30 Kasım 2011 Çarşamba

Hayal

Kaplanın Karısı ile başladık, ayılara değin uzandık... Aslında mevzular çokça, nereden başlasam bilemiyorum sevgili okuyucu. Basında dün duyurulan bir haber, ayrıca ilgiye şayan; neymiş, ABD başkanı Barack Obama, Şükran Günü tatilinde yaşadığı muhitte bir kitapçıya giderek kızlarıyla birlikte kitap alışverişi yapmış; listedeki kitaplardan biri Kaplanın Karısı, diğeri Püren Özgören'in çevirisi ile Everest tarafından yayımlanan Oscar Wao'nun Tuhaf Kısa Yaşamı. Obama, ilk seçildiği günlerde kendisine atfedilen ışığı çoktan kaybetmiş bir başkan ancak kendisinin kitaplarla ilişkisi fena değil gibi; bu yaz David Grossman'ın To The End of the Land'ini okuduğu açıklanmıştı, önceki senelerde ise Dave Eggers'ın Ne Nedir'ini okumakla kalmayıp tüm danışmanlarına da okutmuştu - en azından biz böyle duyduk basın aracılığıyla. Bir devlet adamının kitap, bilhassa roman okuması hoş elbette - ülkemizde yadsınamayacak bir duruş mevcut; kimi insanlar, ne denli "ciddi" kariyerler inşa ediyorlarsa kendilerine, kurgudan özellikle kaçınır oluyorlar ("Ben tarih ve felsefeden başka şey okumam" beyanıyla karşınıza çıkabilirler - bir tercihtir, o ayrı; ama bu beyan genelde alt metin olarak benim safsataya ayıracak vaktim yok anlamı içerir, lafımız buna) dolayısıyla bir devlet adamının kurgu roman okuması, ziyadesiyle güzel bana kalırsa, salt "gerçeklerden" ibaret bir dünyada yaşama konusunda bir kompleks sahibi olmadığına da işaret ediyor... Obama haberini okuduğum kaynakta, başkan kitapçıya girince mağazadaki diğer kitap okurlarının kopan tantanadan rahatsız olup etrafa çattıkları da yazıyordu ki aktarımda fazlasıyla Amerikanvari bir tat mevcuttu - "Hey dostum, burası özgür bir ülke, hepimiz eşitiz burada!" temalı bir yaklaşım... Her neyse, bütün bunları ilginç bulduğum için paylaşıyorum sevgili okuyucu; yoksa her okur kendi kitabını seçer, Obama'yı referans almamızı gerektirecek bir durum yok elbette - bu, bir kitabı sırf kurgu olduğu için reddetmek ya da büyülü gerçekçilikten izler taşıdığı için gerçeği sulandırmakta olduğunu, gerçekleri hazmettirmektense okura masallar "yutturduğunu" iddia etmek kadar saçma olurdu. Öte yandan Kaplanın Karısı, Guardian'ın da Yılın Kitapları listesinde, onu da haber edelim. Yazıyı kapatırken, İdefix Sanal Kitap Fuarı devam ediyor, imzalı kitapları edinme fırsatını kaçırmayın deriz. Yukarıdaki görselde, bir Edward Gorey çizimi - ne okuyacağınızı siz bilirsiniz ama kurmacadan korkmaya mahal yok, edebiyata gerçekçilik şartı koşmaya hiç gerek yok, bir anımsatalım dedik... Aşağıda, Irvine Welsh imzasıyla Trainspotting. Sanal Kitap Fuarı'nı takip edin!



29 Kasım 2011 Salı

Esir


Kaplan farklı bir kaplan olsaymış, ta başından beri avcı olsaymış eğer, köye çok daha evvel inermiş. Şehirde başlayan uzun yolculuğu onu ancak köyün sırtlarına kadar getirmiş; kendisi bile neden orada kalmayı seçtiğini bilmiyormuş. Şimdi düşündüğümde, rüzgârın ve yoğun kar yağışlarının onu engelleyemeyeceğini, bütün bir kış boyunca yola devam edip farklı bir kilisesi olan farklı bir köye, insanların batıl inançlarının çok daha zayıf olduğu ve daha gerçekçi bir çiftçinin onu vurup boş bir çuval gibi şöminesinin üzerine asabileceği bir yere gidebileceğini görüyorum. Ama dağ -eğri fidanlar ve zemini kaplayan ölü dalları, mağaralarla kaplı dik yüzü ve kışın getirdiği açlıkla şaşkına dönmüş, pervasız hayvanları ile- kendi içinde büyüyen yeni hisler ve aşağıdaki köyün hayal meyal tanıdık kokularıyla birleşerek kaplanı esir almış olmalı.

