29 Şubat 2012 Çarşamba

Temiz!

Henry Miller'ın uzun yıllar yasaklarla boğuşmuş klasiği Yengeç Dönencesi'ni hazırlamakta olduğumuzu duyurmuştuk; zamanı geliyor artık, roman, ilk olarak Paris'te, Anais Nin'in Otto Rank'ten aldığı maddi destek sayesinde basılmış, Amerika'da müstehcenlik suçlamalarından beraat ettiğinde sene: 1964. Avi Pardo çevirisiyle yeni edisyon yolda, Anais Nin şöyle yazmış ilk baskının önsözünde: "Karşımızda, eğer böylesi bir şey mümkünse, temel gerçekliklere karşı iştahımızı yenileyen bir kitap var. (Kitaba) hakim olan duygunun öfke olduğu söylenebilir - öfke ile dopdolu. Aynı zamanda ölçüsüzlük, delice sevinç, enerji, haz ve zaman zaman hezeyan da var."

Görselde, Nigel Poor'un Amerika Yasaklı Kitaplar Haftası kapsamında sergilediği 'Yıkanmış Kitaplar' başlıklı işten bir kesit - Poor, seçtiği 9 yasaklı kitabı yıkadıktan sonra 'temiz' ancak okunmaz halde sergiye sunmuş. Yukarıda ve aşağıda: Lolita, 'temizlendikten' sonra.


28 Şubat 2012 Salı

Masa

Geçtiğimiz hafta yine oldukça hareketli geçti ve cuma günü, bir ttnet azizliği sayesinde yazım siber uzayın derinliklerinde bir yerlerde kayboldu gitti, dünkü sirk muhabbetinden fırsat bulup söyleyemedim. Bu arada, Harry Potter ile satış rekorları kıran J.K. Rowling, yetişkinler için bir seri yazmakta olduğunu beyan etti; David Foster Wallace, eğer yaşıyor olsaydı 21 Şubat'ta 50.ci yaşını dolduracaktı (pek çok anma yazısı yayımlandı bu vesileyle, benim kişisel bir garezim var yaşamayan yazarların ardından XYZ 100 Yaşında! başlıklı haberlere, o ayrı), Whitney Houston'ın öldüğü hafta sanatçı ile ilgili 13 e-kitap satışa çıktı, Ed Falco'nun (bu şahıs, Sopranos dizisinden anımsayacağınız Edie Falco'nun amcası oluyormuş) Godfather film senaryolarını esas alarak yazdığı Corleone Ailesi isimli kitap, Paramount tarafından çıkmadan bloke edildi... Bizim sulara dönecek olursak uzun zamandır beklenen kimi kitaplar yayımlandı ki bunlardan biri, Bolano klasiği 2666 - es geçmeyin derim. Tuhaftır, takvim bahara döndükçe zaman kış yavaşlığından sıyrılıp bir ivme kazanıyor sanki, tempo yüksek. Biz neler ile meşgul olduğumuzu duyuracağız duyurmasına ama -güzel haberler bizim tarafta- önce bir soru soralım: Editörün masası üzerinde günlük Hipodrom bülteni, Ömer Hayyam ve William Blake kitapları bulunması, bu şahsın ne üzerinde çalıştığına delalettir? İşte haftanın sorusu, tam da bu... Cevabı çok yakında, sevgili blog okurları ama siz de hayal gücünüzü çalıştırmaktan çekinmeyin. Görselde, David Hockney imzalı, Masa. İyi haftalar dileklerimizle...

27 Şubat 2012 Pazartesi

Sirk!

Oscar ödülleri, dün gece yapılan törenle sahiplerini buldu, sevgili okuyucu; günlerdir haberlere konu olan ödüller, yine sirk çağrışımlı bir törenle dağıtıldı. (Kim ne giymiş? İşte bütün mesele bu, anladığım kadarıyla.) İki dalda aday olan Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın eli boş dönerken Woody Allen, Paris'te Geceyarısı ile En İyi Özgün Senaryo ödülünü kaptı. Aday olan filmlerin pek çoğu ülkemizde vizyona girmeye 'layık' görülmediğinden (kalite hiçbir şeydir, gişe her şey, unutmamak gerek, ölçüt bu), malum kanalları takip edip izlemediğiniz sürece karanlıkta kalmaya mahkumsunuz, o ayrı konu. Öte yandan efsane mi değil mi bilinmez, ancak bir pop şarkıcısının bu sene ödüllerin çoğunu alan The Artist adlı filme girdiği ve beğenmeyip çıkarak parasını geri aldığı konulu haberler dolanıyor - ne diyelim, doğruysa, parayı ödeyen gişe memuruna 'tüketici' haklarına yeni bir boyut kazandırdığı için madalya takmak gerek. Her neyse, ne diyorduk, Woody Allen'ın En İyi Özgün Senaryo dalında Oscar'ı aldığını söylüyorduk - ustanın Eğrisi Doğrusu adlı kitabındaki Yirmili Yıllardan Bir Anı ile Yan Etkiler'den Kugelmass Olayı'nı bir okuyun, Paris'te Geceyarısı'nın 1970'lerde yazılmış bu kısa metinler ile beslenip beslenmediğine sizler karar verin. Eski bir yazıda pasajlar vermişiz; buyrun, Yirmili Yıllardan Bir Anı ve Kugelmass Olayı.

Allen, yılın en iyi filminin A Seperation olduğunu düşündüğünü ve ödül töreni ve türevi organizasyonlara katılmaktan hoşlanmadığını belirtmiş bu arada, ne diyelim, Allen'ın kırmızı halıda poz vermeye ihtiyacı yok, orası kesin.
Güneşli pazartesiler dileriz.

(Resimde genç Woody, genç Charlotte Rampling ile yan yana.)

