29 Temmuz 2011 Cuma

Olur

Her ölüm erken ölümdür ama, çeşitli nedenlerle doğal karşılanmayacak biçimlerde hayatlarını yitirenlerin arkalarından söylenenlere kulak vermek zorunda kalmak gerçekten çekilir değil... İntiharın da, ölümün de paketlenip sunulduğu bir dünyada yaşıyoruz; Kurt Cobain'in günlüklerinin el yazısı ile basıldığı, yaşamını yeni yitiren Amy Winehouse'un yarım kalmış albümünün apar topar piyasaya sürüleceğinin duyurulduğu, David Foster Wallace'ın 6-7 yaşlarında karaladığı kağıtların ortalığa dökülmekle kalmayıp psikologlarca analiz edildiği ve bu analizler doğrultusunda makalelerin yayımlandığı bir dünya burası. Yukarıdaki görsel: David Foster Wallace'ın annesine ilkokuldayken yazdığı bir şiir. Doğal bir ölümle gitmiş olsaydı bütün bunlara gerek kalacak mıydı? Drama, drama... Olur gider diyorum, başka da bir şey demiyorum.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Gider

Dünya o kadar hüzünlü ki, gökkuşağı bile siyah beyaz çıkıyor ve o kadar çirkin ki, can çekişenlerin peşindeki akbabalar hemen üstlerinden uçuyor. Birisi Meksika'da şarkı söylüyor:

Hayat lavabodaki pislik gibi, giderden akıp gidiyor.

(Olur gider damarından girdik, Galeano'dan çıktık. Alıntı Metis'in yayımladığı Eduardo Galeano metni Biz Hayır Diyoruz'dan geldi. Çeviren: Bülent Kale. Görsel Sebastiao Salgado.)

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Katkı

Gördüğünüz üzere tatil adı altında geçen bir haftalık kafa izni sona erdi ve yeniden karşınızdayım sevgili okur. Ben uzak diyarlarda kitaplar, hamak vs. içeren tatilimi yaparken hayat akmayı sürdürmüş elbette; gündem almış başını gitmiş. Merak etmeyin, size özet yapma niyetinde değilim; hatta gittiğim yörenin yerlilerinin -Aborjin değiller elbette, yerli demek biraz tuhaf, bildiğimiz Ege insanı söz konusu, gizeme gerek yok- özlü bir sözü var, onunla bağlamak isterim: Olur gider. Elif Şafak yeni bir kitap çıkartmış misal, kapağında ise erkek kılığına girerek kendi poz vermiş bizzat; tatilden yeni dönmüş sıfır kafayı dumura uğratmadı desem yalan olur. Yazarın kitabının içine gömülmesi şaşırtıcı değil de, bir aktris hırsıyla yarattığı karakter kılığına girmesi -nasıl desem- takdire şayan gerçekten. Roman öldü diye her yıl çıkıp ortalığı velveleye verenler bu örnekten yola çıkarak romanın tiyatroya kaymakta olup olmadığını da -aynı anlamsız çerçevede- tartışabilirler. Yazın geldiğini anlamayanlar varsa aramızda, Elif Şafak sayesinde öğrenmiş oldular ki bu da takdire şayan bir durum.

Görselde moda insanı Karl Lagerfeld'in kütüphanesini görüyoruz - kitabın nesnel varlığına ulu orta saldıranlar için geliyor, iPad kitaplığı şöyle bir atmosfere sahip olabilir mi? Neyse, neden tatil yapıyoruz, daha çok çalışabilmek için elbette sevgili okur. Önümüzdeki aylar için şahane kitaplar hazırlıyoruz. İlerki günlerde sizlere ufak ufak çıtlatacağım ama önce bir merhaba demek istedim. Ha bir de, sıcaktan bunalanlara, gündemden kusma raddesine gelenlere aforizmasal bir katkıda bulunmak gerekti, neymiş: Olur gider!