(Téa Obreht, Kaplanın Karısı. Çeviren: Merve Sevtap Ilgın.)

28 Kasım 2011 Pazartesi

Çukur

Herhangi bir kültürel kurum gibi hayvanat bahçeleri de karmaşık tarihsel gelişmelerin ürünleridir. İlk gerçek hayvanat bahçeleri on dokuzuncu yüzyılın ürünleri olsalar da, bu kurumların kökü, ayıların çukurlarda ya da hendeklerde tutulduğu antik Roma dönemine kadar gider. Ayıların tutulduğu en ünlü yerlerden biri on beşinci yüzyılın sonunda İsviçre'nin başkenti Bern'de inşa edilen ayı çukuruydu. Hayretler içinde aşağıya bakan izleyiciler, ayılara güvenli bir uzaklıkta olsalar ve her zaman bir ayıcı yanlarında hazır bulunsa da çok geçmeden ilk kaza bir çocuğun çukura düşmesi ve iki genç ayının çocuğu hafifçe yaralamasıyla 1582'de olur.

Birçok kez ayılar çukurdan kaçar ve şehir sakinlerini dehşete düşürür, ama hemen ardından vurularak öldürülürler.

1798'de Fransızlar'ın Bern'i işgali, şehrin ayıları için dramatik sonuçlar doğurur. Çukurda yaşayan üç ayı, bakır şeritlerle güçlendirilen sandıklara "paketlenip" her biri altı atla çekilen üç vagonla Paris'e götürülür. Yorgun argın hayvanlar şehre ulaştıklarında saatlerce sandıklardan çıkmazlar. En sonunda yem olarak canlı bir ördek kullanılarak ayıların Jardin des Plantes'teki hayvan topluluğuna katılması sağlanır.

Bundan kısa süre, boş ayı çukuruna Bern Cezaevi'ndeki tutuklular atılır.

(Kaplan ile başladık, ayılar ile devam ediyoruz. Kaplanın Karısı'nı okuyanlar, izlediğimiz patikayı tanıyacaklardır. Yukarıda anlatılanlar, kurgu değil, gerçek; Bernd Brunner'in Ayılar adlı çalışmasından alındı. (Çeviren: Servet Yeşilyurt, E Yayınları.) Bu yaz sonunda çıkan ayı nöbeti haberlerini anımsadınız mı? İnsanın insana ve doğaya ettikleri apayrı bir yazı konusu. Görselde, gergedan, Dürer'in çizimi ile.)

25 Kasım 2011 Cuma

Sürprizler!

İdefix Sanal Kitap Fuarı'nı takip ediyor musunuz? Irvine Welsh, Jonathan Safran Foer ve Etgar Keret'ten imzalı kitaplar için İdefix'i takip edin. (Yazarlar sizler için özel olarak imzaladı kitapları...) Birkaç haber de bizlerden: Kerouac'ın kayıp romanı bulundu konulu makaleleri görmüşsünüzdür; kayıp romanın Kerouac'ın arşivinde bulunduğu söyleniyor, metin 2005 yılında Kerouac'ın eşyalarının saklandığı bir depodan çıktı... Depodan başka şeyler de çıktı elbette; bunlardan biri daha önce hiç yayımlanmamış bir oyun, Beat Kuşağı - önümüzdeki günlerde Türkçede okuruyla buluşacak, hazırlıkları başladı sayılır!
Bir diğer haber: Téa Obreht'in Kaplanın Karısı romanı, NY Times'ın senelik 'Yılın Romanları' listesine girdi; listede önümüzdeki günlerde Siren aracılığıyla okuma fırsatı yakalayacağınız Tom Perrotta'nın da son kitabı olan The Leftovers (Kalanlar) yer alıyor. Listede bir başka kitabımız daha var; ancak henüz duyurmuyoruz, daha vakti var - sizler bizi takip etmeye devam edin!

