27 Ekim 2011 Perşembe

Umut

Burada olan bitenlerin ekseninde ABD'de başlayıp dünyaya viral biçimde yayılan Wall Street'i İşgal Et protestolarını ne denli takip edebildiniz bilmiyorum. Wall Street'i İşgal Et, yelpazesi son derece geniş bir protesto; belli bir hedef yerine giderek genişleyerek çoklu hedefleri karşısına alıyor ve merkezinde bireylerin güç odakları karşısındaki memnuniyetsizliğini bulunduruyor. Slavoj Zizek, Michael Moore, Cornel West, Naomi Klein gibi isimlerden de destek alan protestoların merkezi New York'taki Zucotti Park. Eylemleri destekleyenler arasında Salman Rushdie, Neil Gaiman, Ann Patchett, Jonathan Lethem, Jennifer Egan, Alice Walker, Francine Prose gibi dev yazarlar da var. Yazılanlara göre Zucotti Park'taki alanda gezici bir kütüphane de mevcut - "onur" sistemi ile işleyen kütüphaneye bağışlanan kitaplardan dileyen, geri getirmeye söz vermek koşuluyla kitap ödünç alabiliyor. The New Yorker'ın haberine göre Chomsky, Marx ve Zinn'in politik içerikli metinleri yanı sıra Ginsberg'in Uluma'sı da kütüphaneden ödünç alınanlar arasında. İşgal Et eylemlerinin giderek yayılacağı iddia ediliyor; 17 Eylül'de Zucotti Park'ta kurulan gezici kütüphane diğer İşgal Et bölgelerine de ilham olmuş; Boston, Seattle, Portland, Los Angeles gibi şehirlere de aynı mantıkla güdülen kütüphaneler sıçramış. Blog adreslerinden takip etmek de mümkün. Protestoların nerelere uzanacağını hep birlikte göreceğiz, Vietnam Savaşı protestoları sırasında yine bir kitaptan ilhamla duvarlara "Frodo yaşıyor!" sloganları yazıldığını unutmamak gerek. Yukarıdaki görsel, Blu'nun Almanya'daki işlerinden biri. Ve kimi zaman inanması güç olsa da evet, Frodo yaşıyor, yaşıyor olmalı.


26 Ekim 2011 Çarşamba

Propaganda

Tanrı biliyor: kendini gösterseydi, varolmayı bırakacaktı. Kendisi hiçbir zaman varolduğunu ileri sürmedi. Sırf varlığı sorunu ortaya atılsın diye kendisinin önsezi ile bilinmesine izin veriyor. Tersine, tanıtım çok fazla görünür bir şey, ileri sürdüğü şey olmak, yani etkili olmak için varlığını çok fazla gösteriyor. (Jean Baudrillard, Cool Anılar 3-4. Çeviren: Yaşar Avunç, Ayrıntı Yayınları.)

Dünya hallerinden kusma raddesine geldiğimde gazete ve TV ile alakamı kesip Baudrillard'ın Cool Anılar kitaplarına eğilme gibi bir huyum var. Aktüalite onulmaz bir hastalıktır diyen düşünür, çağdaş zaman hezeyanlarına ilaç gibi geliyor. Jack Kerouac'ın yazdığı bir mektuptan bahsetmek istiyordum ne zamandır; görünürlük üzerine bu girizgah sonrasında şart oldu: mektubun ana teması, hayatın insanın kendi hakkında propaganda yaparak geçirilmeyecek denli "tatlı" olduğu.

O pejmürde edebiyat adamını görebiliyorum, koca bir çanta taşıyor, kampüsten kampüse, konuşmadan konuşmaya koşuyor, ev sahiplerini başıyla onaylıyor, bir sonraki şehre gidiyor... Bütün o sıkıntılı kariyeri kendisinin haklı olduğunu kendine ve diğerlerine kanıtlamakla geçiyor... Eğer bütün konuşma tekliflerini, TV programlarını, radyo söyleşilerini kabul edersem benim de içine düşeceğim durum bu dostum... Bütün ömrüm yazdıklarımı kanıtlamakla ve kendimi kanıtlamaya çalıştığımda yazdıklarımı öldürmekle geçecek... Sadece sanatıma manyakça gömülmek istiyorum ve tanıtımdan uzak durmak (ama herkes bunu yapmamı istiyor benden... ne yazık!)

(Kerouac'ın 1961 tarihli bu mektubu, geçtiğimiz aylarda Bonhams and Butterfields'in müzayedesinde alıcı buldu. Açık artırma demişken, her anlamda mide bulandıran bir haber, John Lennon'ın çürük dişi önümüzdeki ay açık artırma ile satılacak. Akıl, fikir, esenlik dileklerimizle.)

25 Ekim 2011 Salı

Pençe!

Bugüne kadar edebiyatta altın ayarı tutturmaya çalıştım ben. Duyguları yeniden canlandırmaya, insan davranışını fikir stratosferinde, yani hezeyanın pençesinde sergilemeye çalıştım. Sokrat öncesi yarı keçi yarı Titan bir varlığı resmetmeye. Özetle dünyanın göbeğindeki taşın üzerine bir dünya inşa etmeye, çarmıha çakılmış soyut bir fikrin üzerine değil. Orada burada ihmal edilmiş anıtlara, susuz vahalara, Cervantes'in gözünden kaçmış yel değirmenlerine, bayır yukarı akan nehirlere, gövdelerinde boylamasına dizilmiş beş-altı göğsü olan kadınlara rastlayabilirsiniz. Gauguin'e yazdığı mektupta şöyle demiş Strindberg: "Hiçbir botanikçinin keşfedemeyeceği ağaçlar, Cuvier'in aklından bile geçiremeyeceği hayvanlar ve sadece sizin yaratabileceğiniz insanlar gördüm."