26 Temmuz 2011 Salı

Yeterince

Barthelme’nin Pamuk Prenses’i, üniversite öğrenimi görmüş bir genç kadın. Yedi çalışkan adam ile paylaştığı hayatının sıradanlığından son derece mustarip, onu kurtaracak prensi beklemekte ısrarlı ve hikâyesinin doğru düzgün bir son temin edemiyor oluşundan ötürü son derece şikayetçi. Barthelme’nin çok katmanlı anlatısı, Pamuk Prenses karakteriyle, dönemin kadın hakları hareketi sayesinde birtakım özgürlüklere kavuşmuş ancak toplumsal açıdan kendini henüz gerçekleştirememiş kadınını karikatürize ediyor. Öyle ki, anlatının akışı Pamuk Prenses’i üniversiteden mezun ederek çağdaşlaştırsa da prensini bekleme çıkmazından kurtarmıyor… Ya da beraber yaşadığı erkeklerden sıkıldığını ve yalnızca hayal gücü yoksunluğundan onlarla birlikte olduğunu açıkça ifade etmesini sağlasa da, hakkında başkalarının neler diyeceği endişesinden azade kılmıyor. Böylelikle; romanda karşımıza dönemin muhalif dergilerinden Dissent’i okurken çıkan Pamuk Prenses, yine de kendi kaderini çizecek ölçüde bağımsız ve içinde yaşadığı düzene karşı “muhalif” olmayı başaramıyor.

22 Temmuz 2011 Cuma

Su

Hiçbir şey, anımsananların yankısından, mağaranın çınlayan sessizliğinden başka hiçbir şey yok etrafta; sessizliğin uğultusundan, zamanın suskunluğundan başka... Karanlığın ışığından... Düş suyundan... Sudan başka.

(Ölüler Ansiklopedisi, Danilo Kiş. Çeviren: Hür Yumer, Remzi.)

21 Temmuz 2011 Perşembe

Hiç

Sıcak güneş iliklerini ısıttı. Kanı damarlarında dolaşmaktaydı. Yaşadığının tümüyle bilincindeydi. İçinde bulunduğu anda var oluyordu. Bu yeterdi. Hem belki gelecek yıllarda hayatı algılayışında yeni bir boyut belirir, bu da ona bir biçimde, hiçlik fikrini yenme gücü verebilirdi.

(Kent ve Tuz, Gore Vidal. Çeviren: Fatih Özgüven. Helikopter Yayınları.)

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Garip

"Şu dünya ne garip, değil mi beyefendi?"

"Fikrimce," dedi Crosby, "şu otuz altı yıl içinde garipliğinden çok şey kaybetti."

Kır sakallı, "Aah!" dedi; "öyle olaylar biliyorum ki, anlatsam inanmazsınız. Şahsen bendenizin başına gelmiş ne akla hayale sığmaz olaylar var."

Crosby, "Bugünlerde gerçek olaylara pek rağbet yok," dedi terslercesine; "yazarlıkla geçinenler bu tür şeyleri daha iyi kıvırıyor."

(İnsanlar, Hayvanlar ve Yırtıcı Hayvanlar, Saki. Çeviren: Fatih Özgüven, Notos.)

19 Temmuz 2011 Salı

Parça

Mırıltısının tatlı gök gürültüleri eski duvarları sarstı, panjurlar parçalanana kadar pencereleri dövdü ve sonunda karlı ay ışığına geçit verdi, odanın içine düşsün diye. Çatıdaki kiremitler uçtu, aşağıdaki avluya düştüklerini duydum. Mırlamasının titreşimleri evin temellerini sarstı ve duvarlar dans etmeye başladı.

"Yıkılacak, her şey parçalanacak, ayrışacak," diye düşündüm.


(Kaplanın Gelini, Angela Carter'ın Kanlı Oda kitabında yer alan bir öykü. Çevirenler: Özden Arıkan, Pınar Savaş; Everest. Tatile devam :))

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Düş

Her hareket bir önceki tarafından belirlenir - düzenin anlamı budur. Eğer keyfi davranmaya başlayacak olursak her şey altüst olur. En azından böyle olacağını umalım. Çünkü eğer doğallığımızın onların düzeninin bir parçası olduğunu kazara keşfedecek, hatta kuşkulanacak bile olursak, hapı yuttuğumuzun resmidir.(...) T'ang Hanedanı'ndan bir Çinli -ve bu tanıma göre de bir filozof- rüyasında kelebek olduğunu görür; ve o andan itibaren rüyasında, kendisinin Çinli bir filozof olduğunu gören bir kelebek olmadığından emin olamaz.