23 Şubat 2012 Perşembe

Seç

Birinden bahsederken 'içe dönük' dediğimizde genelde olumsuz bir şey söylemeye çalışmaz mıyız? 'İçe dönük, içine kapanık' kimselere yönelik bir araştırma inceleme kitabı yayımlandı geçenlerde, adı, 'Quiet, The Power of the Introvert' - kitabı henüz incelemiş değilim, ancak hemen hemen bütün büyük yayın organlarında yazar ile söyleşiler yayımlandı, oradan takip ediyorum; Susan Cain, tüm yaratıcı zihinlerin -bazı istisnalar hariç- içine kapanık olarak tanımlanan insanlar arasından çıktığını ve yaratıcılık ile içe dönük olma durumu arasında bir bağ olduğunu savunuyor. Savlarının temellerini bilmediğimden katılmam ya da katılmamam mümkün değil, ama 90'ların ortasından beridir sosyal ortam ibrelerinin içe dönük değil de dışa dönük, hatta mümkün olduğunca bağırgan kimselere doğru çevrildiğini düşündüğümden kitap hakkında yazılanları nedense tuhaf bir keyifle okudum. Cain, eleştirilere de hedef olmuş kitap üzerinden ancak detayına girmek gereksiz kaçacak; onun yerine, son günlerde ilgiyle okuduğum bir başka kitaptan bahsetmek, içe dönük bir noktadan yola çıkıp dışa açılan bir projenin ortaya koyduğu mozaikten bahsetmek isterim. Miranda July'ın It Chooses You adlı kitabına Robinson Cruseo'da rastladım; kitap mı beni seçti, ben mi onu seçtim emin değilim, ancak uzun zamandır bu kadar ilginç bir 'şey'e rastlamamıştım... Miranda July, Future filminin senaryosunu yazmaya çalıştığı ve tıkandığı, hayatının da pek iç açıcı olmayan bir evresinde bulunduğu sırada Penny Saver adlı yayından ilham alarak acayip bir projeye girişiyor. Penny Saver, ikinci el eşya satışına yönelik ilanlar içeren bir yayın; July, burada rastladığı ilanlar üzerinden temasa geçtiği insanların evlerine gitmiş, her biriyle satışa çıkardıkları obje ve biçilmiş fiyatı üzerinden başlıklandırılmış bölümler altında (örn. Deri Ceket, 10 USD) söyleşiler gerçekleştirmiş, fotoğraflar çekmiş. Tuhaf bir atmosferi var kitabın; kurgulanmamış bir projenin bu denli şiirsel bir sonuç ortaya koyması epey şaşırtıcı... July, kitaptan ilham alarak bir de dükkan açmış ve satışları dolayısıyla söyleşilere kapı açan objeleri satışa çıkarmış. Hatırlarsanız Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi'ni yazmadan önce birtakım objeler derlemişti ve bu kitap, sonradan açılacak aynı adlı müzeye bir rehber niteliği de taşıyordu; müze henüz açılmadığı için objeler, gazete haberlerinde gösterilenler ile kaldı, ancak ileri tarihlerde faaliyete geçeceği söyleniyor. July'ın kitabı, yaşam sıkıntısından mustarip olanlar için birebir - kişi bağırgan olsun ya da olmasın, çağdaş zamanlar belli bir yalnızlığı da beraberinde getiriyor ve July'ın kitabı, alışveriş teması üzerinden çok canlı bir damar yakalamış. Penny Saver, yalnızca matbu olarak yayımlanan bir dergi; dolayısıyla July, buraya ilan verenlerin bilgisayar kullanmayan ve bu nedenle 'soyunun tükenmesine ramak kalmış' bir güruh olduğu kanaatinde; bu, tartışılır elbette, ancak söyleşilerin, satışa çıkan objelerin ve bu esnada kurulan dialogların belgesel niteliği oldukça derin.

Yukarıda yine Kusama'nın nokta obsesyonlu işlerinden biri; aşağıda kitabın görseli ve satılan objelerden bazıları:





22 Şubat 2012 Çarşamba

Zaman

Burada kitaplardan sıkça bahsediyoruz biliyorsunuz, kitaplarda olan bitenden çok içinden geçen mevzulara değinmeye, oradan serbest çağrışımla yol almaya bakıyoruz; hem kitap bize ihtiyaç duymadan kendi öyküsünü kendi anlattığından, hem de kitap anlatmayı pek sevmediğimizden. Burada içinden geçen mevzulardan yola çıkarak Hafiyenin El Kitabı ile ilgili pek çok yazı yazdık; kitapta 12 Kasım'ın takvimlerden, dolayısıyla hayattan çalınması ile ilgili bir bahis var; detayına girecek değilim, ancak hayat kurgudan ilham almış gibi saçmalamakta ısrarlı olur ya bazen, Samoa'da benzer bir olay yaşanmış, haber biraz eski olsa da aktarmadan edemiyorum: Samoalılar, geçen yıl 30 Aralık günü saatlerini 24 saat ileri alarak takvimden bir gün düşmüşler. Neden olmasın aslında, saati, takvimi, düzeni kuran, yine insanın kendisi değil mi? Bu davranış elbette ki zamanı ters köşeye yatırma kaygısından kaynaklanmıyor, haberi okuduğumuzda öğreniyoruz ki daha fazla ticaret yapabilme umuduyla saatlerini ABD'ye göre ayarlayan Samoa sakinleri, ticari ilişkileri giderek artan Yeni Zelanda halkı ile 'aynı günü yaşayabilmek' istediklerinden böyle radikal bir girişimde bulunmuşlar ve böylelikle 2011'e dünyada son giren ülkelerden olan Samoa ve Tokelau, 2012'ye ilk girenlerden olma şerefine erişmişler. Kimi günleri hiç yaşamamış olmayı dilediğim oluyor sevgili okur, ama böylesi bir şeyin gerçekleşmesini, hem de ticari kaygılar doğrultusunda vuku bulmasını hayal etmekte dahi güçlük çekiyor, yöre sakinlerine akıl fikir dilemeden edemiyorum.

