı başarılara erişecek, aynı hataları yapacak, aynı hayal kırıklıklarına uğrayacak, her şey aynıyla yaşanacak ve her daim hiçbir şeyi değiştiremeyecekmişiz gibi tanıdık geliyor.

Dur durak bilmez bir çarkın içindeyim ve gözlerimi, binlerce defa yaptığım gibi, ölüme kaparken uyanıyorum.


(Her Şey Aydınlandı, Jonathan Safran Foer. Çeviren: Algan Sezgintüredi. Görsel, Shomei Tomatsu'ya ait.)

20 Haziran 2011 Pazartesi

Gerçeğin kendisi

Bir şey gerçekleştiği halde bütünüyle yalan, gerçekleşmemiş bir şey ise gerçeğin kendisinden daha doğru olabilir.

Gerçekleştiği halde bütünüyle yalan olan şeye ne denir? Merak etmeyin, haftaya paradokslarla başlayıp akıl bulandırma niyetinde değilim. Tim O’Brien’ın Taşıdıkları Şeyler’inde yer alan bu cümleye, Kemal Varol’un romanı Jar’da, bir epigraf olarak rastladım - Jar, hayat kendi gizemleri içinde hoyratça ve kafasına göre akıp giderken hikayeye odaklanan bir roman. Jar bir yana, yukarıdaki epigraf (ki esrarı öldürür) tam da kurgu ve gerçek ilişkisi üzerine kafa yorduğum şu haddinden fazla parlak yaz günlerinde zihinde pek çok kapı açıyor. Yabancı basında bir süredir Jon Kraukauer’ın Greg Mortensen’e yönelik dolandırıcılık iddiaları konuşuluyor; Mortensen, satış gelirinin çoğu bir insani yardım örgütüne yönelen anı kitabı Three Cups of Tea’de “gerçekleri” çarpıttığı için eleştirilere hedef olmuş. İşin vahim yanı, kitabın tutarsızlıklarının ötesinde, bahis konusu yardım örgütünün yaptırdığını iddia ettiği okulların çoğunun yapılmamış olması aslında; ancak Mortensen, hem kitaptaki “kurgusal” anılar hem de bağışçılarını kandırması dolayısıyla topun ağzında.

16 Haziran 2011 Perşembe

Ayna

... Wallace’ın evreni, her şeyden çok farkındalıkla örülü çıkmazlardan oluşuyor. O çıkmazlar ki insana dair olan en temel şeylere, “insanlar arası ilişkilere hakim olan oyun kuruculuğun” kırılma noktalarına işaret ediyorlar. Ancak olan bitenden bihaber yaşandığı sürece belli tatminlere ulaşmanın mümkün olduğu bir dünyada farkındalık, belki de en tehlikeli, en ağır donanımlardan biri.

Wallace’ın dünya sancısı, İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler’in hemen her sayfasında mevcut. Ama varoluş denilen lanetin çoklu katmanlarına aşina olanlar, bu sayfalarda ironiyle, mizahla ve kendi çarpanlarıyla etkileşime girerek durmaksızın genişleyen bir merhamet duygusuyla da karşılaşacaklar. Ya da belki de, yazarın dediği gibi “bunlar tümüyle doğru değil” ve her ayna, bakana farklı bir resim gösterir.

Yaftalara sığınanlara ve yafta vurmaya bayılanlar için gelsin öyleyse öncelikle: İğrenç Adamlar.

(Wallace'a girdik, o damardan devam ettik yayına. Günışığının parlaklığındaki artışla doğru oranda yükselen bir asap bozukluğu, yaz okumalarına eşlik ediyor, onu da belirtmek gerek. Hafta başında okurun okuduğuyla ilişkisinin özel ve subjektif olduğunu belirtmiştik; Zaman Kitap, bir dosya yayımlamış geçen sayısında ve Wallace'ın henüz "hiçbir önemli" eserinin Türkçeye çevrilmemiş olduğunu, yazarın "çok az kişi tarafından" okunduğunu belirtmiş. İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'in Radikal, Sabah ve Taraf kitap eklerinin, ayrıca idefix ve Pandora'nın çok satanlar listelerinde boy gösterdiğini söyleyelim öncelikle ve altını çizelim; metnin önemine dair varılacak yargı, kuşkusuz, okurun bileceği iştir. Ne demiştik? Her ayna, bakana bağlı olarak farklı bir resim gösterir. Siz bilirsiniz.)