(Henry Miller, Yengeç Dönencesi. Çeviren: Avi Pardo.)
(Görsel Jannis Kouvellis. Henry Miller başyapıtı Yengeç Dönencesi, yakında...Daha sabahın köründe, insan dinçken, gücünün kuvvetinin şafağındayken, bir kitap açmak- ayıp derim buna! (Ecce Homo, Friedrich Nietzsche.))

24 Ekim 2011 Pazartesi

Ödül!


Geçenlerde metroda, elindeki bir öbek saatli maarif takvimi yaprağını satır satır okuyan bir adam gördüm sevgili okuyucu; zamanın nasıl da hızlı akıp gittiğini düşündükçe o adamı anımsıyorum ve okumadan yırttığım tüm takvim yaprakları yüzünden hayıflanıyorum. Haftaya biraz tuhaf bir giriş yaptım ancak sanırım her yeni hafta blog yazarınızın yetişmeye çalıştığı zamanın hızı hanesinde bir artı... Anlatacak çok şey ve ne kadar da az zamanımız var; işte bütün mesele budur, ne diyelim, bulunacak vakit, bulunacak vakit, hem öldürmek hem yaratmak için.

Bizler bu aralar Téa Obreht'in ödüllere doymayan romanı Kaplanın Karısı'nı hazırlamak ile meşguluz; çok yakında, sizler ile buluşması için gereken hazırlıkları tamamlıyoruz. Bu arada Obreht, Frankfurt'tayken aldığımız haberlere göre National Book Award'ın da en kuvvetli adaylarından biri. National Book Award adaylıkları bir skandal eşliğinde açıklandı; uzun listede yer alan bir roman, bir harf hatasından doğan karışıklıktan ötürü adayların arasına alındı. Nasıl oluyor; şöyle: gençlik kategorisinde belirlenen adaylar arasına 'Chime' isimli roman girecekken 'Shine' adlı roman duyuruluyor; harf hatasından doğan karmaşayı düzeltmek için 'Chime' listeye sonradan ekleniyor, bu defa 'Shine'ın yazarı adaylıktan çekildiğini zehir zemberek bir açıklama eşliğinde dünya aleme duyuruyor. Adaylar ve kitapların adlarının telefonda aktarıldığı ve hatanın buradan doğduğu söylense de, deli saçması bir durum söz konusu sevgili okur - National Book Award (Ulusal Kitap Ödülü) son derece prestijli bir ödül, seneler evvel Cem Yılmaz'ın Athena/Asena temalı bir TV reklamı vardı yanılmıyorsam, benzer ve fazlasıyla abuk sabuk bir fiyasko söz konusu. Gerçi ödül adaylıkları tantanası söz konusu oldu mu kargaşa da işin içine giriyor, bu yıl Nobel'in açıklanacağı sırada birtakım bilgisayar korsanlarının araya girerek Edebiyat Ödülü'nü Dobrica Cosic'in aldığını duyurduklarını anımsarsak buradaki epey masum bir beceriksizlik sayılır.

Neyse, Obreht'e dönersek; biliyorsunuz, Téa Obreht, bu yıl Orange Ödülü'ne layık görüldü; National Book Award adaylığının yanı sıra Dylan Thomas Ödülü'ne ve Galaxy National Uluslarası Yazar Ödülü'ne de aday (Galaxy National'ın bu dalda verdiği ödülü geçen sene Freedom ile JOnathan Franzen kapmış.) Ayrıca Fransa'da Prix Page des Libraires ödülünü alan Obreht, Prix Courrier International ve Prix du Premier Roman adaylarının arasında. 26 yaşındaki yazarın şaşaa içinde başlayan serüveni, heyecan ile devam edecek gibi görünüyor. Obreht'in romanı, halihazırda 150.000'lik bir satış başarısı yakalamış ABD'de, genç yazar edebiyat alemine son yıllarda adım atan en heyecan verici fenomen sayılıyor.

Kaplanın Karısı, çok yakında...

(Görsel, Rosemarie Trockel işlerinden.)