Yukarıdaki görsel, Yayoi Kusama'ya ait; zamanınıza sahip çıkmanız temennilerimle; unutmayın, o, size ait...

21 Şubat 2012 Salı

Odun

Geçtiğimiz günler oldukça sarsıntılı geçti ey blog okuru - geriye dönüp bakınca en güzel heyecanı, başımı geçen hafta geceyarısı sularında masamdan kaldırıp pencereden dışarıya baktığım ve hayatımda gördüğüm en büyük kar tanelerini -parça demek daha doğru- gördüğümde yaşadım diyorum. Her neyse, hayat böyle ufak tefek ve hoş sürprizlerden ibaret değil elbette, can sıkıntısı, heyecan ile kardeş olmakta. Can sıkıntısı minvalinden gidersek aynı gece, tahminen 1974'ten beri eline kitap almamış bir TV personasını birtakım gençler ile kitapların geleceği temalı bir sohbet içinde ancak kitaplardan çok mobilyadan, marangozundan, raflarından falan bahsederken buldum. Söylenenler burada aktarılamaycak denli boş olduğundan bu hadiseyi atladım ve fakat Leanne Shapton'un tahta kitaplarıyla karşılaşınca bu saçma sohbeti anmadan edemedim. Kitaplardan kurtulmak isteyen cenahın genelde kitaplarla fazla haşır neşir olmayan tipler oldukları dikkatinizi çekti mi bilmiyorum; ancak bünyenin de bir doyma noktası var, e-kitap iyi, güzel, buna bir diyecek yok ama IKEA artık Billy marka kitaplık üretmeyeceğine göre iPad'lerimizle mutlu mesut yaşayabiliriz tayfasına nereye kadar sabır gösterilebilir, işte ondan emin değilim. Her neyse, mobilyalarını kitaplarından çok seven güruh, belki Leanne Shapton'un tahta kitaplarına birer dekoratif obje olarak değer verir; diğerleri için ise bu objelerin referans aldıkları kitapları anımsatmamıza gerek yoktur sanıyorum. Shapton'un sitesi burada; ve evet, aşağıdaki kitaplar, tahtadan yapılma. Yukarıdaki görsel, yine Paul Klee.

20 Şubat 2012 Pazartesi

Uyarlama

Geçen hafta, Sabah Kitap eki, Oscar adayı edebiyat uyarlamaları konulu bir dosya hazırlamış - Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın da yer alıyor dosyada ve yazar Elif Tanrıyar, kitabın mutlaka okunması gerektiğini, filmin 'eli yüzü düzgün bir yapım olmasına karşın, romanın içerdiği anlamları gerekli düzeyde yansıtmadığını,' belirtiyor. Yönetmen Stephen Daldry, 9/11 temalı filmlerin artmasını temenni ettiğini açıklamış Berlinale esnasında - Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın bir 9/11 romanından fazlası değil mi? Okuduğum eleştirilerden birinde ana karakter Oscar'ın otizm hastası olduğu iddia ediliyordu örneğin, film nasıl böyle bir tablo çizmiş, izleyicilerin böylesi kanılar geliştirmesine nasıl neden olmuş, onu anlamak güç. Bakınız'da da filme yönelik olumsuz bir eleştiriyle karşılaştım; bu, her kitabın sinema uyarlaması yetersiz olacak demek değil elbette, örneğin yine Bakınız sayesinde Boris Vian'ın efsanevi romanı Günlerin Köpüğü'nün beyazperdeye uyarlandığını ve yönetmenin Michel Gondry olduğunu öğrendim ve -tüm şüpheciliğim bir yana- filmi şimdiden sabırsızlıkla beklemeye başladım; geçen hafta rüya temalı pek çok yazı yazdık burada, rüya demişken Gondry'den ve The Science of Sleep'ten bahsetmediğimi de bu vesileyle fark edip kendimi ayıplamış oldum. Günlerin Köpüğü'nün IMDB'de yer alan künyesinde Chloé rolünde Audrey Tautou'nun yer alması dahi bu güzel haberi gölgelemiyor; bu vesile ile öğrenmiş oluyorum ki kitap daha evvel Charles Belmont (1968) sonrasında ise Japon yönetmen Go Riju (2001) tarafından sinemaya uyarlanmış; Gondry, dili itibariyle özel bir yönetmen, Vian'ın 2 günde yazdığı söylenen bu müthiş romanı nasıl yorumlayacağını merakla bekliyoruz. Hollywood senaristlerinin tükenme noktasında olduklarına, o yüzden sinemanın son yıllarda edebiyata bu denli bel bağlandığına dair iddialar atılıyor ortaya, bu hususta en son okuduğum yazı 'Bazen kitaplar raflarda kalsa daha iyi olur,' diye sonlanıyor - ne yazık ki kimi zaman bu temenniyi paylaşmamak mümkün değil. Öte yandan, biliyorsunuz, bir kısım insan, ilerleyen teknolojiden cesaret alarak akıllara ziyan biçimde kitaplarını atmak, raflarından kurtulmak ve böylece elektronik ufuklara yelken açmak derdinde; artık kitaplar raflarda mı kalmalı, yoksa Kindle ekranlarında mı, o da ayrı bir tartışma konusu. Sabah Kitap, Woody Allen'ın Paris'te Geceyarısı filmine ayrıca dikkat çekmiş; film, Eğrisi Doğrusu adlı kitapta yer alan bir kısa öyküyü temel alıyor, film vesilesi ile bir şeyler okuma arzusu duyarsanız, bizler de Eğrisi Doğrusu'nu öneririz.

İyi haftalar!

(Görsel, Paul Klee'ye ait: Vergesslicher Engel.)