15 Haziran 2011 Çarşamba

Körlük

Amerikan edebiyatının son yıllarda yetiştirdiği en önemli yazarlardan biriydi David Foster Wallace. Çağdaşları arasında emsalsiz üslubuyla, yaratıcı bir zekânın ürünü olarak tasarlanmış kıvrımlı, kendi içine doğru katmanlanan kısa öykü, roman ve denemeleriyle öne çıkıyordu. Wallace, 2008 yılında California’daki evinde kendini asarak hayatına son verdi. Bu seçimi yaptığı sırada henüz kırk altı yaşındaydı. Günümüz edebiyatının en heyecan verici ürünlerini birbiri ardına var eden Wallace, yirmi dört yaşında ilk romanı “Broom of the System”i yazdığı günden ölümüne değin romanlarına, çeşitli dergilerde yer alan olağanüstü denemelerine ek olarak birçok üniversitede yaratıcı yazarlık dersleri de vermişti.

Wallace, postmodern dilin, edebiyat metropollerinde endüstrinin seri üretim standartlarına endekslenen evcilleştirilmiş kullanımına karşı, karanlık bir ironinin eşliğinde şekillenen özgün kurgusal arayışların peşinde oldu her zaman. Ana akım dergilerde yazdığında bile, söz konusu mecraların özsel konumlanışına itibar etmedi, kendi kavrayışı ekseninde inşa ettiği metinlerinin gücüyle buralarda yarıklar açtı, tüneller kazdı. Wallace, sözünün ağırlığını, insan bilincine dair yetkin kavrayışı paralelinde kabul ettirmiş bir yazardı. İnsan ruhuna, modern ilişki kalıplarının karmaşasına, çeşitliliğine ipin ucunu kaçırmadan, yalpalamadan vâkıf olmayı beceren sayılı yaratıcılardandı o. Kısa öyküden romana, kalem oynattığı her edebi türde eşsiz matematiksel kurgusuyla, insanlığa, genel kabullere, ikiyüzlü değer yargılarına incelikle inşa edilmiş, her ayrıntısı tasarlanmış tokat tesirinde darbeler indirdi.

14 Haziran 2011 Salı

İlmek

... Ömrü boyunca depresyonla mücadele eden Wallace’ın intiharı, edebiyat dünyasında Kurt Cobain’in müzik sektöründe yarattığına benzer bir çekim alanı yaratır. İçinde yaşadığımız çağda insan olmanın bedelleri üzerine yazdıkları, intiharıyla geri dönüşü olmayacak biçimde ister istemez yoruma açılmıştır artık: Yazar, belli ki umudunu kaybetmiş ve mücadeleden vazgeçmiştir… Böyle yorumlanır. Üstüne üstlük, yazarın yaşam öyküsü, yazdığı kurgu ve kurgu dışı metinlerin tümüne eklenecek bir anlatısal bütünlük kazanmıştır. Dünyanın yükü altında ezilen bir adam, varoluşla uzlaşmayı başaramamış ama buna dair şahane metinler yazmış biri, ödüller ve başarıyla avunamamış bir yazar; günün birinde, garajına doğru ilerler ve ilmeği boğazına geçirir…