21 Ekim 2011 Cuma

İçerik

Frankfurt Kitap Fuarı'ndan öncesinde ve sonrasında ince ince bahsettik, ancak konuya tam manasıyla giremedik sevgili okur. Blog yazarınız bir gün önce ne yediğini ne içtiğini bile güçlükle anımsadığından, şimdi bir hafta öncesine dönmekte haliyle güçlük çekiyor - ama bir deneyelim bakalım. Fuar, bu yıl önceki senelere kıyasla daha aklı başında, daha mütevazı bir çehreye sahipti sanki; önceki yıllarda ortalığı kasıp kavuran ticari kitapların hakimiyeti, yerini iyi kitap arayan, iyi kitap sorgulayan ziyaretçilere bırakmıştı; tantanadan az çok arınmış, içeriğe odaklı bir atmosfer hüküm sürmekteydi. Global ekonomide yaşanan resesyonlar sonrası hafif daralan ancak yine de ayaklanan sektör biraz daha derlenip toplanmış gibiydi; birkaç sene evvelinde büyük soru işaretleri yaratan e-kitap konulu gelişmelerin rayına oturarak pazar paylarının -en azından şimdilik- az çok belli olması, klasik yayıncılık sektörü aktörlerinin yüreklerine bir süreliğine su serpmiş gibiydi, öyle ki Amazon'un giderek büyüyen piyasa hakimiyeti dahi kimseleri öyle telaşa sarmış gibi görünmüyordu. Ticari yayıncılığa yönelik "balon" mevzu ve temalar da önceki senelere kıyasla sönük sayılacak ölçüdeydi - Vampir furyasının bitimi, ardından gelen kısa ömürlü kurt adam çılgınlığı, sonrasında -sanıyorum yalnızca ABD'de büyük sansasyon yaratan- zombi muhabbetleri, hızlı tüketime odaklı yayıncılığın belli bir damarını çoktan doyurup beslemiş ve yeni seslere, farklı anlatılara, yeni ve iyi yazarlara gösterilen ilgi biraz daha artmış gibiydi. Zombiler, global anlamda vampirler kadar büyük ilgi görmemişler; zombilerden sonra ne gelecek derseniz, cevap hazır: göründüğü kadarıyla sırada deniz kızları var. Tıpkı melek ve kurt adam temalı kitaplar gibi, deniz kızlarının da sayfalar arasında çok uzun ömürleri olacağını düşünmüyorum, göreceğiz. (Deniz kızı demişken; ticari yayıncılık bir kenara, edebiyatın kalbinden, belki de gelmiş geçmiş en vurucu deniz kızı temalı öykülerden birinden bahsetmeden geçmeyelim; deniz kızlarından bahsedip Ingeborg Bachmann'ın Undine'sini anmamak olmaz; öykü, YKY'nin Otuzuncu Yaş derlemesinde yer alıyor olmalı, şiddetle tavsiye ederim.)

Fuar, bizler için de oldukça verimli ve hareketli geçti; gelişmelere dair güzel haberlerimizi önümüzdeki günlerde paylaşacağım. Uluslararası salonlarda beklenmedik, oldukça heyecan verici keşifler yaptığımızı belirtelim, listemize ilginç ve sıra dışı yazarlar eklendiğini söyleyelim ve yeni kitaplarımıza dair haberleri ilerleyen günlerde paylaşacağımızı bildirelim. En önemli duyurumuzu da bu arada ekleyelim: Roman öldü diye çığıranlara fazla kulak asmayın, matbu kitapların cenaze törenlerinden dem vuranlara çok prim vermeyin - Yazarlar yazıyor, yayıncılar yayınlıyor, çevirmenler çeviriyor. Bangır bangır kitaplar geliyor, gelmeye devam ediyor.

(Görsel Dom Römer yakınlarında bir kasap/şarküteri dükkanına ait masa, buraya yolunuz düşerse özel yapım kasap birasının tadına bakmadan geçmeyin - "Metzger Bier" -ki kasap birası anlamında bir ifade bu- adıyla burada bulunan içeceğe, başka herhangi bir yerde rastlamadım, dolayısıyla kasap dükkanının koordinatlarını vereyim dedim, Liebfrauenberg meydanında ta ortadaki kasap dükkanıdır adresi. Ne diyelim, haliniz hoş olsun.)

20 Ekim 2011 Perşembe

Kayboluş


Çağdaş Amerikan edebiyatının parlak isimlerinden biri John Brandon. İlk romanı “Arkansas”la dikkatleri üzerine çeken Brandon, gündelik hayata içkin sıradan, amaçsız şiddetin çoklu anlam dünyasına odaklanan yetkin anlatımıyla ziyadesiyle beğeni toplamıştı. “Mississippi Review”, “Subtropics” gibi dergilerde yayımlanan öykü ve makaleleriyle de ilk romanında tutturduğu anlatım tekniğinin tesadüfi gerekçelerle açıklanamayacağını gözler önüne serdi. Brandon’ın, 1976 doğumlu bir yazar olduğunu düşündüğümüzde, yaşından beklenmeyecek olgunlukta oturmuş bir üsluba sahip olduğu tartışılmaz. Üstüne üstlük, mimari tasarımlara denk bir yerleşiklik hissi taşıyan kurgusal açılımlarını gün geçtikçe geliştirmeye de devam ediyor.

Yeni romanı “Sığınak”, Brandon’ın çıtayı yükselttiğinin açık bir göstergesi. ABD’nin güneyine özgü gotik yazın anlayışını edebi bir gelenek olarak benimsediği görülen Brandon, söz konusu ekolün karanlık rastlantısallığını sahiplenirken, statik melankolisini modernleştirmiş ve bu kapsayıcı duygusal fonu çağın ruhunu içeren bir ritm duygusuyla donatmış. “Sığınak”, geleneksel anlatımın konforlu güzergâhında yol almıyor; hiç ayak basılmamış, ıssız arazilere doğru deneysel bir keşfe de çıkmıyor. Bu iki yaklaşımın, iki edebi aidiyetin arasında gezintiye çıkıyor, salınıyor Brandon; ama bu gezintinin esenlikle dolup taşan bir pazar gezintisi olmadığını da belirtmek lazım.