17 Şubat 2012 Cuma

Şemsiye

“Ne diyorsam hepsi doğru,” dedi bana, “ve gördüklerinin hepsi senin kadar gerçek.” (Hafiyenin El Kitabı, Jedediah Berry. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

Görsellerde, Alexandre Pachiaudi ve Gaëtan Kohler imzalı bir yerleştirmeden kareler. Hafiyenin El Kitabı için playlist,burada. Aman şemsiyenize dikkat edin!


16 Şubat 2012 Perşembe

Buhar

Geçen hafta Hafiyenin El Kitabı'ndan bahsettim durdum, ama bu haftaya öyle asabi girişler yaptım ki kendime şaştım sevgili blog okuru, neyse, kafalar düzeldi tekrardan, sağduyu geri geldi sayılır. Bildiğiniz üzere kitabın kendinden değil, kitaba teğet geçen veya içinden geçen mevzulardan bahsetmek adetimiz, daha önce romanın Wes Anderson, Franz Kafka, David Lynch, Paul Auster, Italo Calvino vs. gibi birbiriyle alakası olmayan referans ve benzetmelerle karşılandığını yazmış, konuya açıklık getirmeye çalışmıştım; bugün yine bu referanslardan steampunkın altını çizelim isterim. Hafiyenin El Kitabı'na steampunk referansları verilmiş kimi yayın organlarında; şahsi kanım tam da oturmadığı yönünde ama, romandaki atmosferin bu akıma belli göndermeler yaptığını yadsımak mümkün değil. Her neyse, sanırım asıl vurgulamamız gereken, referansların subjektif olduğu ve her eserin kendi özgün varlığı ile değerlendirilmesi gerektiği elbette - ki benzetmelerin çeşitliliği ve birbirine benzemezliği, bu gerçeği ortaya koyuyor. Steampunk hakkında fikir edineyim diyenler için önereceğimiz birkaç yazı var burada, biri Belapresente'nin blogundan, diğeri pek sevdiğimiz Futuristika'dan, görseller de sanırım fikir verebilir, ne hakkında, blog yazarının algısı hakkında en çok: Steampunk 101, Bir Anarko Geçmiş Hayali: Steampunk.







15 Şubat 2012 Çarşamba

İnsan

Geçen cumartesi, yani 11 Şubat günü, Sylvia Plath'in 1963 yılında evinde çocuklarını uyutup mutfağında intihar ettiği gün idi sevgili blog okuru, es geçmişim, telafi edeyim isterim. Videoda Plath, en bilinen ve sert şiirlerinden Lady Lazarus'u okuyor, Türkçesini Cevat Çapan çevirisiyle şu adreste buldum. Şiir, 'Out of the ash, I rise with my red hair, And I eat men like air,' diye son buluyor; 'man' kelimesinin İngilizcede hem erkek hem de insan anlamına gelmesi, en hafifinden ironik değil de ne?

Aydınlık günler diler, dokuz canlı olmanızı temenni ederim.

14 Şubat 2012 Salı

Hans!

Dün haftaya asabi bir başlangıç yapmışım, bugün 14 Şubat Sevgililer Günü, oradan devam edeyim. 4 Mayıs 2000'de Filipinli bir bilgisayar korsanı (hacker denilen şahıslara bizler bilgisayar korsanı diyoruz, romantik bir tınısı yok değil hani) Love Letter For You (Size Bir Aşk Mektubu) başlıklı bir eklentiyle gelmiş geçmiş en büyük 'bilgisayar korsanlığı' işine imza atmış; epey evvel yayımladığımız 'karşı' duruşlu bir aşk mektupları derlemesi olan 'Üç Harfli Kelime: Aşk'ın önsözünde bundan bahsediliyor. Kayıp zaman ve tamirat masraflarıyla birlikte aşk virüsünün yarattığı tahribatın bir milyar dolar civarında olduğu belirtilmiş önsözde. Hazır, bugün aşktı, sevgiydi, klişenin klişesi beyanlara doymanız, bir kırmızı gül ya da bir tek taş için cinayet işleyecek hale gelene değin beyninizin yıkanması amaçlanacak, ben de terazinin diğer tarafından yayın yapıp denge sağlayayım isterim, ama bilemem elbette, Sevgililer Günüme Dokunma kafasındaysanız eğer, o zaman sizi başka bloglara buyur etmem, alışveriş yapıp bugüne özgü kutlama aktivitelerine katılmanız gerektiğini söylemem doğru olur. Her neyse, ne diyorduk, aşk virüsünün yarattığı tahribat diyorduk galiba, bu temadan değil aşka ters bakan bir aşk mektupları derlemesi, güzel bir distopik roman bile çıkar - ki zaten edebiyatta aşktan bahsedildi mi genelde mutluluğa değil acıya, sefalete, hayal kırıklığına odaklanıldığı gözünüzden kaçmamıştır. Neyse, geçenlerde edebiyatta 'en' sevdiğim aşk betiminin hangi kitapta yer aldığı yolunda bir soru cevaplamam gerekti; bünyemiz 'en'lere pek sıcak bakmasa da, sorulan soruyu cevapsız bırakmak olmayacaktı, ben de o gün için, Ingeborg Bachmann'ın Otuzuncu Yaş adlı kitabında yer alan 'Undine Gidiyor'dan kısa bir paragraf seçtim, hazır sevgililer günü vesilesiyle, hem bu kitaba, hem de bu kendi küçük, sesi inanılmaz büyük öyküye burada da dikkat çekeyim: "Bir erkek tanıdım, adı Hans'tı, ve bütün ötekilerden başkaydı. Birini daha tanıdım, o da başkaydı bütün ötekilerden. Sonra da birini, hele o büsbütün başkaydı ve adı Hans'tı, onu sevdim. Ormanda açıklıkta rastladım ona, birlikte yürüdük, belli bir yöne yönelmeden yürüdük. Tuna topraklarında oldu bu, benimle dönmedolaba bindi. Karaorman'da oldu bu, büyük bulvarın üzerindeki çınarların altında benimle Pernod içti. Onu sevdim. Sonra bir Kuzey İstasyonu'nda bekledik, ve gece yarısından önce kalktı tren. El sallamadım, elimle bir son işareti yaptım yalnız. Son bulmayacak bir son. Ve asla son bulmadı." Kamuran Şipal'ın Türkçesiyle YKY yayımlamış, sevgililer gününde ne yaptığınız fark etmez, kışın Bachmann okuyun, bizim size yegane tavsiyemiz bu minvalde, ötesi size kalmış.