İroni de burada başlar zaten; metinlerin anlattıkları, yazarın yaşam öyküsüne bindirilenle bütünleştiğinde, karşımızda yazdıkları salt yaşam öyküsünün “inanılmaz derecede dokunaklı” olması üzerinden okunabilen biri durmaktadır. Çağdaş edebiyatın çoklu okumalara belki de en açık metinlerinin yazarı, tüketim kültürünün arzuları doğrultusunda yaftayı yemiştir artık: O, tıpkı yazdığı eserlerde dışa vurduğu üzere, “acı çeken” adamdır. İntihar kültü harıl harıl çalışmaktadır ve Wallace’ın kitapları, bundan böyle hep intiharının ışığında okunacaktır. Söylemek istediklerini, kendi canına kıymadan evvel gayet yetkin biçimde dışa vurmuş olsa da artık mizahı, okurla diyalog kurma çabası ve içinde yaşadığımız zamanlarda insanlar arası ilişkilerin tümüne hakim o “boktan oyun kuruculuğa” dair gözlemleri, bir ilmeğin ucuna dizilip boynuna geçirilmiştir. İntihar, satış makinesini yağlayan ve tüketim kültürünün içini gıcıklatan bir sos olarak yazdıklarının üzerine dökülür.

Wallace’ın yaşam öyküsü -tabiri caiz ise okurun ağzını açık bırakan kitapları bir yana- oldukça inişli çıkışlıdır. İntiharı, bu bilgileri de edinmemize vesile olur: Yazar, yaşamının çeşitli dönemlerinde ağır çöküntüler yaşamıştır. Yazar, ilk gençliğinden ömrünün sonuna dek sayısız antidepresanla “iyileştirilmeye” çalışılmıştır. Yazar, elektro-konvulsif tedavi görmüştür. Dünya sancısından mustarip olduğu tartışma götürmeyecek olan David Foster Wallace’ın, bu verilerin toplamından fazlası olduğunu, depresyondan ve salt bunalımdan mütevellit düşünülmemesi gerektiğini bizlere hatırlatan kitapları teselli kaynağıdır bir nebze. Yazdığı metinlerde kristal berraklığındaki ifadesiyle, adeta matematiksel kurgusuyla, akıllara durgunluk veren dipnotları ve dipnotlarının dipnotlarıyla büyük bir özenle en basit konuları en sofistike biçimlerde aydınlatmış olan yazarın kendi öyküsüne koymayı seçtiği noktanın, önceden kurduğu cümleleri bu denli ezer ve okuma tecrübesini belirler hale getirilmesi, oldukça dokunaklıdır. Hele yazarın popüler tüketim kültürüne hakim olan indirgeyici dinamiklere kafa yorduğu ve bunlara dair de yazdığı düşünülürse, bizzat kendi ölümüyle “intiharıyla yıldızlaşan bir dahi statüsü” edinmesi fazlasıyla ironik sayılır.

“Sanırım ciddi edebiyatın amacı hepimiz gibi kendi kafatası içinde mahsur kalmış olan okurun başkalarına hayali anlamda erişimini sağlamak olmalı.”


(Yazının tamamı, Underground Poetix dergisinin son sayısında. Evet, blog yazarınız, bu mecra dışında da yazı yazıyor. Kapanıştaki alıntı David Foster Wallace'ın Larry McCaffery söyleşisinden. Görsel, David Hockney; İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'i okuyanlar, göndermeyi sezecektir. İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'in, Doğan Hızlan'ın bu hafta önerdiği kitaplar arasında olduğunu söylemiş miydik? Salılarınızın salllanmamaları dileklerimizle.)

13 Haziran 2011 Pazartesi

Genç!