Ona imreniyorum; çifte güvencesi var.

(Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler, Tom Stoppard. Çeviren: M. Hamit Çalışkan, Dost Kitabevi Yayınları. Blog yazarınız bir haftalık bir tatilde, tahmin edeceğiniz üzere kitap okuyor... Bu bir haftalık tatilden bloga nasip düşen hafta boyu okunup da paylaşılanlar olacak gibi.)

15 Temmuz 2011 Cuma

Nesnel


Bir müstehcenlik tartışması almış başını gidiyor, sevgili okur... Kişiye özgü normlara, dolayısıyla yoruma dayalı şeylerin kurumlar ya da kurullarca değerlendirilmesi fikrine yekten karşı olmanın yanı sıra, bir kitap okurunun okuduğu şeyden şu veya bu nedenle hoşlanmaması durumunda kitabın kapağını kapatabileceğinin farkındayım neyse ki, paniğe mahal yok. Kitapların yasaklanması ya da suçlanması ülkemize özgü bir durum değil; örneğin Alice Harikalar Diyarında, Çin'de, hayvanlar insan dilinde konuşuyorlar ve bu, toplumu rencide edici bir unsur diye yasaklanmış, sene 1931'de. İnsanlar hayvan dilinde konuşsalar Çinli otoriteler bu durumu nasıl değerlendirirdi, düşünmek dahi istemiyorum... Henry Miller'ın Oğlak Dönencesi'nin "müstehcen" bulunan satırlarının bantla kapatılması suretiyle ülkemizde yayımlandığı son dönemde pek çok yayın organınca anımsatılıyor. Benim hatırladığım kendi okuduğum edisyonun girişinde mahkeme kararı olduğu ve "zararlı" bulunan pasajların kararda tam metin şeklinde yer aldığı mesela; öyle ki kitapta bantla örtülü bir satıra denk geldiğimde girişteki karara dönerek okumamam "gereken" satırlara ulaşabiliyordum... Oldukça ilginç bir deneyimdi şimdi düşündüğüm zaman, ancak bu edisyonun yasak kalktıktan sonra özel olarak mı hazırlandığını yoksa yasağa rağmen gerçekleşmiş bir girişim mi olduğundan emin olamıyorum - kitabım, pek çok diğer kitap gibi bir başkasının kütüphanesine yelken açmış olsa gerek. Geçtiğimiz yıllarda yayımladığımız Woody Allen klasiği Yan Etkiler de aynı kültürel iklim esnasında yayımlanmış ve o zamanki yayıncısı orijinal adı Side Effects olan kitaba Muzır Etkiler adını vermeyi uygun görmüş - muzır terimi, o yıllarda böylelikle popüler olup ardından gelen süreçte hayatlarımızda belirgin bir biçimde yer almamıştı ki Burroughs sayesinde yeniden gündeme oturmuş oldu. Henry Miller, yine benzer gerekçelerde ABD'de yasaklanmış bir yazar; düz ve basit bir mantıkla gidersek yasakların belli şeyleri daha da cazip kıldıkları söylenebilir oysa, amaçlanandan ters bir etkiye sahip olmasın alınan önlemler?

Görselde, Miller'ın Oğlak Dönencesi'nin 1939 yılından kalma ilk baskısı; nesnel varlığı, metnin zamana meydan okumasını sağlıyor. Kitap formatıyla amaçlanan tam da bu değil mi zaten?

14 Temmuz 2011 Perşembe

Deneyim

Kugelmass ertesi gün de Persky’ye gitti ve birkaç dakika içinde sihir yoluyla Yonville’e ulaştı. Emma, onu gördüğünde heyecanını saklayamadı. Birlikte saatler geçirdiler; birbirinden çok farklı geçmişlerinden konuşarak, gülüşerek. Kugelmass ayrılmadan önce de seviştiler. “Şuna bak yahu, Madam Bovary’le sevişiyorum,” dedi Kugelmass kendi kendine, “Birinci sınıfta edebiyat dersinden çakmıştım oysa ben!”