John Brandon, “Sığınak”ta geleceğe dair umutlarını kaybetmiş, hatta umudu kavramsal olarak bile lügatlarında barındırmayan bir karakterler galerisi sunuyor. Roman, Florida’nın orta batısında yer alan küçük bir yerleşim merkezi olan Citrus County’de geçiyor. Citrus County, Florida’nın kolektif imgelemdeki günlük güneşlik, palmiyeli plajlarlara dolu cennetsi tasvirlerine taban tabana zıt bir bölge. Palmiyelerin yerini boz renkli bodur meşeler, uçsuz bucaksız plajların yerini ıssız ormanlarla çevrili bataklıklar, ılık ve çekici sıcaklığın yerini ise geceleri insanı uyutmayan yapış yapış nemli cehennem sıcağı almış Citrus County’de. Nitekim söz konusu coğrafyaya içkin özellikler salt iklimi, bitki örtüsünü belirlemiyor, orada yaşayan popülasyonun ruh hâline de damgasını vuruyor. Dar ve çıkışsız bir mikrokozmosa denk düşen Citrus County’nin ahalisi de bölgenin iç karartıcı yabansılığına denk bir itilmişlik, kıyıda kalmışlık hissiyatına sahip. Citrus County’deki hayat son derece monoton; bu kasabada yaşayanlar, sosyal yapının tekrar tekrar ürettiği stereotiplerden birine dâhil olup, o gruba has alışkanlıkları, kültürel refleksleri benimsemek ve atmosferin mevcut boğuculuğuna uzun uzadıya kafa yormamak için kendi rollerine uyum sağlamakla yükümlüler.

19 Ekim 2011 Çarşamba

84

Haruki Murakami'nin 1000 sayfalık 1Q84'ünün İngilizce çevirisi, sanıyorum Harry Potter'dan bu yana ilk defa, geceyarısından itibaren başlayacak satışı kitapçı kuyruklarına saatler öncesinden giren okurlara sunuldu. (İlk iki cilt bir arada, üçüncü cilt 25 Ekim'de çıkacak.) Edebiyat için büyük mü değil mi tartışılır, ancak çeviri edebiyat için dev bir adım. Murakami, yazarlığının yanı sıra Japonca'ya yaptığı çeviriler ile de tanınan bir yazar; ancak kendi eserlerini kendi çevirmeyi tercih etmiyor. Guardian söyleşisinde bir evlat ve bir eş olarak kendisinden beklenenleri veremediğini, çocukluğunun da pek mutlu geçmediğini söylüyor ve yazarlığın fiziksel anlamda kuvvet gerektirdiğini belirtiyor. Söyleşi epey uzun, Murakami huysuz bir adam portresi çizer gibi... Bütün bunların ışığında hayatta yapmak istedikleri için gereken özgüveni nereden bulduğu gibisinden tuhaf bir soru soruluyor, cevap gayet doğrudan:
"Özgüven mi, gençken? Çünkü neleri sevdiğimi biliyordum. Kitap okumayı seviyordum; müzik dinlemeyi seviyordum ve kedileri seviyordum. Bu üçü. Bu yüzden, tek çocuk olmama rağmen neleri sevdiğimi bildiğim için mutlu olabiliyordum. Saydığım bu üç şey, çocukluğumdan bu yana değişmedi. Şimdi de neleri sevdiğimi biliyorum ben. Özgüven budur. Neyi sevdiğinizi bilmiyorsanız kaybolmuşsunuz demektir."
Bir de şu var tabii → Aomame'nin sorguladığı üzere, DNA'mızı yaymak adına burada bulunuyorsak eğer, bütün bu karmaşanın, bu derin düşüncelerin, hayatlarımızın bu denli tuhaf olmasının nedeni ne? Murakami ruhani bir roman yazmış olabilir mi? Göreceğiz.

18 Ekim 2011 Salı

Her gidişin...

Biraz gecikmeli olsa da buradayım, sevgili okuyucu, Frankfurt'tan yorgun, biraz hasta ancak güzel haberler eşliğinde döndüm. Ne yazık ki içinde yaşadığımız teknoloji çağının gücü, fuardan canlı bildirmeme olanak tanımadı; pazartesi günü burada yaşadığımız elektrik kesintisi de bütün bu terslikler üstüne tuz biber ekti. Önce bir merhaba demek istedim; biraz soluklanayım, ardından özetimi de geçeceğim. Yazmışken Frankfurt'ta aldığımız sevindirici bir habere değinmeden olmaz elbette; önümüzdeki ay yayımlanacak olan Tea Obreht'in Orange ödüllü Kaplanın Karısı romanı, prestijli National Book Award'ın en güçlü adayları arasında. Kaplanın Karısı yakında, çok yakında...

Tekrar merhaba!