Geçen hafta Orange Prize'a layık görülen Tea Obreht'ten epey bahsettik; "genç yazar" dendiğinde kastedilenin çıtasını yaş bakımından epey aşağıya çekti bu "genç yazar." (Tea Obreht, 1985 doğumlu.) Jonathan Safran Foer'in ilk romanı Her Şey Aydınlandı ile yaptığı çıkışın ardından gelen en güçlü edebiyat fenomeni olarak nitelenen Tea Obreht -bu arada 1977 doğumlu Foer, Her Şey Aydınlandı yayımlandığında tıpkı Obreht gibi 25 yaşındaydı- Cornell Üniversitesi yaratıcı yazarlık bölümünden 2009 yılında mezun olmuş ve büyük beğeniyle karşılanan romanı Kaplanın Karısı'nın önemli bir kısmını öğrenciliği sırasında tamamlamış. Kaplanın Karısı sarsıcı ve özgün bir metin; yazarın yaşının bu denli "genç" olması, Orange Prize'a aday gösterilen diğer oturaklı isimleri sollaması açısından basında da epey ilgi uyandırmışa benziyor (ödüller isimlere değil metinlere verilmiyor muydu?); yazarın yaşı, romanın yarattığı etkiden daha çok öne çıkmışa benziyor. (25 yaşında bir insana yönelik toplumsal beklentiler, "cayır cayır" yazmalarını içermiyor olsa gerek.) Lafı epey dolaştırmış oldum; yukarıdaki resimde bir başka "genç yazarı," Tanrı Öldü'yü kaleme alan Ron Currie, Jr.'ı görmektesiniz, 1975 doğumlu Ron Currie, Jr. Obreht kadar olmasa da halen bu kategoride anılan bir isim. Yeni yazarlar lanse edildiğinde mevcut isimler üzerinden referans vermek yayıncılık dünyasının olmazsa olmazlarından; Ron Currie, Jr. da Kurt Vonnegut, Chuck Palahniuk ve Raymond Carver gibi isimlere olan paralelliğiyle anılıyor... Kişisel fikrim, özgün bir işi tanımlarken benzeşik olduğunu düşündüğümüz isimleri anmaktansa yazarın etkilendiğini beyan ettiği kaynakları göz önüne almanın daha doğru olduğu yönünde; yazarın kendisine de bu soru yöneltilmiş ve cevabı şu minvalde olmuş: "(Kurt Vonnegut'un edebiyat alanındaki kahramanlarımdan biri olduğunu belirtmekle beraber) böylesi benzetmelerin en iyi ihtimalle bile keyfi ve eksik olduklarını, en kötü ihtimal dahilinde ise mübalağa haricinde bir anlam taşımadıklarını düşünüyorum." Yeni bir yazarı okura belli referanslarla tanıtmanın gerekliliği bir yana, bu konuda Ron Currie, Jr.'a katılmamak, özgün bir sesin omzuna ağır bir yük bindirilmemesi gerektiğini savunmamak elde değil. Biz de, öyleyse, yazarın etkilendiğini söylediği isimlere bakalım: David Foster Wallace, George Saunders, Max Apple, Raymond Carver, Kurt Vonnegut, Hunter Thompson, Lorrie Moore, Kelly Link, T.C. Boyle... Bu adları anarken de dikkatli bir beyanda bulunuyor Ron Currie, Jr. ve yazın anlamında etkilenip etkilenmediğini bilemediğini, bu isimlerin eserlerini her şeyden önce bir okur olarak beğendiğini belirtiyor. Yazıya bir "genç yazar" girizgahıyla başlamıştık; içinde yaşadığımız kültürel iklimin gençlere pek sıcak bakmadığını, yeni olana kuşkuyla yaklaşmaya meylettiğini iddia edebiliriz sanıyorum; o yüzden yazıyı tüm bunların subjektif referanslar ve kategoriler olduğunu hatırlatarak, bir kitap hakkında en doğru yorumu ve konumlandırmayı okurunun yapacağını söyleyerek kapatalım... Ki bu, bizlere, her birimize belletilmeye çalışılan her konu için de geçerli olsa gerek. Geçtiğimiz hafta da vurgulamıştık, beyin bedava. Unutmamak gerek.

Tanrı Öldü, Ron Currie, Jr.'ı tanımak isteyenler için, tüm kitapçılarda.