Geçen aylar içinde, Kugelmass Persky ile defalarca görüştü ve Emma Bovary ile çok yakın, tutkulu bir ilişki yaşamaya başladı. “Beni mutlaka yüz yirminci sayfadan önce sok kitaba,” dedi bir gün Kugelmass. “Rodolphe denen o herife takılmadan önce buluşmam şart kadınla.”

“Niye?” dedi Persky, “hızına yetişemiyor musun?”

“Ne hızı? Herif toprak sahibi asillerden. Bu adamların tek bildiği kur yapıp at binmek. Benim için, uyduruk kadın dergilerinde gördüğün kasıntı heriflerden farkı yok. Ama onun için, ilah, ilah!”

“Kocası hiçbir şeyden kuşkulanmıyor mu?”

“Ruhu duymuyor. Geberesiye çalışan bir sağlık teknisyeni adam. Saat on oldu mu, kütük gibi devrilip uyuyor. Ama bizimki için gece yeni başlıyor. Neyse, hadi görüşürüz.”


(Yan Etkiler, Woody Allen. Çeviren: Sıla Okur. Alıntı Kugelmass Olayı'ndan; öykü O. Henry Ödülü'ne de layık görülmüş bir W.A. klasiği. İnşa ettiği bir dolapla isteyeni istediği kitaba gönderebilen bir şarlatanın yer aldığı hikaye, Wilhelm Reich ve Orgone cihazına gönderme niteliğinde. Reich, 40'lı yıllarda geliştirdiği cihazın -ki bir dolaptan farklı olduğu söylenemez- içine girenlerin orgazmik bir enerji tecrübe edeceğini ve bu enerjinin pek çok hastalığa deva olduğunu belirtmiş; bilimselliği tartışmalı olsa da Salinger'dan Norman Mailer'a, Jack Kerouac'a pek çok edebiyatçı, bu deneyimi destekliyor. William S. Burroughs, -ellerini kullanmaksızın- 37 yaşında bu cihazın içinde orgazm olduğunu iddia ediyor ki Reich hakkında yazılmış yeni bir kitap, konuya daha da detaylı eğiliyor.)