Güzel bir hafta sonu geçirmeniz dileklerimizle...

24 Kasım 2011 Perşembe

Son leopar

İzmir fuarındaki sırtlanı düşünüyorum. Kafesinin beton duvarı çepeçevre aşınmış; gezinmekten.*

Son Anadolu leoparı, internet verilerine göre 1974 yılında Beypazarı'nda vuruldu. Anlatılanlar tamamen acayip... Kısım kısım aktarıyorum:

"17 Ocak 1974 sabahı, Havva Köksal dere yatağı boyunca aşağıdaki bahçelere – yer elması toplamaya gidiyordu. Önden yürüyen kocası ve kayınbabası gözden kaybolmuşlardı. Şimdi dozerle doldurulmuş olan, o zamanki dere yatağında kocaman, benekli bir kedi yatıyordu.

Havva hayatında ilk defa böyle bir hayvan görürken, belki Benekli de hayatında ilk defa bir insan görüyordu. Benekli, Anadolu’da görülen son Anadolu Panteri’nden başkası değildi.

Otuz yıl aradan sonra, Mehmet Ertüzün’le birlikte 11 Mart 2004’te Havva Köksal’ı ziyarete gittiğimizde bize büyük karşılaşmayı anlatmıştı.

- Şöyle uzun kuyruklu upuzun “bir şey”, orada yolun kıyısında yatıyordu. Onu görünce geri geri gitmemle şak deyip kuş gibi üstüme konması bir oldu. Kolumdan tuttu silkeledi; gözlerimi açtığımda yanımda köpek oturağı gibi oturuyordu. Yine gitmişim kendimden. O sırada odundan Süleyman geliyormuş – onu görünce kaçmış...

Benekli dört - beş metre uçup, Havva’nın kolunu kaptığında, o silkelemede kol kırılmıştı. Ama bir gerçek daha vardı, Benekli’nin öldürme amacı yoktu, baygın Havva’nın yanıbaşına oturup beklemeye başlamıştı. (Leoparlar yalnız yaşayan, gece hayvanlarıdır; iki yılda bir, genellikle de Ocak ve Şubat aylarında çiftleşirler. Avlarını boynuzluysa boğazından, boynuzsuzsa ensesinden ısırarak öldürürler. 17 Ocak’ta, gündüz vakti, yerini yurdunu terkedip dolaşıyor ve dibinde savunmasız yatan insanı öldürmüyor olması, kendisine aştan ziyade eş aradığını düşündürmektedir)."


Bir başka kaynağa göre: "Havva Köksal 'Her gün geçtiğimiz yol, nereden bileyim orada canavar olduğunu. Benim ayak sürüntüme geldi' diyor. Onun hayvanı görmesiyle, saldırıya uğraması bir oluyor. 'Beş altı metre uzaktan üzerime uçtu. Yüzümü korumak için kolumu kaldırdım.' Leopar ön dişlerini Havva Köksal'ın koluna geçiriyor ve çırpıyor. Daha sonra öğreneceği üzere kolu dirseğinden çıkıyor ve iki yerden kırılıyor. Köksal bayılıyor. Yerde gözlerini açıp kafasını kaldırdığında leoparı birkaç metre uzağında yatarken görüyor. Ve tekrar bayılıyor. Havva Köksal ve bilinen son Anadolu leoparının karşılaştığı toplam süre bu birkaç saniye ile sınırlı."


"O sırada köydeki bir evde bu durum görülmüş, kadın kocasına:


- Kalk yaa; Havva’yı bir canavar yiyor... diye bağırmıştı.

İlk, belki de son defa bir leopar tarafından ısırılmış birisiyle sohbet ediyorduk. Bu sohbet sırasında:

- Çok müthiş, temiz, yani o kadar güzeldi ki, üzerinde kir yoktu – halı gibiydi; onun canlı hali bir bambaşkaydı...

ya da:

- Belki de kendim tepinirken kırmışımdır kolumu... gibi sevgi, koruma ifadeleri de dikkatten kaçmıyordu.