10 Haziran 2011 Cuma

Kaplanın Karısı

Burada sık sık önümüzdeki aylarda yayımlanacak şahane kitaplardan bahsediyoruz; işte bunlardan biri, blog yazarınızın kişisel favorisi: Kaplanın Karısı. Yukarıdaki resimde İngiltere edisyonundan bir detay gördüğünüz roman, geçtiğimiz yazın sıcak ve bunaltıcı günlerinde, bir word dosyası formatında elimize geçtiği ve ilk olarak okunduğu sırada dışarıdaki kör edici Ağustos güneşinden daha kuvvetli biçimde parlıyordu diyebiliriz. 1985 doğumlu Tea Obreht'in yazdığı ve özgün bir büyülü gerçekçilikle örülen yapıt, halen ısrarla "Roman öldü," vs. temalı serzenişlerde bulunan kendini bilmezlere yaratıcılığı, dupduru dili ve sürükleyici hikayesiyle müthiş bir salto çakarak cevap veriyor. 26 yaşındaki yazarın mahareti, geçtiğimiz günlerde Emma Donoghue ve Nicole Krauss gibi usta isimler arasından sıyrılarak layık görüldüğü Orange Edebiyat Ödülü'yle de perçinlendi. Hareketli bir yaşam öyküsü var Obreht'in: Bosnalı bir Müslüman olan anneannesi, Slovenyalı bir Katolik olan dedesi ve annesiyle Yugoslavya'da yaşayan ve savaş zamanı önce Mısır'a, ardından Kıbrıs'a kaçan Obreht, 1997 yılında Amerika'ya göçmüş. 16 yaşında üniversiteye başlayan, yaşamı boyunca en çok kitaplarla yakınlık kurduğunu söyleyen Obreht, şüphesiz, çağdaş edebiyatın en parlak yıldızlarından biri. Obreht, Orange Edebiyat Ödülü'ne layık görülen en genç isim bu arada.

Kaplanın Karısı'nı bekleyin!

9 Haziran 2011 Perşembe

Zor

On kişiydik; oturma odasının ortasında birbirlerinin başına silah doğrultmuş ikisini saymazsanız eğer, sekiz. Bu on kişinin içinde bütün bunların gerçek olup olmadığını merak eden tek kişi ben değildim herhalde. Tabii ki içiyorduk. Rick’in anne ve babasının evi ve içindekiler, bir şişe Yukon Jack’in çoğunu bitirdikten sonra her şeyi birbirine katan garip bir parlaklığa bürünmüştü. Ayrıca bu, Tanrı’nın öldüğünün resmi olarak açıklanmasından sonra, ama Çocuklara Tapmayı Önleme Derneği’nin kurulmasından önceydi ve genel olarak her şey, ister sarhoş ister ayık, biraz garip ve gerçekdışı görünmenin ötesindeydi. Hiç kuşkusuz bir rüya olabilirdi bütün bunlar. Annem yatağın başında oturur ve soğuk elimi kendi ellerinin içinde tutarken ben komada, iç çeken makinelerin kabloları altında uyuyor olabilirdim ve beynim; dünyanın çivisinin çıktığını, yaslı ve umutsuz halde olan ben ve arkadaşlarımın birazdan toplu olarak intihar edeceğini anlatan bir filmi gözkapaklarımın içine yansıtıyor olabilirdi. Bu yüzden bütün bunların; Rick bir, iki, ÜÇ diye saydıktan sonra ÜÇ’te Ben ve Manny’nin birbirlerinin beynini dağıttığı ana değin gerçek olmadığını düşünen tek kişinin ben olmadığına emindim.

Odayı kan ve dumanla kaplayan patlamadan hemen önce biraz kıkırdadım bile. Yani güya üniversiteye geri dönecektik, ama geri dönecek bir üniversite kalmamıştı. Anlaması gerçekten çok zordu.

Silahlar patladıktan sonra bir an için neredeyse hiçbir şey göremedim, duman o kadar yoğundu ki. Çocukların kovboyculuk oyunu oynarken kullandığı mantar tabancaları gibi kokuyordu ortalık ve onun altında yanmış saç ve derinin ağır, leş gibi kokusu duyuluyordu. Duman yavaş yavaş, kendi üstüne katlanıp alçak bulutlar gibi yer değiştirerek tavana yükseldi, Ben ve Manny’nin yerde yatan cesetleri ortaya çıktı. Kim olduklarını bilmeseydim, tanıyamazdım.