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Güzel ve lanetli


Magazinden kaçış yok, ey okur, edebiyat alemi de (artık o neresiyse?) magazinden nasibini alıyor. 90'lı yıllara damgasını vurmuş ünlü model Kate Moss, geçtiğimiz günlerde dünya evine (artık o neresiyse?) girdi ve tüm edebiyat çevrelerinde Moss'un parmağında Zelda Fitzgerald'ın yüzüğü olduğu konuşuldu. Yanlış anlaşılma olmasın, Moss'un parmağındaki Zelda'nın yüzüğünün bir replikası sadece, ancak atılan manşetlerde hadise bu şekilde belirtilmeden bildirildi, magazin kafası öyle gerektiriyor olsa gerek. Her neyse, edebiyatın "nörotik" kadın figürleri arasında belki de en çok konuşulanlardan biri Zelda Fitzgerald; ilişkiler üzerine onlarca film kotarmış olan Woody Allen da geçtiğimiz günlerde bir açıklama yapmış ve Muhteşem Gatsby'yi filme çekmek isteyebileceğini ancak projenin Baz Luhrmann'da olduğunu belirtmiş ve Zelda tipindeki kadınlara tutulma eğilimi olduğunu eklemiş. Zelda tipiyle kasıt ne diyorsak eğer, Allen'a göre deliliğe meyilli ve dolayısıyla tehlikeli kadınlar söz konusu; Zelda'nın Fitzgerald'ı mahvettiği yaygın biçimde söylenir, ancak her duyduğumuza inanacak değiliz, kimin kimi mahvettiğini kim bilebilir? Her neyse, Zelda'nın güzel, deli, yarım akıllı ve hedonist bir kadın figürü olarak ölümünden sonra adeta Çehov'un Siyahlar İçindeki Keşiş'i olarak kendini çoğaltması düşündürücü, kah Kate Moss'un parmağındaki yüzükte, kâh Woody Allen filmlerinde Zelda'lar yürüyüp gidiyorlar... Bu açıdan bir Zelda kültünün varlığı su götürmez; ancak belirtmeden geçmemeli, erkek egemen toplumlar tarih boyunca kadın korkusu diye adlandırılabilecek bir illetten de mustarip olmuşlardır; deliliğe atfedilen marjinal durumun zaten marjinlerde konumlanmaları gerektirilen kadınlara bu denli şevkle bindirilmesi "Zelda" fenomenini bir nebze olsun açıklayabilir. Woody Allen üzerinden misojeni sularına yelken açmak değil niyetim ama Allen sinemasında kronolojik olarak gelişen bir kadın-erkek, dünya-insan algısı olduğunu belirtmem gerekir; Allen'ın erken dönem filmlerinde kalbin "ne denli esnek bir kas" olduğu vurgulanır - Hannah ve Kız Kardeşleri'nde geçer bu replik; ama çoğu filmde ilişkiler zaten bu düstur üzerinden şekillenir... Sarsak, entelektüel, nörotik erkek karakterlerle dünyalarını altüst etmeye kadir, alımlı ve entelektüel anlamda erkekten zayıf kadınlar Allen’ın erken dönem filmlerinde tehlike saçmadan ve belli bir acz içinde boy göstermeden duramazlar. Geç dönem filmlere baktığımızda ise daha karanlık bir tabloyla karşılaşırız; ilişkiler yine doğaları gereği insanların zaafları üzerinden yapılandırılır ama önceki filmlerde bariz olan iyimserlik yerini daha karanlık bir dünya algısına, rastlantısallığın hüküm sürdüğü ve hayat akışının anlamdan uzak dinamiklerinin acımasızlığının ortaya konduğu mizansenlere bırakır. Annie Hall'ın Zelda'sı Annie karakteriyle Vicky, Christina, Barcelona'nın Zelda'sı Maria (Penelope Cruz canlandırır) arasında dağlar kadar fark olmakla beraber, evet, ikisi de -muhatap oldukları erkek açısından- biraz "tehlikelidir."
Zelda Fitzgerald, adlı adınca bir karakter olarak Allen'ın son filmi Midnight in Paris'te boy gösteriyor, film burada gösterime girecek mi bilemiyoruz tabii, bekleyecek ve göreceğiz.

Yukarıdaki görselde, Allen sinemasının en çarpıcı ve oturaklı kadınlarından biri, Diane Keaton, kare sanıyorum Manhattan'dan. Aşağıda Allen, Penelope Cruz ve Javier Bardem karşısında; Bardem'in bakışlara dikkat. Akıl sağlığınıza her daim sahip çıkmanız temmenilerimizle.


12 Temmuz 2011 Salı

Gölge


Bundan bin yıl önce, siyahlar giymiş bir keşiş Suriye'de ya da Arabistan'da bir yerde, çölde yürüyormuş... Oradan birkaç mil ötede balıkçılar, gölün yüzeyinde ağır ağır yürüyen, siyahlar giymiş bir başka keşiş görmüşler. Bu ikinci keşiş seraptı kuşkusuz. Şimdi efsanenin görünüşte yadsıdığı optik yansımaları bir yana bırakın da dinleyin. Bu seraptan bir serap daha çıkmış, ondan bir tane daha, öyle ki, siyahlar giymiş keşişin gölgesi atmosferin tabakalarının birinden öbürüne yansıyarak çoğaldıkça çoğalmış. Kâh Afrika'da, kâh İspanya'da, kâh Hindistan'da, kâh Uzak Kuzey'de görüyorlarmış onu... Sonunda dünyamızın atmosferinden çıkmış, şimdi de -yitip gidebileceği koşullara bir türlü düşmeden- evrende dolaşıp duruyormuş(...) Ama efsanenin asıl öenmli, can alıcı noktası şu, canım: Keşişin çölde dolaşmasından tam bin yıl sonra serap yeniden dünyanın atmosferine girecek, insanlara görünecekmiş. Sözde bitmek üzereymiş bu bin yıl... Efsaneye göre, siyahlar giymiş keşişi bugün yarın beklemeliymişiz.