O zaman İzmir’de vatani görevini yapmakta olan oğluna:

- Anneni panter ısırdı diye haber gitmişti. Oğlu izin alamayınca da firar etmişti; Bağözü’ne gelinceye kadar yolda aklına kimbilir neler neler gelmişti." (bkz: Son Anadolu Panteri.)


Hikayenin sonunu tahmin etmek güç değil... Köylülerin peşine düştüğü hayvanı, Ahmet Çalışkan isimli bir avcı vuruyor, ölüsü Beypazarı Devlet Hastanesi'ne götürülüyor. Kürküne göz koyan bir doktor, köylüleri karantina altına almakla tehdit ediyor. Nihayetinde, Maden Teknik ve Arama Müdürlüğü, avcılardan leoparı satın alıyor, sonrasında beyni deney farelerine yediriliyor, doldurulan postu sergileniyor, gömülen kemiklerinin nerede olduğu unutuluyor ve sonra gömüldükleri tahmin edilen nokta üzerine bir bina inşa edildiği söyleniyor.Tahnit için kullanılan yapay gözlerden teki, halen kayıp...

(Girişteki alıntı Yusuf Atılgan'dan, Saatların Tıkırtısı. Benekli'nin başına gelenler kurguya taş çıkartacak denli tuhaf ve hüzünlü. Nesli tükenen türlere dair daha fazla şey söylemeye gerek var mı?)

23 Kasım 2011 Çarşamba

Nesli tükenen türler


En son Hazar kaplanı Türkiye'de 1970 yılında vurulmuştur. Hazar kaplanı Bengal kaplanı ile birlikte Romalılar'ın arenalarda gladyatörlerle dövüştürmekte kullandıkları iki kaplan türünden biridir. Görseldeki Hazar Kaplanı, Berlin Hayvanat Bahçesi'nde, tutsak, sene 1899. (Bkz: Nesli tükenen türler.)

(Garip ama gerçek dedik, yaşanan her şeyin söylenceye dönmesi dedik, şimdilerde akıl almaz biçimde kapatılması lehine slogan atılan ekşisözlük sağ olsun, St. Joseph Lisesi'nin şahane bir tabiat koleksiyonu olduğunu ve doldurulmuş bir Hazar kaplanı ile birlikte pek çok hayvanın sergide olduğunu öğrendim. Bütün bunlar ne demek, kitaptan bahsetmeden kitaptan bahsediyorum demek sevgili okuyucu; Kaplanın Karısı'na teğet geçen mevzular bunlar, bu teğetler, tesadüfler de olmasa, hayat pek sıkıcı olacak, doldurulmuş ölü hayvanlar kadar donuk, hapsedilmiş vahşi hayvanlar kadar atıl. Çukurcuma Times, detaylarıyla müzeyi anlatıyor, teğetler için bkz: Kaplanın Karısı ve Ayı bölümü. Hazar Kaplanı için bkz: Omayra, Murathan Mungan - Metis.)