12 Ekim 2011 Çarşamba

İcat


Gutenberg, Frankfurt yakınlarındaki Mainz şehrinde daha önce Uzakdoğu'da kullanılmış teknikleri geliştirerek ilk matbaa düzeneğini kurduğunda, sene 1450'ydi. Dünyaya yön verecek olan bu icadın ardından burada yıllık bir kitap sergisi düzenlenmeye başlandı. O günden bugüne uzanan gelenekte Frankfurt Kitap Fuarı, yayıncılık alanındaki en büyük organizasyon sayılıyor - 300,000 ziyaretçi, 110 ülke, salonlar dolusu kitabın arasında sadece kitap konuşan on binlerce sektör çalışanı... Bu kadar büyük bir organizasyonda her an her yerde bir şeyler oluyor elbette; bu sene onur konuğu olan ülke İzlanda, ayrıca küresel köy kuramcısı Marshall McLuhan'ın yüzüncü doğum yılı şerefine bazı etkinlikler gerçekleşiyor. E-kitabın yayıncılıkta devrim yapacağını ve matbu kitapların ölümünü tartışan günümüz dünyasında, geçmişimizi kabile çağı, Gutenberg çağı ve elektronik çağ kategorileriyle analiz eden McLuhan'ı yeniden ele almak, gerçekten ilginç. (McLuhan 1980 yılında hayata veda etmiş ancak içerik yerine mecranın önemi, günümüz paradigmalarında halen geçerli.) Düzenlenen etkinliklerin yarıdan fazlasının dijital yayıncılık ile alakalı olduğunu da söyleyelim. Yine fuar kapsamında Storytelling & Storyselling başlıklı StoryDrive konferansı, tüm dünyadan film, oyun, müzik ve kitap alanlarında profesyonel isimleri bir araya getirip yeni medya olanaklarını tartışacak; burada anılan isimler Hary Potter prodüktörü David Heyman, HBO prodüktörü Peter Friedlander, oyun bazlı marketing eksperi Gabe Zichermann ve oyuncu Rupert Everett. Dahası var elbette... Etkinlikler saymakla bitecek gibi değil ama Türk Edebiyatından Film Uyarlamaları başlıklı bir konferansta yazar Emrah Serbes, oyuncu Erdal Beşikçioğlu ve Behzat Ç. dizisinin yapımcısı Tarkan Karlıdağ'ın yer aldığını ve Behzat Ç'den bahsedeceklerini belirtmek gerek. Aşağıdaki görselde Message olarak yazılması gerekirken bir dizgi hatasına kurban giden ve anlamı değişen McLuhan 'mesajını' görüyorsunuz; McLuhan, özellikle düzeltilmemesini rica etmiş hatanın.

Burada her yarım saatte bir görüşmeler, sayısız etkinlik, sürekli koşuşturmaca ve kitaplara dair ya da kitaplardan yola çıkan sonsuz stimulan mevcut. Teknik aksaklıklara kurban gitmezsem sizlere olay yerinden bildirmeyi tasarlıyorum. Güneşli günler dileklerimle...

11 Ekim 2011 Salı

Sanık

GalleyCat sayesinde haberdar olduğum bir projeden; Uprise Book Project'den bahsetmek istiyorum bugün. Proje, ABD'de şu veya bu nedenle yasaklanmış kitapları 13-18 yaşları arasındaki gençlere iletme amacıyla kurulmuş. ABD'de uzun zamandır mahkeme kararıyla kitap yasaklanmıyor; ancak eyalet ve ilçelerin okul ve kütüphane komitelerince sakıncalı bulunan kitaplara erişim engelleniyor; kitaplar kitapçılarda bulunabilseler de, kütüphaneler ve okullar tarafından yok sayılıyor. Harry Potter'dan Kurt Vonnegut'a uzanan bir yelpazede pek çok kitap ve yazarın farklı yerlerde ilgili komitelerce yasaklandığını belirtelim önce. Her neyse, Uprise Book Project, Kasım ayına değin 10000 dolarlık mali destek bulabilirse, çocuk ve gençlerin kaydolacağı ve okumak istedikleri ancak erişemedikleri yasaklı kitapları anonim kalma koşuluyla birlikte belirtecekleri bir sistem tasarlıyor. Siteye üye olacak bağışçılar, kitaplara sponsorluk ederek yani maliyetini karşılayarak, kimliklerini bilmeyecekleri gençlere site aracılığıyla gönderimlerini sağlayacaklar. Biraz karışık görünüyor ama mantıksız sayılmaz; proje bugüne değin 4000 dolarlık bağış toplamış ve kasım sonrasında harekete geçecek gibi görünüyor.

Bizde işler başka bir minvalde ilerliyor elbette. Sansür, yasak vs. konularında epey yazı yazdık burada; hatırlatalım, bugün Burroughs Çağlayan'daki yeni Adalet Sarayı'nda, hakim karşısında olacak, yayıncısı ve çevirmeni ile birlikte. Saat 09.00'da görülecek duruşmada sanıklara destek vermek isteyenler için, adres belli.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Kaçış biçimleri

Etgar Keret'in yeni kitabı Buzdolabının Üstündeki Kız, bu haftadan itibaren raflarda sevgili okuyucu; olan bitenin gündeminden bunalanlara, gerçeklikle fantezi arasındaki sınırlara biraz abanma arzusu duyanlara, gündelik hayatın hoyratlığı karşısında ne yapacağını bilemeyenlere şiddetle tavsiye edilir. Keyif içinde bir kitap okuyayım diyen herkese tavsiye edilir aslında, ama gündelik hayatın hoyratlığından fena halde mustarip blog yazarınız olarak yukarıdaki kategorileri vurgulayayım dedim. Her neyse, güzel kitaplar bir bir hazırlanıyor mutfağımızda -kullanmakla birlikte bu ifadeden hiç hoşlanmıyorum sevgili okuyucu, burası bir restoran, bizler aşçı değiliz, hazırlanan şeyler de yemek değiller; mutfak yerine masa desek mesela, fazla mı gerçekçi?-; Tea Obreht'in müthiş romanı Kaplanın Karısı, Dave Eggers'ın Sendak yorumu Vahşi Şeyler, Jedediah Berry'nin postmodern polisiyesi Dedektifin El Kitabı, Sam Lipsyte'ın Talep adlı şahanesi vs. vs. önümüzdeki aylarda raflarda yer alacak. Bizi izlemeye devam edin!
Film Ekimi'nin başladığı şu günlerde hatırlatmadan geçmeyelim; Woody Allen'ın son yıllarda en büyük gişe başarısı elde eden filmi Midnight in Paris vizyonda halen, hayatın hoyratlığından bunalmaktan bahsettik ya, işte o ruh halini terk etmek için şahane bir fırsat Midnight in Paris. Yaşamın sefaletinden her fırsatta dem vuran ve son yıllarda sinemasında şans, rastlantısallık ve insanın çıkmazlarına ve karanlığına hafiften pesimist bir yaklaşımla eğilen Woody Allen, Owen Wilson'un adeta ışıl ışıl parlamasına olanak sağladığı yeni filminde hayatla hesabını görmüş ve yeniden gülümsemeyi başarmış gibi... Film, Eğrisi Doğrusu'nda yer alan Yirmili Yıllardan Bir Anı adlı öyküyle akraba aynı zamanda, hatırlatmadan geçmeyelim. Hatta bunu söylemişken Yan Etkiler'de yer alan, O'Henry ödüllü Kugelmass Olayı isimli meşhur öyküyle gevşek de olsa bir bağı olduğunu ekleyelim. Filmlerin ya da kitapların konularını anlatmaktan hiç hazzetmemekle birlikte, Kugelmass Olayı'nda mevzunun sihirli bir dolap çevresinde döndüğünü ve kişinin bu dolaba bir roman ile girdiği takdirde o romanın içine "düştüğünü" söyleyebiliriz; Yirmili Yıllardan Bir Anı ise 1920'lerin Paris'inde filmdekine epey benzer bir kadro dahilinde gelişen birtakım olayları konu alıyor - Picasso, Hemingway, Gertrude Stein, Scott ve Zelda Fitzgerald vs.