Orada, elimizde bira, duruyorduk. Duman üzerimizden ince şeritler halinde kıvrılarak geçiyordu. Sert ve sakin yüz ifadesi dumanın ardından sabit ve değişmemiş olarak beliren Rick dışında herkes silah patlamasından etkilenmiş görünüyordu. Manny’nin arkasında, sağda duran Chad’in Shipyard Brewing Company logolu tişörtü, sanki Jackson Pollock tarafından sıçratmalı boyama tekniğiyle boyanmış gibiydi. Geçen dönem Çağdaş Sanatta Yeni Açılımlar diye bir ders almıştım ve soyut dışavurumculuk üzerinde epey zaman harcamıştık. Bu yüzden ders kitabımızda bu eser için yapılacak tanımı tahmin edebiliyordum:

Pollock, Jackson. İntihar. Pamuklu üzeri beyin, 2005.


(Tanrı Öldü, Ron Currie, Jr. Çeviren: Seçil Kıvrak. Tanrı Öldü, yarından itibaren tüm kitapçılarda. Görselde, elbette ki Jackson Pollock.)

8 Haziran 2011 Çarşamba

Ses

David Foster Wallace'ın die Zeit söyleşisinden burada daha önce bahsetmiştik. Die Zeit Wallace'ın metinlerindeki gerçekçiliğin psikotik olduğunu belirtiyor; Wallace da şöyle cevap veriyor:

Olay şu; bir bilgi, fikir ve perspektif denizinde boğulur haldeyiz. Kendi fikrimin sadece bana ait olduğunun farkındayım. Ama en azından 3 farklı perspektifin bunu başka biçimlerde yorumlayacağını da biliyorum. Kendi algı/kavrayış yeteneğimin subjektif olduğunun ve kendi kendimi kandırma eğilimimin farkındayım. Yanılıyor olabilirim. Olmayabilirim. Olabilirim. Eğer bütün bunlar birinin kafasında akıp duruyorsa düşünen kimseyi nasıl tanımlarsınız ki? Çağımızın dokusunu tasvir etmek için, şu çağda yaşıyor olmanın nasıl bir tecrübe olduğunu anlatmak için alışılagelmiş metotları bir kenara bırakmak gerekir(...)Bir kitap karakteriyle bağ kurabilirim, ayrıca kitabı bana anlatan kişinin zihniyle de gerçekleştirebilirim bunu. Benim istediğim, tam da bu: Okurun kendi zihninin sesini duyabilmesini istiyorum.

7 Haziran 2011 Salı

Gerçekten


K.G. No: 2 10-94

CAPITOLA, CALIFORNIA


“Tatlım, konuşmamız lazım. Bir süredir lazımdı zaten. Yani konuşmam lazımdı, sanki. Oturabilir misin?”

S.

“Şey, aslında her şeye razıyım, ama senin için kaygılanıyorum, seni incitmektense her şeye razıyım. Bu benim için çok önemli, inan bana.”

S.

“Çünkü önemsiyorum. Çünkü seni seviyorum. Cidden dürüst olmamı gerektirecek denli seviyorum seni.”

S.

“Bazen incineceksin diye üzülüyorum. Böyle bir şeyi hak etmediğin için üzülüyorum. İncinmeyi hak etmiyorsun sen.”

S, S.

“Çünkü, açıkçası, geçmişim pek temiz sayılmaz. Kadınlarla girdiğim bütün yakın ilişkilerde bir şekilde incitiyorum onları, nasıl oluyor anlamıyorum. Dürüst olmak gerekirse bazen insanları, kadınları kullanan şu adamlardan biriyim diye korkuyorum. Bazen üzü–hayır, lanet olsun, sana karşı dürüst olacağım çünkü senin için kaygılanıyorum ve bunu hak ediyorsun. Tatlım, benim ilişki sicilim fazlasıyla olumsuz bir rapor sunuyor. Dahası senin incineceğinden korkuyorum, seni de başkalarını üzdüğüm gibi üzeceğimden korkuyorum yani onlar da–”

S.