22 Kasım 2011 Salı

Kaplanların çizgileri

Téa Obreht, (A Visit from the Goon Squad ile bu sene göz kamaştıran yazar) Jennifer Egan ile yaptığı söyleşide tüm gerçeklerin eninde sonunda söylenceye dönüştüğünü söylüyor. Bugün olan biten ne varsa, sözün lütfu sayesinde, bir gün masalsı bir tat kazanacak... Kaplanın Karısı'nda bunu net biçimde görmek mümkün; bir yanda Natalia'nın gündelik yaşantısının gerçekliği, öte yanda büyükbabasının hikayesinin gerçeküstü unsurları ve tüm bunların üzerine, hayatın kendi kurgusundaki inanılması güç ama gerçek, ilk elden gözlemle aktarılan şeyler: gece vakti sokakta yürüyen bir fil örneğin, 12 yıl önce gömülmüş bir cesedi bulmak için kazma sallayan insanlar, bir Balkan köyünün sırtlarında yapayalnız kalmış bir kaplan... Obreht'in romanı bir hayvanat bahçesi sahnesiyle açılıyor, niyetim romandan tüyo vermek değil ama zihnimde çağrıştırdıklarını paylaşmak isterim; kendi çocukluğumdan anımsadığım bir kare aklımda benim, Gülhane Parkı'ndayız ve parmaklıklar ardındaki ayıya fıstık uzatıp hamle yapınca elini geri çeken bir adam var orada, ayı adamın parmağını ısırıp kopartıyor ve haliyle oradan hemen uzaklaşmamız gerekiyor; ya da birkaç sene öncesi sanıyorum, Dolapdere'de bir sokak, midye dolmacı tezgahını bırakmış ve ne hikmetse küçük bir kıyafet de giymiş olan, boynunda zemin kattaki dairenin parmaklığa bağlanmış iple bir maymun, uzanmış tezgahtaki midye dolmalardan yiyor... Obreht'in romanı, söylenceyle gerçeği öyle bir biçimde kaynaştırıyor ki gerçeğin kendi içinde saklı gerçeküstü etkenler masallarla, hurafelerle, söylencelerle iç içe geçiyor... Tersine inanmayı, yani dünyanın rasyonel, somut ve kestirilebilir olduğuna inanmayı tercih etsek de pratikte sanırım buna, bu tuhaf ama gerçek olan şeylerin rutin ile omuz omuza durduğu kaotik tecrübeye hayat deniyor. Maymun, midye dolma ve Dolapdere ya da Gülhane, ayı ve parmağı kopan adam ("Parmak gitti parmak!" diye bağırmıştı, hatırlıyorum) hayat düzleminde bir araya geliyor, her şey, eninde sonunda bir anlatının parçası oluyor. Son söz, bir Bejan Matur şiirinden gelsin:

Kaplanların çizgileri karıştı sonunda/ Gözlerini kısan / Ve gökyüzüne nehrin ötesinden bakan çocuğun/ Gözünde/ Karıştı çizgiler.

(Görsel, Kusturica'nın Yeraltı filminden; Kaplanın Karısı'nı okuyanlara tanıdık gelebilecek bir mizansen... Dizeler, İbrahim'in Beni Terk Etmesi'nde (Metis) yer alan Kaplanların Çizgileri'nden. Gerçekliğiniz şen olsun.)

21 Kasım 2011 Pazartesi

Issız!






Tüyap İstanbul Kitap Fuarı, son derece yorucu ve bir o kadar da keyifli geçen on günün ardından sona erdi. Zamanının çoğunu masa başında geçiren bizler için fuar şahane bir tecrübe - okurlarla tanışmak, tercihleri gözlemlemek, sohbet etme fırsatı bulmak ve geri bildirim almak, meslektaşlarımızla aynı havayı solumak bu on günlük süreci -özellikle de vaktimizin çoğunu masalarımızın, kitaplarımızın ve ekranlarımızın başında geçirdiğimiz düşünülürse- çok değerli kılıyor. Yorulmadık mı, yorulduk elbette - çekirdek ekibimizde toplam kilo kaybı 3,5 civarında, yolda geçirdiğimiz saatler toplamda 40'ı buluyor vs. vs. ama çok güzel bir hafta geçirdik, bize uğrayan, fuarı ziyaret eden tüm okurlara en içten teşekkürlerimizle, iyi ki geldiniz...

Bu sene 415,000 kişi ziyaret etmiş fuarı; şimdi, ayakta geçirdiğimiz 10 günlük sürecin ardından zihnimde her şey birbirine karışır gibi ancak, "Beni ağlatacak bir kitap arıyorum, gerçekten ağlamak istiyorum" diyen genç kız, ısrarla "ölüm ile ilgili kitaplar" soran küçük okur (ilköğretim altıncı sınıf öğrencisi gözlüklü bir kız çocuğu), fuarın en minik ziyaretçisi olduğunu sandığım yavru köpek (siyah beyaz, seyahat kutusu içinde) yolda okuduğum Barış Bıçakçı ve Mario Bellatin satırları (Sinek Isırıklarının Müellifi, İletişim - Güzellik Salonu, Notos) ve dost yüzler ile anımsayacağım bu fuarı. Seneye, ulaşım sorununun da Beylikdüzü-Tüyap metrobüs istasyonu sayesinde çözülmesiyle daha güzel bir tecrübe olacağını umuyorum, özellikle uzaklardan gelenler için. Bu yıl fuarda öne çıkan pek çok kitap vardı, ancak henüz basılmadan imha edilmesiyle gündeme düşen OOOKitap, sergilediği kolektif dayanışma tavrıyla fuarın yıldızı oldu. Fuar, bütün bir yıl yapılan işlerin muhasebesi için en ideal zemin bizler için - sağlamalarımızı yaptık, yeni döneme biraz bitkin ama mutluluk içinde adım atıyoruz, bizlerle birlikte olduğunuz için, okuduğunuz için, hepsinden önemlisi kitaplara inandığınız için sizlere tekrar ve sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.