Dün bahsettiğim Elif Batuman kitabı Ecinniler'i karıştırırken rastladım bu öykünün bahsine, Çehov'un Siyahlar Giymiş Keşiş adlı öyküsü (alıntı, İş Bankası Kültür Yayınları'nın Ergin Altay çevirisiyle yayımladığı Köpeğiyle Dolaşan Kadın adlı edisyondan geliyor, Ecinniler'deyse aynı öykü Kara Keşiş olarak geçiyor.) Yaz mevsiminin blog yazarınızın bünyesinde yol açtığı tuhaf etkiler var; ışığın yoğunluğu, düşlerle yaşam arasındaki sınırları bulandırıyor gibi, neyse, allahtan kimlik sahibiyiz, gölgelerde dolaşmıyoruz, atmosferde çoğalan karanlık suretlerimiz yok; uyanmak hoş bir aktivite, herkese tavsiye ederim. Düşler iyidir ama, o ayrı.

Görsel, Fritz Lang klasiği Metropolis'ten.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Diyalog

Geçen yaz burada Kafka'nın "dava"sından bahsetmiş, Max Brod'a emanet ettiği ve Brod'un sevgilisi Eva Hoffe'nin eline geçen, ondan da bugün 70'li yaşlarda olan kızlarına kalan elyazmalarının hukuksal ve kültürel bir krize yol açtıklarına değinmiştik. Takip ediyorum sevgili okuyucu, ancak bir kısmı kedilerin istila ettiği bir apartman dairesinde, bir kısmı da muhtelif banka kasalarında bulunduğu söylenen Kafka metinlerinin akibetine dair yeni bir şeye rastlamış değilim. Bir adam, kısa ömrü boyunca yazar, yazar, yazar ve sonra ölüm döşeğindeyken arkadaşına yazdığı her şeyi yakmasını söyler (kimi iddiaların aksine samimi olduğunu düşünüyorum, yani yak derken "Yakma sakın, git hemen yayınla," ya da "Sakla seneler sonra ortalık karışsın," demek istendiğini düşünmüyorum.) Arkadaşı vasiyeti yerine getirmez ve olaylar gelişir. Elif Batuman'ın NY Times'a bu hususta yazdığı makale çok ilginç, Batuman'ın sesiyle yükselen detaylar (mahkemeye Iams kedi mamalarının logosunu barındıran bir cantayla gelen "varis" örneğin) tüm bu olan biteni iddia edilenin aksine kafkaesk bir çerçevede değil de, trajikomik bir biçimde ortaya koyuyor. Zaten bu husustaki son yazımızda Bolano'ya uzanıp, "komedi gibi başlayan her şey trajedi olarak son buluyor," demişiz ki olayın komedi gibi başladığını iddia etmek dahi yersiz olabilir (komedi unsurları barındıran ağır bir trajedi?) Öte yandan devir enformasyon devri; Kafka'nın porno arşivinin bile gözler önüne serildiği düşünülürse yayımlanmamış metinlerin bir yerlerde bir kasada ya da bir koli kedi mamasının altında yatıyor olması fikri gerçekten dokunaklı.

Elif Batuman'dan bahsetmişken atlamak olmaz; malum mevsimlerden yaz, resmen toplumsal bir baskı mevcut kişinin üzerinde: "Bir sahile uzanacaksın, kitap okuyacaksın." Bu baskı karşısında takınılacak tavır kişiye özel elbette, ama edebiyata dair eğlenceli bir şeyler okumak ve metinlerden metinlere atlamak isteyen bünyelere önereceğimiz, kaçırılmaması gereken bir kitap var, o da Batuman'ın Ecinniler, Rusça Kitaplar ve Onları Okuyanlarla Maceralar'ı. Batuman'ın kitabı ABD'de büyük bir ilgiyle karşılandı, kitabın yayıncısı Doğan, çevireni Sabri Gürses. Nereye dönsem bir jüri kültürüyle kuşatılmış hissediyorum kendimi ey okur; her yerde birtakım insanlar toplanmış, ne yapılması, ne söylenmesi, ne yazılması, ne okunması, ne okunmaması gerektiğini grup halinde konuşuyor olmalarının verdiği kuvvetle dayatmaya çalışıyor diğerlerine... Burada önerilerimiz subjektif ve kişisel, altını çizelim bir kere. Batuman da, tam da bu yüzden, yani kendi yorumlarını genelleme ve dayatma ihtiyacı duymaksızın ortaya koyduğu ve edebiyatı anlamsızca nesnel olma iddiasında bir bakışla değil, subjektif bir biçimde damıttığı için cazip. Bu arada bir not, blog yazarınız etten kemikten bir insandır, kendisine ulaşmak isteyen herkese bir telefon ya da e-posta uzaklığındadır - sarılın telefonlara, arayın yazarınızı demek değil amacım, ama bir yazı yazan kimsenin kimliğini açıkça ortaya koymak istemese de muhatap aldığı kimselerce ulaşılabilir olması önemlidir, lakin diyalog denen şeydir medeniyetin gelişmesini sağlayan - naçizane görüşüm elbette, belirtmek istedim.