“Ne bileyim, bir davranış kalıbım, bir geçmişim var sanki, ilişkinin daha başındayken acelecilik edip girişken davranıyorum, işi çok zorluyorum, çok derinlemesine gidiyorum ve daha en baştan balıklamasına aşka dalmışım gibi aşırı kur yapıp duruyorum. Daha ilişkinin en başındayken Seni Seviyorum diyor, daha yolun başındayken gelecekten bahsedip duruyorum, ne kadar sevdiğimi göstermek için yapmadığım şey kalmıyor, sonuçta doğal olarak karşımdakini gerçekten aşık olduğuma inandırıyorum -ama aşık oluyorum da gerçekten- ve böylece onları kendilerini yeterince sevilmiş hissedecek, Ben De Seni Seviyorum diyecek ve bana aşık olduklarını kabul etmelerini sağlayacak ölçüde rahatlatıyorum. Ama cidden -bunu ısrarla söylemem lazım çünkü Tanrı şahidimdir gerçeği bu- bunu söylediğim zaman kastediyorum, ciddiyim gerçekten.”

(İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler, David Foster Wallace. Çeviren: Sabri Gürses. Görselde Magdalena Abakanowicz'in işlerinden biri. Konuşan adamların sesleri aşina gelmiyor mu?)

6 Haziran 2011 Pazartesi

Görmek

Hepimiz romancıyız ve gördükçe anlatırız, çünkü görmek de bütün ötekiler gibi karmaşık bir iştir.

(Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı. Çeviren: Saadet Özen. Görseller Sophie Blackall'ın Missed Connections projesine ait. Blackall, craigslist'in aynı adlı bölümünde yer alan ilan metinlerini bu proje dahilinde resimliyor. Missed Connections, insanların bir şekilde karşılaştığı ama tanışamadığı diğer kimselere yönelik özel çağrılarını içeriyor; Blackall, bu çağrıları resme döküyor. Blackall'ın Dövmeli Kız görselinin altında, Sylvia Plath'in Sırça Fanus'undan tene yazılmış bir satır, Eleanor kalbinin sesini dinliyor ve o ses kulağına şu şekilde yansıyor: Va-rım. Va-rım. Va-rım.)





3 Haziran 2011 Cuma

Akıl

Haftaya hayatın giderek absürtleştiğini belirterek başlamıştık, günler geçtikçe değişen bir şey olmadı, hayat bir Serdar Ortaç şarkısını anımsatan kifayetsizliğiyle saçma sapan gidişatını sürdürdü. Dünkü Guardian'dan deli saçması bir alıntıya buyrun; Nobelli yazar V.S. Naipaul -ki kendisi Türkiye'ye gelemeyişi ile de epey olay olmuştu- kadın yazarları okumadığını, kendine denk gördüğü bir kadın yazar olmadığını ve olamayacağını belirtmiş. Naipaul'un bu beyanı hakkında derinlemesine bir eleştiriye girişmek beyanın kendisi kadar anlamsız; yalnız ekleyelim, geçtiğimiz günlerde Amerikan Esquire dergisi her erkeğin muhakkak okuması gereken 75 kitaptan oluşan bir liste hazırlamış ve bu listeye alınan tek "kadın" yazar Flannery O'Connor olmuş, bunun üzerine özellikle sosyal medya organlarında epey gürültü kopmuş. (Metis'ten 2 kitabını bulmak mümkün Flannery O'Connor'ın.) Kısa süre önce izlediğim bir TV programında da popüler bir programcı, gayet doğal bir hadiseden bahsedercesine bir "erkek" okur olarak "kadın" yazarlardan hazzetmediğini belirtmekteydi, sohbet etmekte olduğu "kadın" yazar da bu beyanı doğal karşılamakta, tepki vermemekteydi... (Basit bir tepki örneği: Ne demek istiyorsunuz?) Okumak şudur, budur diye ahkam kesme niyetinde değilim. Bu ve benzeri tavırlar, yabancılaştırıyor insanı, hem dünyaya hem de okuduğu metinlere karşı; talihsiz, gereksiz, saçma...