Yukarıdaki ilk resim son günün sabahı, diğer ikisi akşam toplanma seansından... Kitaplar kolilere girip standlar boşalınca, pek bir ıssız, pek bir yalnız kalmıştı koca salon, biraz hüzünlü, çorak. Kitapsız kalmayın.

18 Kasım 2011 Cuma

Çığlık


Aylar sonra, bombardıman bittikten haftalar, haftalar sonra bile, kaplan Zbogom kendi bacaklarını kemirmeye devam etti. Görevlilere karşı uysal, evcildi; ama kendine eziyet ediyordu. Kafeste bacaklarının kalıntılarını çiğnediği sırada görevliler yanında oturuyor, kare şekilli o koca kafasını okşuyorlardı.

En sonunda, gazetede bile duyurmadan, kendi kafesinin taş zemini üzerinde vurdular bacaksız kaplanı. Onu yetiştiren adam -ona bakan, onu tartan, onu yıkayan, bir sırt çantasının içinde onu hayvanat bahçesinde dolaştıran, küçük bir yavruyken çekilen bütün fotoğraflarında elleri görünen adam- tetiği çekti. Kaplanın eşinin, bir sonraki bahar yavrularından birini öldürüp yediği söylendi. Kızıl ışıkların ve ısının, çığlık gibi yükselip alçalan seslerin mevsimiydi dişi kaplan için; bu yüzden görevliler geride kalan yavruları ondan ayırdılar, onları kendi evlerinde, kendi evcil hayvanlarının ve çocuklarının yanında büyüttüler. Haftalar boyu ne elektriği olan ne de suyu akan evlerinde. Kaplanlı evlerinde.


(Kaplanın Karısı - Tea Obreht. Çeviren: Merve Sevtap Ilgın.)

17 Kasım 2011 Perşembe

Fuar kareleri






Tüyap devam ediyor! Salon 2, 207 A'dayız - Tüm okurları bekliyoruz... (Fotoğraflar: Ozan Akıncı.)

16 Kasım 2011 Çarşamba

Masal...


Bence edebiyat bütün çeşitleriyle masalla başlar, masalla biter... Masallar insanlığı kaynaştırır. Eninde sonunda bütün milletler aşağı yukarı aynı sosyal gelişme yollarını biraz daha ağır, biraz daha hızlı, biraz daha kestirme, biraz daha dolambaçlı geçtiklerinden ve bir büyük kaynaktan gelip denize yöneldiklerinden, yerli özellikleri, gelişmedeki çeşitli masalların ayrılıklarını aksettirmelerine bakmaksızın, masallar eninde sonunda birbirine benzer. Bilginler bu benzerliğin nedenleri etrafında tartışıyor, çeşitli görüşler ileri sürüyorlar. Beni ilgilendiren, tekrar ediyorum, benzerliklerin halkları birbirine yakınlaştırması. Bence nasyonalizmin sökmeyeceği kültür alanlarından biri de masal dünyasıdır. - Nazım Hikmet, Masallar.

"Sana bununla ilgili ne diyeyim? Söyleyecek ne var ki? Ben büyükannenle bir kilisede evlendim ama ailesi bir hoca tarafından evlendirilmemiz gerektiğini söyleseydi onunla yine evlenirdim. O, kilisede benim ölülerim için memnuniyetle mum dikerken yılda bir kere onun kurban bayramını kutlamanın bana ne zararı olur? Benim adım, senin adın, onun adı. Nihayetinde, tek arzuladığın, toprağa verildiğin zaman ardında seni özleyecek birilerinin kalmış olması." - Kaplanın Karısı, Tea Obreht. (Çeviren: Merve Sevtap Ilgın.)