Sevgiler!

(Görsel, Magdalena Abakanowicz.)

13 Şubat 2012 Pazartesi

Sinek

Salt düşlerden bahsettiğimiz bir haftanın ardından gerçeklere uyandığımız bir günde yaşama devam... Bu ara, artık nedendir bilinmez, bir absürdlük, bir tuhaflıktır sardırmış gidiyor, bizler de takip ile mükellef olduğumuzdan herhalde, olanı biteni izlemeyi sürdürüyoruz. Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ın Oscar'a iki dalda aday olan beyazperde uyarlamasından bahsetmiştik burada, buyrun size saçmalardan seçmeler damarından bir haber: Film, Türkiye'de Çok Gürültülü ve Çok Yakın adıyla gösterime girecek. Şimdi bu olayın türlü teknik unsuru var, onları paylaşıp can sıkma niyetinde değilim, ancak isim hiç olmamış, onu belirtmeden geçemeyeceğim. Etgar Keret'in Buzdolabının Üstündeki Kız adlı kitabında Astım Krizi adlı bir paragraflık bir şahanesi var; Keret, 'Bir sözcüktür fark. Bir sözcük çoktur' diyor ya filme isim verme tercihinde kullanılan 'çok,' doğru sözcük olmamış kanımca. Her neyse, eleştirmenler filmi yerden yere vurmaktalar, buna karşın filmin gişe performansının epey yüksek olduğu söyleniyor, eh, ne diyelim, günümüzde başarı, çoklukla gişeyle ölçülüyor. 90'larda epey iş yapan Graffiti kitapları vardı (Biz Duvar Yazısıyız, Biz de Duvar yazısıyız vs.) anımsadığım kadarıyla içerikleri İskandinav ülkelerinin duvar yazılarından alınma sloganlardan oluşuyordu, oradan hatırımda kalan bir tanesini şimdi paylaşmazsam olmaz: "1 milyon sinek yanılıyor olamaz; insanlar, bok yiyin!" Bir bakış açısı elbette bu da, düz mantık öylesini gerektirmiyor mu? Her neyse, her ne olursa olsun, sizin algınız açık olsun sevgili blog okurları, aydınlık günler dileklerimle.

(Görselde Thomas Hirschhorn'un işlerinden biri.)

10 Şubat 2012 Cuma

Avcı

İnsanın, uyumadan önce, düş ve gerçeklik arasındaki o bulanık durumda, ağırlık duygusuyla ilişkisini dikkatli ve özenli biçimde dengelediğini fark etmişsinizdir hiç kuşkusuz. O zaman düşünceleri yerçekimi yasasından kurtulur, bedeni üzerindeki çekimden kaçar. Bu sırada düşsel olanla gerçek dünya arasındaki sınır geçirgenleşir ve insanın düşüncelerinin, üç katlı bir elekten geçer gibi özgürlüğe kaçmasına izin verir. Soğuğun insan bedenine kolayca girebildiği kısa an içinde, insanın düşünceleri kendisinden taşıverir ve bunları fazla çaba harcamadan okumak mümkün olur. Dikkatlerini uyuyan kişi üzerinde yoğunlaştıran insanlar, hiçbir alıştırma yapmaksızın o insanın o anda ne düşündüğünü ve kiminle ilgilendiğini öğrenmeyi başarabilirler. Ve eğer bu sanatı ciddi bir biçimde uygularsanız; bir insanın ruhunu açıldığı anda incelerken, bu açılma anını gittikçe uzatabilir ve gittikçe derinleştirebilirsiniz, öyle ki onu su içindeymiş gibi, gözleri açık halde yakalayabilirsiniz.

Böyle düşavcısı olunur işte.


(Hazar Sözlüğü, Milorad Paviç. Çeviren: İsmail Yerguz. Hafiyenin El Kitabı, sonunda, tüm kitapçılarda. Düşlerinize, şemsiyenize ve bisikletlere bambaşka gözlerle bakmaya hazır olun!)

9 Şubat 2012 Perşembe

Uyan!

Hatırladığınız bir şeyi kaç kere rüyanızda gördüğünüzü, aslında yaşamadığınızı fark ettiniz?

Rüyanızda gördüğünüz bir şeyin kaç defa gündelik yaşantınızdaki bir gerçekle örtüştüğüne şahit oldunuz?

Kaç kere belki bir gün öncesinde çözülmez görünen bir sorunu böyle çözüverdiniz ya da davranışları kafanızı karıştıran birinin gizli duygularını kavrayıverdiniz?

Ursula K. Le Guin, Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar'da bir dergi editörünün kendisine telefon açtığını ve okurlar için Yerdeniz Üçlemesi'nin geri planı üzerine bir şeyler yazmasını istediğini anlatır. Editör okurların Yerdeniz'i nasıl planladığıyla ilgili bir şeyler bilmek isteyeceklerini söyler; ancak Le Guin'in cevabı nettir:"Ama ben hiç bir şeyi planlamadım ki, buldum." Nerede bulduğunu soran editöre Le Guin, "Bilinçaltımda," diyerek cevap verir ve konuşmayı bitirir.