Sabah gazetesinde okuduğum bir söyleşide Allen şöyle diyor: "Fantezi tek kurtuluşumuzdur. Hepimiz gerçeğe hapsolmuş durumdayız. Gerçekse Vegas gibidir. Bazen birkaç dolar kazanabilirsiniz ama asla kumarhaneyi yenemezsiniz. Tek yapabileceğiniz hayal etmektir, fantezi kurmaktır ama dikkatli olmanız gerekir, çünkü fantezinin fazlası hastalıktır." Fazlasını, azını bilemem ama, kumarhaneyi yenemediğimiz kesin, o kadarını söyleyeyim.

Görselde Yoshimi Kahara'nın kağıt malzemeli yerleştirmelerinden biri yer alıyor. İyi haftalar dileklerimizle.

7 Ekim 2011 Cuma

Kaya

S: Yazarlık yaşamınızda büyük engellerle karşılaştınız mı?

Joyce Carol Oates: Büyük engellerle mi? Sanırım hayatımın her günü küçük engellerle karşılaşıyorum ben. Princeton'da bir yazar dostum var, adı John McPhee. O, her yazarın öğleden önce muhakkak mini bir sinir krizi geçirdiğini ama hayatına devam ettiğini söyler. Budur bence de. Her gün, bir tepeden yukarı doğru yuvarlamam gereken koca bir kaya gibi. Epey yol alıyorum, biraz aşağı yuvarlanıyor ve ben tepeye erişebileceğim umuduyla itmeyi sürdürüyorum. (...) Zihnimde sürekli başarısızlık var. Başarısızlık beni çeken de bir şey. Sık sık başarısızlığa dair yazıyorum; anlayabildiğim bir şey çünkü kendi hayatımda sürekli uzlaşmam gereken bir kavram. Işığa ya da aydınlanmaya ulaşmak için güç ve yaratıcılığa ihtiyaç olduğu hissi var bir yanda, ama bunun yanında bizi geriye çeken ve yenik düşüren, vazgeçme arzusu uyandıran bir karşı güç de mevcut. Sanırım ben, her gün bu ikisi ile mücadele ediyorum.

(Söyleşiye achievement.org adresinde mukim bir websitesinde rastladım, epey kapsamlı ve ilginç... Joyce Carol Oates, bu yıl da Nobel edebiyat ödülü almadı! Görselde Basquait; tepelerden yukarı koca kayalar yuvarlayan herkese selam olsun, kolay gelsin!)

6 Ekim 2011 Perşembe

İyi niyetler


Felekten bir gece çalmak, uzun zamandır altında bulunduğu yoğun baskıya küçük bir ara vermek Tim’e iyi gelmişti. Bazen sanki tek yaptığı endişelenmekmiş gibi geliyordu. Abby, Carrie, Allison, futbol takımı, Kilise, konut piyasası ve şimdi de Ruth... Son zamanlarda ne yana dönse herşeyi berbat ettiğini, düzeltmeye çalıştıkça işleri daha kötü hale soktuğunu ve insanları kızdırdığını söyleyen birinin nefesini sürekli ensesinde hissediyordu. Belli bir yere kadar yanlış yolda olduğunun farkındaydı –bunu inkar etmeye niyeti yoktu– fakat nerede yanlış yaptığını ya da işleri nasıl yoluna sokabileceğini her zaman doğru hesaplayamıyordu. O eski plak çalıyordu yine ve Tim yine eski Tim olmuştu: iyi niyetler kötü sonuçlar doğuruyordu. Hayatı hakkında gerçekten merak ettiği tek şey ilerleyen günlerde işlerin daha ne kadar kötüye gideceğiydi.


(Tom Perrotta, Yatak Odası Dersleri. Çevirenler: Banu Irmak, Hakan Toker. Perrotta, Yatak Odası Dersleri'nde bir Amerikan kasabasının dinamikleri çerçevesinde ülkesindeki “kültür” savaşlarını anlatıyor. Bir tarafta bir cinsel eğitim öğretmeni, diğer tarafta çeşitli badireler atlattıktan sonra dine dönen bir adam ve kasabayı etkisi altına alan yeni bir dini oluşum. Perrotta'nın bu senenin en iddialı kitapları arasına girme konusunda "iddialı" yeni romanı The Leftovers, taze taze mutfağımızda, önümüzdeki sene içinde yayımlanacak. Görsel, Ida Applebroog işlerinden biri.)