Her ne kadar beyin bedava olsa da, aklımıza her daim sahip çıkmamız gerek.

(Görsel, Blu'nun Zaragoza sokaklarında görülebilecek bir işi. Hatırlatalım; bu ayki Notos'ta ilgi çekici bir Oğuz Atay dosyası yanında Jonathan Safran Foer'in Zadie Smith editörlüğünde hazırlanmış The Book of Other People için yazdığı bir metin var, Murakami'nin en sağlam öykülerinden biri de cabası. Ayrıca Vogue'un Haziran sayısında Kaya Genç, Elif Batuman'ı yazmış; Batuman'ın şahane kitabı Ecinniler, bu ay Doğan Kitap etiketiyle raflarda olacak. Flannery O'Connor'ı atlamamak gerek, Esquire önerdiği için değil, kayda değer olduğu için... Açık havada kitap okuma mevsimi resmen başlamıştır!)

2 Haziran 2011 Perşembe

Samimi

K.G. No:19 10-96

NEWPORT, OREGON

“Niye mi? Niye. Yani güzel olduğundan falan değil. Ama güzelsin. Konu senin böyle cin gibi zeki olman. İşte. Niyesi bu. Güzel kızlar sürüsüne bereket, ama - itiraf edelim, cidden akıllı insan az bulunur. Her iki cinsten de. Biliyorsun. Bence benim için her şeyden öte senin akıllı olman önemli.”

S.

“Ha. O da mümkün, sanırım, yani senin açından bakarsak. Sanırım olabilir. Ama bir düşünsene: böyle bir şey, cin gibi zeki olmayan bir kızın aklına gelir miydi? Aptal bir kızın aklına bundan şüphelenmek gelir miydi hiç?”

S.

“Yani sen şimdi böylelikle beni haklı çıkarıyorsun. Samimi olduğuma inanıyorsun şimdi, asılıyorum diye konuştuğuma değil. Doğru mu?”

S...

“O zaman gel buraya.”


(İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler, David Foster Wallace. Çeviren: Sabri Gürses. Görsel, Tracey Emin'in My Bed (Yatağım) adlı çalışmasından.)

1 Haziran 2011 Çarşamba

Acil


2011 Uluslararası Man Booker Ödülü, geçen hafta Philip Roth'a verildi. Bu karar üzerine jüri üyelerinden biri istifa etti; 50 yıldan uzun zamandır yazan ve ödül komitelerince sıklıkla görmezden gelinen yazarın takipçileri ise büyük bir sevinç yaşadı. Okumadıysanız bu vesileyle bu dev yazarla tanışın ve Portnoy'un Feryadı'ndan Sokaktaki Adam'a, Pastoral Amerika'ya bir uzanın deriz.

David Remnick, New Yorker'da Roth'a yazma hallerini sormuş, cevabı aşağıda:


"Yalnız yaşıyorum yani sorumlu olduğum, vakit geçireceğim kimse yok. Saatlerimin tamamen bana ait. Genelde tüm gün yazarım. Akşam devam etmek istersem salona gitmem, bir başkası bütün gün yalnız kaldı diye onunla vakit geçirmem gerekmez. Öylece oturmam ya da birilerini eğlendirmem gerekmez. Tekrar oturur ve iki-üç saat daha çalışabilirim. Gecenin ikisinde uyanırsam - bu, nadiren başıma gelir ama arada olur- ve aklıma bir şey gelirse ışığı açar ve yatak odasında yazarım. Dört bir yanda şu sarı not kağıtlarından var. Sabaha değin okurum eğer istersem. Eğer beşte kalkarsam ve çalışmak istersem gider çalışmaya başlarım. Böyle çalışırım, nöbetçi gibi. Doktormuşum ve acildeymişim gibi.

Acil olan benim."