Jedediah Berry, Hafiyenin El Kitabı'nı yazarken tek bir resimden yola çıktığını söylüyor. Tek bir resimden doğan ve kendi içinde çoğalan, tuhaf bir roman Hafiyenin El Kitabı. Polisiye desek polisiye değil, macera desek macera değil, psikolojik gerilim desek, o değil; hepsi ve hiçbiri. Bir şemsiye, bir bisiklet ve bir el kitabı eşliğinde kendi ve diğerlerinin düşlerine sızarak biteviye bir uyku haliyle savaşan bir adamın, gözbebeklerinin ardında ve önünde gelişenlerin toplamı belki... Hafiyenin El Kitabı, uyanık hayatlarını uykudaymış gibi geçirenlere inat, hafızanın, rüyaların ve algının kapılarını aralamakta ısrarlı. İngiliz edisyonu, arka kapağında 'Nasıl düşündüğünüz hakkında düşündüklerinizi değiştirecek,' demiş. Biz, sadece, uyanın diyoruz.

(Görsel, Rene Magritte, Yanlış Ayna.)

8 Şubat 2012 Çarşamba

Gri

Kağıtlarla kaplı bir masa hayal edin. Düşüncelerinizin toplamı budur. Şimdi masanın altında bir dosya dolabı hayal edin. Bu da bildiklerinizin toplamıdır. Bütün mesele masayla dosya dolaplarını birbirine mümkün mertebe yakın ve kağıtları düzgün tutmaktır.*

Durmak bilmeksizin bir düşe, düşlerden yeni düşlere uyanmak... Profesyonelce yapılanına rüyaya yatmak da derler; insan bazen, kimi soruların cevaplarını uyuyup uyandıktan sonra vermeye hazır bulur kendini, bilirsiniz. Uyku, artık hangi karanlık kapıları aralıyor ise, sonrasında dünyayı daha berrak algılamayı sağlayabilir.

Jedediah Berry'nin Dashiell Hammett ödüllü Hafiyenin El Kitabı, bir başka kitaba açılan bir kitap. Düşten düşe uyanan bir adamın romanı da denebilir aslında, ya da düşlerle gerçeklerin sınırlarını kaldıran, algıyı cilalayan bir roman. Karanlıklara ve yağmura teslim olmuş bir kentte, uyurgezer gibi yaşayan kalabalıkların gizemine uzanan kağıt bir köprü. Ortak ve çarpık bir gerçekçiliğin rüyaydı, algıydı, hafızaydı kişiye özel ne varsa yiyip yutmasının olağan kabul edildiği bir dünyada, düşlerin gerçekliğine ve kudretine, ve gerçek uyanış olasılıklarına bir saygı duruşu...

Bir kent düşünün; gri mi gri. Hiç dinmeyen yağmurun sesini duyun sonra. Her gününüzün hemen hemen aynı geçtiğini düşünün. Bir bisiklete atladığınızı, her sabah istasyonda birini beklediğini gördüğünüz gizemli birine vurulduğunuzu düşünün. Etrafınızda olup biteni, içindeyken dahi, çok da anlamadığınızı düşünün. Bir düş görün sonra, öyle bir düş olsun ki bu, muammaları aydınlatsın, başka düşlere uzansın, filleri yeniden ayağa kaldırsın, kentin üzerindeki kara bulutları dağıtsın... Öyle bir düş olsun ki bu, göreni, 'biz'in hükmettiği bir ortamdan 'ben'e has, aydınlık bir dünyaya taşısın. Berry'nin Kafka, Flann O'Brien, Italo Calvino, Jorge Luis Borges esintileri taşıdığı söylenen bu çarpıcı romanı hakkında tüyo vermeden konuşmak o kadar güç ki... Siz, hayal etmeyi deneyin, ötesini sayfaların arasında bulacaksınız.

(Dünkü yazımıza yorum yapan ve sorumuzu cevaplayan beş okurumuz, Berry'nin Hafiyenin El Kitabı'nı matbaadan çıkar çıkmaz kapısının önünde bulacak. Hadi! Alıntı: Hafiyenin El Kitabı, Jedediah Berry. Çeviren: Algan Sezgintüredi. Şu anda matbaada, çok yakında raflarda.)

7 Şubat 2012 Salı

İz

Ne tuhaf, bir uyku hapı, yıkabilir evreni ve kurabilir kaosu.*

Uyan, doğrul ve harekete geç, geceyi, uykunun kalıntılarını ardında bırak... Yaşamı anlamlandırmak için türlü anlatılara sığınan insan, rüyalarını anlamlandırmada daha çekingendir çünkü rüyanın sınırsızlığı, tıpkı ölüm gibi, huzursuzluk vericidir; hani derler ya, uyku, ölümün kardeşidir. Avustralya yerlileri, hangi farklı alt gruba ait olurlarsa olsunlar, yaratılış öykülerine Rüya Zamanı adını verirler. Rüyayı gören belli biri yoktur, yaratılıştır rüyanın kendisi. Venezuela'nın Makiritare yerlileri yaratılış inancına göre; kadın ve erkek, rüyalarında Tanrı'nın onları rüyasında gördüğünü görmüştür. Yerlilerin yaşantılarına ancak kitap sayfaları ve belgeseller ile tanık olan bizlerin ise pek çok açıklaması, pek çok teorisi vardır; uyku ve rüya, güzelce haritalandırılır, açıklanır, nörolojik süreçlere indirgenir. Hiçbir açıklama, hiçbir teori, gece uyandığınızda nefesinizi kesen kabusun bıraktığı izleri kolay kolay silemez ama; ister Avustralya'da ister Venezuela'da olsun, rüyalar iz bırakır.

Adorno, 'Rüya ölüm gibi siyahtır,' diyor. Sizin rüyalarınızın renkleri var mı? Ya sizin Rüya Zamanınız, nasıl geçiyor?

(Görsel, Salvador Dali, Hitchcock'un Spellbound filmi için çizim.* Jorge Luis Borges, Düş. Şifre adlı kitabında yer alıyor. Çeviren: Yıldız Ersoy Canpolat.)