Yazıyı edebiyatın en naif karakterlerinden birinin, Holden Caulfield'in ağzından bitirelim:


Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.

Ama öylesi pek bulunmuyor.

(Çavdar Tarlasında Çocuklar, J.D. Salinger. Çeviren: Coşkun Yerli, YKY. Görsel, Kenojuak Ashevak. Evet, kuşlar iyidir.)

7 Temmuz 2011 Perşembe

Kedi

"Okur kitap arar ama, kitabın da okuru bulduğunu ben çok gördüm. Açıklanabilir bir şey söylemiyorum belki, ama "rastlantılar"ın çoğu, açıklayamadığımız için rastlantı görünmez mi?"

(Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz. Metis, 1994. Kendi okurunu bulan kitap misali, Siren'in kendi evini kendi bulan başına buyruk kedisi Karamel, kapakla özel bir yakınlık geliştirmiş halde.)

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Kanal

Sevgili okurlar, biliyorsunuz bu blog ne zamandır burada ve hafta içi her gün olmak üzere yayında... Bir süre önce, blogspot birtakım talihsizliklerle yüzleşirken inat edip yayını burada sürdürmüş ancak içeriğe ulaşamayacak olanları düşünüp farklı kanallardan aynı yayını tekrarlamıştık. O kanallardan biri olan tumblr sayfamız, artık hayatına kendi başına devam etmekte. Duyuralım istedik. Hafta içi günlük dozunuzu blogspot üzerinden aldıktan sonra, bizi dilerseniz tumblr'dan da takibe devam edebilirsiniz.

5 Temmuz 2011 Salı

Tuhaf Arkadaşlar


Hint restoranının balkonunda yanımda oturan komik şapkalı İsviçreli deli gibi terliyor. Onu suçlayamam. Ben de bir hayli terliyorum ve benim bu iklime alışık olmam gerekiyor. Fakat Bali, Tel Aviv değil. Burada hava o denli nemli ki içebilirsin neredeyse. İsviçreli bana iki iş arasında olduğunu, bu yüzden seyahat etme olanağı bulduğunu söylüyor. Yakın zamanda Yeni Kaledonya adalarında bir sahil oteli işletiyormuş, fakat kovulmuş. Gece boyunca tavlamaya çalıştığı ve bir saat önce ona tuvalete gideceğini söyleyen Türk yazar hâlâ dönmedi. Hâlihazırda o kadar içtim ki, diyor, yerimden kalkmaya yeltenirsem muhtemelen basamaklardan aşağı yuvarlanacağım. Bu yüzden en iyisi yerinde kalıp bir buzlu votka daha söylemek ve bana bir hikâye anlatmak.