5 Ekim 2011 Çarşamba

Nevroz?

"Romancılar nevrozlarını kurgu yazarak köreltmeye çalışırlar. Ne olursa olsun ne yapıyorsak yapmayı ve bunun için yüce bahaneler uydurmayı sürdüreceğiz."

Güne Kurt Vonnegut'tan bir beyan ile başladık; Vonnegut, Jonathan Franzen'ın romancılık hakkında yazdığı makale Perchance to Dream: In an Age of Images, A Reason To Write Novels'a (Belki Hayal: İmgeler Çağında Roman Yazmak İçin bir Sebep) karşı savını yukarıdaki iddia ile ortaya koymuş. Bahis konusu makaleyi ve gelen cevapları yeni okudum; Franzen makaleyi yazdığı zaman henüz The Corrections yayımlanmamış, Oprah ile bir dargın-bir barışık ilişki modeli benimsenmemiş, sene: 1996. Vonnegut'un Franzen'a ayar verme girişimi üzerine bir başkası sahneye çıkıyor ve Franzen'ı destekliyor, sahne derken, bu kapışmanın geçtiği mecra Harper's dergisi. Franzen'a destek veren o diğer yazar, henüz kült mertebesine erişmemiş, genç bir David Foster Wallace:

"Bu (beyan) Vonnegut'u ağırbaşlı ve sevimli gösteriyor ama Franzen'ın dediklerine cevap olarak değerlendirilirse saçmalıktan ibaret. Vonnegut'un dedikleri doğru olsa kimseler roman okumazdı - Kim bir başkasının yalnızca nevrozunu köreltmek için yazdığı bir şeye saatler boyunca kafa patlatmak ister ki? (...) İyi sanat sihir gibidir; hem sanatçıyı hem de izleyeni büyüler. Bu sihrin nasıl işlediğini tanımlamak için uzun uzun tartışabiliriz ama işin özü sanatın iyisinin sihirli, değerli ve hoş olmasında yatar. İyi sanat yaratmak için uğraşmak güçtür ve bana kalırsa, iyi sanatçıların eserlerinin nasıl karşılanacağına dair kaygıları olması gayet makul. Franzen'ın "yüce bahaneler uydurmaktan" öte değer bilmeyen bir kültürel ortamda iyi sanat icra etmeye çalışmak hakkında dürüst ve içten bir tartışma ortaya koymasını cesurca buldum."

Bu, öyle kolay kolay çözümlenecek bir tartışma değil; yazar neden yazar, yazı ne işe yarar vs. vs. Tabiri caiz ise yukarıdaki yazarlardan farklı bir ligde oynayan Stephen King, 2000 tarihli metni On Writing'de, yazı yazma hadisesini telepatiye benzetiyor; yazar ölmüş dahi olsa, metnin iki zihin arasında köprüler kurmaya hizmet ettiğini söylüyor. Nevroz köreltme savına, bir de buradan yaklaşalım; kuşkusuz ki yazı, yazanın kendi şeytanlarıyla yüzleşmesine olanak tanıyor; sihir ya da telepati hususunda yorum yapmayacağım, ama edebiyatın nevroz köreltmekten ibaret olduğu iddiasına ben de katılmıyorum.

Stephen King demişken, King'in kült romanı The Shining'in devamını yazdığı açıklandı; Doktor Uyku adıyla anılan devam romanı, Shining karakteri Danny'nin 40 yaşında bir adam olarak bir akıl hastanesinde çalıştığı dönemde gelişiyor. Shining'in Kubrick tarafından yapılmış sinema uyarlamasını görmüşsünüzdür; King, bu uyarlamadan pek hoşlanmasa ve romana ihanet edildiğini düşünse de film, çağdaş sinemanın klasiklerinden biri. Türkçe dublajında Danny'nin aynaya yazılı Murder kelimesini Redrum olarak tersten okuduğu sahnede bunun dilimize Kızıl Şerbet olarak çevrildiğini hatırlıyorum; kült romanın kült filmine benzersiz bir katkı, algıda patlama...
Laf dağılmadan, bildiğiniz gibi Stephen King çok verimli bir yazar, aşağıdaki görselde 14 yaşındayken yazdığı bir öyküyü gönderdiği dergiye hitaben mektubunu görüyorsunuz; dergi, mektubu ve gönderilen öyküyü yazımından 30 yıl sonra yayımlama kararı almış. 14 yaşındaki Stephen King, kendini bildi bileli yazı yazdığını ve son birkaç yıldır öykülerini dergilere gönderdiğini belirtiyor mektubunda. Nevroz mu demiştik yazının başında? Tutku diye de bir şey var malumunuz; sadece bir bisküvi markası olduğu söylenemez. (Çağrışım fena şey; bunu yazarken geri planda çaldığını duyuyorum, Vefa İstanbul'da bir semt, şefkat bardaki sarışının adı...) Tutku...