6 Şubat 2012 Pazartesi

Düş

Tüm gördüğümüz ve göründüğümüz

Düş içinde düş müdür sadece?

Chuang Tzu, düşünde bir kelebek olduğunu görür. Uyanıp aynada yüzüne baktığında, düşünde bir kelebek olduğunu gören bir adam mı yoksa düşünde bir adam olduğunu gören bir kelebek midir, bilemez. Gündüz ile geceyi birbirinden ayıran, ışıktır sadece. Düşler ve gerçeklerin nasıl ayrıldıkları, bilinmez. Bir öykü kahramanının sorusu yankılanır zihnin bir yerlerinde: Rüyada olmadığını kanıtlayabilir misin?*
Evet, teoriler vardır, çok da iyidir, çok da güzeldir; birileri düşlerin biliçaltında bastırılmış dürtülerden kaynaklandığını iddia eder, bir başkası bir peygamberin doğumunun bir düş ile müjdelendiğini söyler, biri düşleri simgelere indirger. Hypnos eski Yunan'ın uyku tanrısıdır, Oneiros onun oğlu rüyadır. Morpheus, sadece bir film karakteri değil; Hypnos ile Gece'nin oğlu, rüyaların tanrısıdır. Gün tükenip gece çöktüğünde, gözler dünyaya kapanıp bir başka aleme daldığında geriye kalan, sınırsızlığı içinde düşlerdir ya, yeni bir günün başlangıcında, onlar da ışıkla silinip süpürülürler. Kala kala, geriye bir kitapta altı çizili satırlar kalır belki: "Bir yolculuktur yaşamımız, Kışın ve gecenin içinde, Kendimize bir geçit ararız, Tümüyle ışıltısız gökyüzünde."** Uyku, uyku değil midir yegane yasal ve etkin kaçış, hayat dediklerinden?

O zaman başa dönmek zaruri: "Konfüçyüs de sen de birer rüyasınız ve sizin birer rüya olduğunuzu söyleyen ben de bizzat bir rüyayım. Bu, bir paradoks." Chuang Tzu, II.***

(Görsel, Rene Magritte'e ait, Rüyaların Anahtarı. Açılış alıntısı: Edgar Allan Poe. *Bu An'ı Daha Önce Yaşamıştım, Murat Gülsoy. **İsviçre Muhafız Alayı Şarkısı, Louis Ferdinand Celine'in Gecenin Sonuna Yolculuk romanından epigraf. *** Ursula K. Le Guin, Rüyanın Öte Yakası'nda yer alan epigraf. Yarın rüyadan devam...)

3 Şubat 2012 Cuma

Bisiklet

"Bir adamın damarlarında ne kadar bisiklet olduğu nasıl anlaşılır?"

"Eğer sayısı ellinin üzerindeyse, bunu yürüyüşünden kesinkes anlarsın. Her daim ustalıkla yürür ve asla oturmaz, dirseği dışarıda duvara dayanır ve yatağına gitmek yerine bütün gece mutfakta öylece durur. Eğer çok yavaş yürür veya yolun ortasında durursa yere yığılıp kalır ve başka biri tarafından kaldırılıp harekete geçirilmesi gerekir. Bizim postacının girdiği talihsiz durum işte bu, kendini bu durumdan çıkarabileceğini de hiç sanmıyorum."


(Üçüncü Polis, Flann O'Brien. Çeviren: Gülden Hatipoğlu. Bisiklet ve şemsiyelere bambaşka gözlerle bakmaya hazır olun, Hafiyenin El Kitabı yolda!)

2 Şubat 2012 Perşembe

Kafa

Durmadan kar yağmasının algıda tuhaf etkileri mevcut sevgili okuyucu; sanki gece olduğundan uzunmuş, gündüz de bir rüyanın uzantısıymış gibi... Gerçekle yaşanan yegane temas, karda kaydığınız an duyduğunuz panik belki bir tek; bir süredir bir kar küresinin içine hapsolmuş gibi hissediyorum ki galiba eklemek gerek, kar insanda biraz tuhaf bir kafa yapıyor. Her neyse; düştü, rüyaydı, gerçekti bunlar ile haftaya iştigal edeceğiz; Jedediah Berry'nin Hafiyenin El Kitabı adlı romanını yayına hazırlıyoruz; neyin hayal neyin gerçek olduğunun bu denli birbirine karışması, metnin yan etkilerinden de olabilir. Berry zeki ve oyuncu bir yazar; Hafiyenin El Kitabı ilk romanı ve kendisinin edebiyat sahnesine girişi yabancı basında Borges olsun, Flann O'Brien olsun (Okudunuz mu? Okuyun!), Calvino, Kafka, Ray Bradbury olsun, türlü yazara benzetilmesi ve beğenilmesi ile gerçekleşmiş. Biraz Hollywoodvari bir gelenek bu da; yeni bir yazar bulduk mu, yazarın özgün tarzını bildik birileri üzerinden tanımlamak gerekiyor, benzetme ne kadar absurd ise o kadar iyi ('Matrix ile Ye Dua Et Sev ve Tiffany'de Kahvaltı tarzını birleştiren bir film yapalım; biraz da Rezervuar Köpekleri ile Dövüş Kulübü havası ekleyelim...' Bu slogan bulundu mu stüdyo stüdyo gezilip fikir heyecanla 'satılıyor', Hollywoodvari demem ondan, bir Hollywood geleneği adeta.) Hafiyenin El Kitabı için New Yorker, 'Wes Anderson Kafka'yı sinemaya uyarlasa bu metindeki gibi bir atmosfer ortaya çıkardı,' mealinden bir şeyler demiş mesela; biri yazarın yarattığı havayı David Lynch'e, bir başkası Terry Gilliam'a atfetmiş... Şimdi sadece yönetmenleri ele alırsak, Wes Anderson nere, David Lynch nere dememek elde değil - ve fakat, ilginçtir ki kastedileni, metni okuduğunuzda anlıyorsunuz. Berry, steampunk da denilen bir janr dahilinde, karanlık bir dünya yaratarak algınızı zıplatan bir öykü anlatıyor, benzetildiği yazar ve yönetmenlere, hem benziyor hem de hiç mi hiç benzemiyor. Fazlasını söyleyip okuma zevkini kırmanın alemi yok, yalnız metnin Borges'e kasıtlı bir referans verdiğini belirteyim, bulması artık size kalsın.