Yeni Kaledonya adalarında otel işletmenin iyi bir fikir olduğunu düşünmüş. Fakat oraya vardığında otelin dökülmekte olduğunu keşfetmiş. Odaların klimaları çalışmıyormuş ve yakındaki dağlarda yaşayan asiler, kimseye zarar vermemekle birlikte, anlaşılmaz bir nedenden, belki de can sıkıntısından ötürü, yürüyüşe çıkan otel müşterilerini korkutmaktan hoşlanıyorlarmış. Temizlikçi kadınlar oteldeki kötü ruhlar barındırdığını iddia ettikleri sanayi tipi çamaşır
makinesinin yanına yaklaşmayı kesinlikle reddediyor, çarşafları nehirde yıkamakta ısrar ediyorlarmış. Özetle, otel broşürde göründüğü gibi değilmiş. İşe başlayalı bir ay kadar olmuşken Amerikalı bir çift gelmiş. Küçük lobiye girdikleri anda hissetmiş başına bela olacaklarını.
Tipik memnuniyetsiz müşteri izlenimi uyandırıyorlarmış, şu resepsiyona gelip havuzun ısısından şikayet eden türden. İsviçreli resepsiyonun arkasına oturup kendine bir bardak viski koymuş ve
çiftin öfkeli telefonunu beklemeye koyulmuş. On beş dakika bile sürmemiş. “Yatak odamızda bir kertenkele var,” diye bağırmış hattın öteki ucundaki boğuk ses. “Adada pek çok kertenkele var, efendim,” demiş İsviçreli kibarca. “Adamızın büyüleyici yanlarından biridir.”
“Büyüleyici mi?” diye bağırmış Amerikalı. “Büyüleyici mi? Karım ve ben büyülenmedik. Birinin gelip kertenkeleyi odadan çıkarmasını istiyorum, anlıyor musun?”

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Kendi kendini yazan kitap...


"Yazarın önünde bir karakterler listesi, tema özeti ve konu için yarattığı çerçeveyle oturup bu unsurları nasıl düzenleyeceğini ümitsizlik içinde düşündüğü sanılır. Gerçekte böyle değildir bu. Nabokov'un sancı diyerek tanımladığı şeye benzer. Sancı ya da ışıltı, yazarın anlayışına dair bir şey. Bu noktada yazar, işte burada hakkında yazabileceğim bir şey var demiş olur. Bu anlayış olmadan ne yapılırdı bilemiyorum. Bu fikre -sancıya ya da ışıltıya- dair hiçbir şey çekici gelmeyebilir size - yazacağınız kitabın bunun hakkında olacağı, bunu yazmanızın gerektiği dışında. Fikir, aksine sizi tiksindiriyor ya da itiyor bile olabilir ama yazmanız gerektiğini anlarsınız..." (Martin Amis, Paris Review söyleşisi. Philip Roth'un çıkıp artık kurmaca metin okumadığını beyan ettiği zamanlarda yaşıyoruz (yazıyor, o ayrı.) Amis, beklenmedik bir dürüstlükle cevap vermiş soruya.)

"Buradaki pek çok yazar bana mesajımın ne olduğunu bilmek istediklerini söylüyorlar. Bakın, bir mesaj falan yok. Yazdığım zaman, yazmam gerektiği için yazıyorum. Bir yazar kendi işlerini fazla kurcalamamalı. Kitabın kendi kendini yazmasına izin vermek gerekir, değil mi?" (Jorge Luis Borges, Paris Review söyleşisi. Aşağıdaki görselde Nabokov, kelebek peşinde.)


1 Temmuz 2011 Cuma

Akıcı



Akıcı metinleri severim; hiyeroglif, esoterik, sapıkça, çok yönlü, tek yönlü, fark etmez. Akıcı olan her şeyi severim; içinde zaman ve dönüşüm olan, bizi sonun asla gelmediği başlangıca götüren her şeyi: yalvaçların şiddetini, aslında esrime olan müstehcenliği, fanatiğin bilgeliğini, ayini gerçekleştiren rahibi, fahişelerin küfürlerini, lağım suyunda yüzen balgamı, göğüsten akan sütü, rahimden akan acı balı, akışla arınan irin ve pisliği; akıcı olan, eriyen, uçucu ve çözücü her şeyi; kaynağını yitirmiş, ölüme ve çürümeye doğru döngüyü tamamlamaya yönelik her şeyi. İçimizde yatan en büyük arzudur akmak; zamanla bir olmak, o büyük öte simgesini şimdi ve burada olanla birleştirmek. Sözcüklerle kabızlaşan, düşünceyle felç olan saçma ve ölümcül bir arzu.

(Yengeç Dönencesi, Henry Miller. Çeviren: Avi Pardo. Çok yakında, raflarda... Görsel, Matthew Cusick'in haritalı işlerinden birine ait.)