(Tüyap'ta, Salon 2, 207A'dayız bu hafta - herkesi bekliyoruz!)

15 Kasım 2011 Salı

Fuar



Tüyap'a bekliyoruz!

Çıktı!

Puzzle nihayet tamama erdi! Kapak görseli için illüstrasyon Baysan Yüksel'e ait, tasarım her zamanki gibi Nazlım Dumlu'nun. Bizler, Kaplanın Karısı ile beraber, bu hafta Tüyap'ta, Salon 2, 207A'dayız, herkesi bekliyoruz.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Kaplan! Kaplan!

Defterlerimden birine şöyle bir not düşmüşüm epey evvel: "Kaplanları kozalarından çıkarmak için." Harıl harıl aradım ancak bu bir alıntı mıydı, yoksa bir olay veya duruma yönelik bir tasarı mıydı bulamadım. Son günlerde blogdaki suskunluğumun sebebini sorarsanız türlü cevap verebilirim ama sanırım en doğrusu, bu gizemli notun ifade ettiği şekilde söylenir: "Kaplanları kozalarından çıkarmam" gerekti.

Borges Düşkaplanları'nda çocukluğunda tutkun olduğu kaplanları hâlâ rüyalarında gördüğünden ama rüyalarını gerçek kılamamaktan dolayı duyduğu yetersizlikten bahsediyor. Rüyalar bir yana; gerçeklere dönelim bir, Wikipedia'ya göre Türkiye'de halen kaplanlar yaşıyor - 2002'de Silopi'de, 2003'te Şırnak'ta kaplanlar görülmüş... 30 yıl önce Çukurca civarında yakalanmış bir kaplanın da bahsi geçiyor haberlerde ve kaplanların Türkiye'deki yaşam alanının Dicle havzası olduğu söyleniyor. Dicle isminin Tigris'ten geldiğini düşünürsek, çok da akıl dışı sayılmaz; Deniz Gezgin, Hayvan Mitosları'nda Dionysos'un bir kaplan kılığına girerek ırmak kıyısında seviştiği bir periden ve perinin bu sevişme sonucu olan oğlu Medos'un ırmağın adını değiştirerek Tigris koyduğu bir söylenceden de bahsediyor.


Obreht'in kaplanı bir hayvanat bahçesinde yaşıyor. Bir Çingene sirkinde doğmuş, ömründe doğaya çıkmamış. Belgrad bombalanırken kaçan kaplan, doğaya kavuşsa da insanlardan fazla uzaklaşmak niyetinde değil; bir dağın sırtında, aşağıdaki küçük köyden yükselen kokular eşliğinde yaşamaya çalışıyor. Kaplan Borges için gücün ve savaşın simgesi belki, ama kitapta bahis konusu ortamda Balkan köylüleri onu birebir iblisle eş görüyor. Bir yerlere bombalar yağıyor, bir yerlerde insanlar kıran kırana savaşıyor, hayat hep bir mücadele ve çatışma içinde geçerken birileri bir dağın tepesinde yaşayan bu hayvandan kurutulmak gerektiğine karar veriyor. Obreht'in kaplanı sıcak ve yumuşak başlı, oysa Balkan köylülerinin kaplanı yırtıcı ve tehlikeli, Borges'inki oyunbaz ve güçlü, Blake'inki haşmetli ve korkunç... Silopi'dekini, Şırnak'takini ya da Çukurca'dakini bilemiyorum; benim gizemli kaplanlarım kozalarından çıkmaktalar anladığım kadarıyla... Kaplanın Karısı'nın kaplanı Galina'da bir dağın sırtında, ve evet, bombalar, onlar sanırım her yerde aynı biçimde patlıyor.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Kitap!


Bugünden itibaren kitaplarımızla Tüyap'ta, Salon 2, 207A'dayız, herkesi bekliyoruz!