Bu arada günlerimiz epey hareketli geçiyor, bilmem farkında mısınız... Paul Auster'ın Türkiye eleştirisi ve yankıları, iyi günlerde Zaytung haberi minvalinde, kötülerde ise karanlık dehlizlerdeymişiz gibi seyreden hayatlarımızı şenlendirmedi değil; aynı esnada Jonathan Franzen, Internet'ten ve e-kitaplardan nefret ettiğini falan açıkladı; öte yandan aksi bir hamleyle Paulo Coelho, SOPA ile ilgili gelişmeleri protesto etme amaçlı olarak kendi e-kitaplarını bedava indirilsinler diye Pirate Bay websitesine verdiğini duyurdu blogundan. Eklemeyi de ihmal etmedi; beğenirseniz satın alırsınız vs. dedi. (Sanki kitap okumuyor, trailer izliyoruz, tadımlık niyetine e-kitap, yalnız tam metin.) Şimdi bu, başlı başına bir tartışma konusu ama; hafızam beni yanıltmıyorsa eğer, aynı Coelho, romanlarının orijinallerinin dijital ortama aktarılması ile ilgili bir sözleşme maddesi ile bağlı olmadığından bunları birkaç sene evvel Amazon'a vermiş ve orijinal dildeki yayıncısını ekarte ederek e-kitap devriminin ilk büyük kazıklarından birini attı diye eleştirilere maruz kalmıştı. O Amazon ki bugün, yayıncı, kitapçı, dağıtımcı vs gibi her türlü aktörü tehdit ettiği endüstride -Hollywoodvari olacak ama- Chucky ile King Kong ve Jaws arası bir mertebeye doğru ilerliyor, ahtapot misali kollarını her yana sarıyor, giderek artan bir nefret dalgasının hedefi haline gelirken geri adım atmayı elbette reddediyor... Bir nevi, 'Eleştirirsen eleştir, bana ne,' tavrı bu da, bilmem tanıdık geldi mi? Her neyse, ne diyelim, en iyisi Hafiyenin El Kitabı'ndan bir düstur ile bağlayalım sözü: 'Tuzak kurmuyorsanız tuzağa düşüyorsunuz demektir. İkisini aynı anda yapabilmek ustalık göstergesidir.'

Günleriniz şen olsun.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Hüküm

"Aslında İstanbul’a korsan DVD almak için geldim” diyen Zizek, reklamların insanlara farkında olmadıkları şeyleri hatırlattığını söyleyerek şunları ekledi: “Reklamcılar, yaptıkları işlerde fantezi ögesini kullansınlar. Bu şekilde anlatmak istedikleri şeyler direkt değil, dolaylı olarak vermiş olurlar. Tüketiciler arzuladıkları şeyleri doğrudan almak istemezler. Örneğin benim favori ürünüm Kinder sürpriz yumurta.”

Bazen bir Zaytung haberinin içinde yaşayıp yaşamadığımızdan emin olamıyorum sevgili okuyucu, ama yukarıdaki satırları Hürriyet'in Ekonomi sayfasından aktardım... Anlam, aradıkça sizden uzaklaşan bir şey; ona da şüpheniz olmasın. Anlamsızlık sadece bizlerin mustarip olduğu bir illet değil elbette, global hükmü var; örneğin bugünlerde Almanya bir kitap yakma tartışmasına kapılmış gidiyor, öyle ki çağrışımlar epey derin. Berlin Bienali kapsamında Martin Zet isimli Çek sanatçı, geçtiğimiz yıl piyasaya çıkan ve büyük ilgi gören (Almanya Kendini Yok Ediyor - Thillo Sarazzin) bir çoksatarın kopyalarını toplayıp yakmayı tasarlıyor; haliyle Nazi çağrışımlarından dolayı bu hareketi kınayan insan sayısı da epey fazla. Öte yandan bahis konusu kitap, ülkedeki göçmen işçilere yönelik nefret söylemine varan iddiaları ile öne çıkmış bir kitap - yakmaya gelince, ortalık karışıyor.Öte yandan kitapların yakılıp yakılmayacağına yönelik bir netlik söz konusu da değil. Sanatçı, bahis konusu kitabın kopyalarını toplayacağına ve 'dönüştüreceğine' dair bir açıklama yapmış, ancak bu dönüştürme hadisesinin nasıl gelişeceği çok açık değil. Söylem çağında yaşıyoruz sevgili okur, ne olduğu değil nasıl söylendiği, nasıl aktarıldığı önemli, yine de Berlin'in orta yerinde binlerce kitabı ateşe atmaya kalkarsanız birilerinin sizi engellemeye çalışacağına şüphe yok, söylem ne olursa olsun. Yazıyı Zizek'ten deli saçması bir beyan ile açmıştık, daha evvel Internet'in bir vakit kaybı olduğunu, e-kitap okuyucu cihazların yanık yakıt gibi koktuğunu öne süren Ray Bradbury'nin (ki Fahrenheit 451, kitap yakma temalı bir başyapıt olduğu için burada anılması gerekti) 2010 yılı sonu itibariyle e-kitap haklarını yayıncısına devrederek lanetlediği yeniliklere teslim olduğunu anımsatarak kapatalım. Devir değişim, dönüşüm ve bir de söylem devri; yukarıdaki alıntı her ne kadar talihsiz olsa da, hükmü yok, hükmü yok...

(Görsel, Günther Uecker.)