4 Ekim 2011 Salı

Nobel'e doğru

Nobel bahisleri açıldı sayın okuyucu, Nobel edebiyat ödülü bu sene kime ve hangi ülkeye gidecek, çok yakında göreceğiz. Bahisler epey kızışmış durumda, bahisçilerin bu seneki güçlü adayı Adonis, İsveç'in Arap Baharı'na kayıtsız kalmayacağı ve senelerdir Nobel alması beklenen şairi bu yıl göreceği iddia ediliyor. Bir diğer kamp ise komitenin eğilimlerinin kestirilemezliğini temel ilke olarak benimsenmesinin gerektiğini ve yine beklenen hamleyi değil sürpriz yapacağını iddia ediyor. Ladbrokes'un bahis listesinde ibreler Adonis ve Tomas Tranströmer'i işaret ediyor; listede adaylar arasında her yıl anılan Haruki Murakami, Philip Roth, Don Delillo ve Joyce Carol Oates da bulunuyor. Ladbrokes'a göre Thomas Pynchon da favoriler arasında; bu arada Nobel edebiyat ödülü 1993 yılında Toni Morrison'dan bu yana bir Amerikalıya verilmiş değil, bu yıl da Amerika'ya gitmesi beklenmiyor. Blog yazarınız olarak kendi tahminlerimin asla tutmadığını bildiriyorum ve bu konuda görüş belirtmekten çekiniyorum; benim tahminlerim Booker'da tutuyor nedense, o da bir başka yazıya konu olsun. Tarihçesine baktığımızda Nobel'i alan en genç yazarın Rudyard Kipling olduğunu görüyoruz, Kipling, ödülü aldığında 42 yaşında; onu, ödülü aldıktan 3 yıl sonra hayatını kaybeden Albert Camus izliyor. Kipling'in Orman Kitabı'nı hatırlarsınız; ayrıca belirtmeli, Orman Kitabı önümüzdeki haftalarda blogumuzda bahis konusu olacak. Yazı, iyiden iyiye 'az sonra' tonuna kayıp muğlaklaşmadan önce sözü bağlayalım; ödülü alanlara takdim edilen nişanın üzerinde bir defne ağacının altında oturmuş yazı yazan bir erkek figürü var, karşısında bir kadın olarak resmedilmiş ilham perisi ayakta duruyor ve lirinin tellerine dokunuyor... Bunu gözünüzde canlandırdıysanız eğer şu bilgiyi de ekleyelim: 1901'den bu yana verilen ödül 107 yazara takdim edilmiş ve bunlardan, yalnızca 12'si kadın.

Aydınlık günler dileriz.

(Görselde, Fiona Banner'ın işlerinden biri: Every Word Unmade.)

3 Ekim 2011 Pazartesi

Naylon

Bir ayı daha devirdik, devirdik de ne oldu sevgili okuyucu, hayat devam ediyor; şairi anmaktan ötesi abes kaçacak, "Tarihe gömülen koca koca atlar, tarihe gömülür, o kadar."* Çok iç açıcı bir hafta geçirdik denemez, 30 Eylül Dünya Çeviri Günü'nde gelen Palahniuk'un Ölüm Pornosu'nun çevirmen ve yayıncısına 6 aydan 3 yıla kadar hapis istemiyle dava açılması haberi, ironik denmeyecek denli üzücü. Neler olacağını göreceğiz; 2 sene önce ABD'de bir öğretmen Palahniuk'un Guts isimli öyküsünü (Tekinsiz adlı kitabında yer alır) derste öğrencilerine okuttuğu için işinden kovulmuş ve büyük bir yaygara kopmuştu diye hatırlıyorum - Palahniuk'un ve çevirmeni ile yayıncısının kaderinin bu topraklarda nasıl şekilleneceğini hep birlikte göreceğiz.

Haftanın önemli gelişmelerinden biri giderek güçlenen Amazon'un yeni tablet'i Fire'ı piyasaya sürmesi oldu. Fire'ın en cazip yanı, piyasadaki pek çok büyük şirketin öne sürdüğü benzerlerinden oldukça ucuz olması ve kitap okuma yanı sıra film izleme, vs. gibi olanaklar sunması.

Ateş adı verilen bu yeni icadı (!) bir kenara koyalım ve istemsiz çağrışımla ateşten yangına uzanarak söze Fahrenheit 451 ile devam edelim. Ray Bradbury, kitabın önsözünde metni bir kütüphane bodrumundaki daktilo odasında ("çıldırmış bir şempanze gibi tuşlara vurarak, içeri girip kitap raflarına koşarak, kitapları çekip sayfaları çevirerek, dünyanın en güzel poleni olan ve insanda edebi alerji yaratan kitap tozunu içine çekerek")yazdığını ve McCarthy döneminde yayımlatmak istediğinde pek çok engelle karşılaştığını söylüyor. Sansür ve baskının söz konusu olduğu o günlerin politik ikliminde kitabı dergisinde tefrika olarak yayımlamayı sonunda genç ve cesur bir editör kabul etmiş: Fahrenheit 451, böylelikle Hugh Hefner'ın Playboy'u sayesinde gün yüzüne çıkmış. İronik demek bu durum için de müsait değil - poşette satılan bir derginin sansürü eleştiren bir metni sahiplenmesi yerinde ancak.

"İşte şimdi kitaplardan neden nefret edilip korkulduğunu anlıyor musun? Onlar yaşamın yüzündeki gözenekleri gösterirler."** Şaire selam çakarak girdik madem, yine şairin sözleriyle kapatalım: "Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta, her şey naylondandı, o kadar."***
Her şeye rağmen, aydınlık günler dileklerimizle.

(*Acıyor, Turgut Uyar.** Fahrenheit 451, Ray Bradbury; çevirenler: Zerrin-Korkut Kayalıoğlu. *** Geyikli Gece, Turgut Uyar. Uyar'ın şiirleri Yapı Kredi tarafından yayımlanıyor.)