28 Şubat 2013 Perşembe

Tutku




Ancak yazarlık bir inziva halidir. Ben bu acı gerçeği fark ettiğimde yıkılmıştım; havalı barlarda takılıp herkese yazacağım romandan bahsedip duracağımı sanıyordum çünkü. Senelerce de öyle yapmıştım aslında, ama eninde sonunda cesaretimi toplayıp bunun nasıl bir şey olduğunu keşfetmem gerekti. Her şeyin ötesinde, (yazar olmak isteyenlere) yazın derim. 

Ve okuyun. 

Yazar olmak isteyen ama kitap okumaya dair hiçbir tutku sergilemeyen insanlar beni hayrete düşürüyor.  

(Irvine Welsh, Siren söyleşisi... Devamı yakında!)

27 Şubat 2013 Çarşamba

Mutlu



Romanı bitirdiğim Erenköy'deki yüksek apartman dairesinden onbinlerce pencere gözükür, büyük bir zevkle paket paket sigara içerek yazdığım gecelerde, vakit ilerledikçe bu pencerelerde yanan televizyonun mavi ışığı kaybolurdu. O zamanlar, sabahın dördüne kadar İstanbul'un sessizliğine kulak kabartıp (uzakta havlayan köpek çeteleri, hışırdayan ağaçlar, polis arabaları, çöp kamyonları, sarhoşlar) istediğim kadar, istediğim gibi sigara içerek roman yazabildiğim için ne kadar mutlu olduğumu şimdi çok iyi biliyorum.

(Orhan Pamuk, Kara Kitap, İletişim Yayınları 10. Yıl Özel Baskısı, Önsöz'den alıntı. Orhan Pamuk, artık Taraf gazetesinde yazıyor, her pazar kendi çektiği bir fotoğraftan yola çıkıyor...)

26 Şubat 2013 Salı

Barış


Oy kullanmaya sabah gittik. Öğleden sonra gitmeyi planlamıştık, anneanneyi ziyaret ettikten sonra. Fakat yedi yaşındaki oğlumuz Lev o kadar heyecanlı ve sabırsızdı ki karıma sabah erkenden gidip bu işi aradan çıkarmayı önerdim. Sabahın yedisinde, hâlâ soğuk olan sokağa çıktık ve ben anne-babamla oy kullanmaya gittiğim ilk seçimimi hatırladım. Yom Kippur Savaşı’ndan sonraydı. Birlikte gitmiştik, fakat onlar bunu fazla büyütmemişlerdi. Beni götürmelerinin nedeni çocuk bakıcısı bulamamalarıydı, ya da onun gibi bir şey. Birlikte perdenin arkasına geçtiğimizde onlarla gururlandığımı hatırlıyorum. Bu işi hayli ciddiye alıyorlardı; doğru oy pusulasını sabırla aradıktan sonra zarfın içine koymuşlardı. Ülkemiz için en iyisini seçmeye çalışıyorlardı, benim için. Dünyada başka hiç kimsenin annemden ve babamdan daha iyi oy kullanamayacağından emindim. İçim rahattı. O zaman, İsrail’in üç yıl zarfında Dünya Güzellik Yarışması’nı, Avrupa Basketbol Şampiyonası’nı ve Eurovision Şarkı Yarışması’nı kazanacağını bilmiyordum. Cüretkâr bir operasyonla Entebbe’deki rehinleri kurtaracağımızı da bilmiyordum. Henüz bilmiyordum bunları, fakat havada parlak bir geleceğin kokusu vardı. Annem ile babam zarflarını seçim kutusunu attıklarında o geleceğe bir adım daha yaklaştığımızı biliyordum.

2013 seçiminin duygusu ise bütünüyle farklı. İran tehdidi büyük kara bir bulut gibi tepemizde; İsrail’in yerleşimleri genişletmek ya da Türk gemisine saldırmak gibi tahrik edici kararlarıyla kendini mahkûm ettiği uluslararası tecrit koyulaşmakta ve geçenlerde ülkenin bütçe açığının maliye bakanının açıkladığı gibi yirmi milyon şekel değil, kırk milyon şekel olduğu ortaya çıktı. Fakat bütün bu varoluşsal sorunlara rağmen, insanlar bu seçime tamamen ilgisiz görünüyorlar. Komşularımız Şefler Yarışıyor finaline bu durgun seçimden daha çok ilgi duyuyor. Sanki kaderimiz hâlihazırda mühürlenmiş; bugün bir başbakan seçmek, buzdağına çarptıktan sonra Titanik gemisine kaptan seçmeye benziyor... Gemi nasılsa su alıyor, yan yatmaya başlamış, dümende kim olduğunun ne önemi var?

Yol boyunca önünden geçtiğimiz panolara Netanyahu’nun, “Güçlü Bir Başbakan–Güçlü Bir İsrail,” seçim sloganı yapıştırılmış. “Zeki Bir Başbakan” değil, ya da şerefli, ya da iyi. Sadece güçlü. Umut yok, yeni bir şiddet dalgasının yolda olduğu vaadi var sadece.   

Yakınımızdaki ilkokulun derme çatma seçim kulübesinin önünde ceplerimde kimliğimi arıyorum ve Lev hayatında ilk kez bana hangi partiye oy vereceğimi soruyor. Ona kendi fikrini soruyorum, o da bir saniye düşünüp, “En çok barış verene,” diye haykırıyor.

“Bu çok güzel bir yaklaşım,” diyorum, “ancak, maalesef, bu seçimde partilerin hiçbiri barış vermiyor, barış umudu bile vermiyor.” Lev biraz daha düşündükten sonra o zaman en çok para veren partiye oy vermemi söylüyor. Öyle bir parti düşünmeye çalışıyorum. Para veren. Sadece hâlihazırda zengin olanlara, ultra-Ortodoks’lara ve yerleşimcilere değil; herkese. Lev yüzümdeki bıkkınlık ifadesini yakalayıp yeni bir öneri getiriyor. “O zaman en hoş olana ver,” diyor. Fakat hoş adayların sayısı o kadar az ki bu seçimde. Ki tuhaf. Çünkü iki-üç işte birden çalışmak zorunda kalan bir halka umut ya da iyi bir hayat vaat edemeyen seçilmiş temsilcilerin en azından hoş olmalarını bekliyor insan.

“Öyleyse en az kötü olana ver,” diyor Lev, çıtayı alçaltmaya hazır. Başımı sallıyor ve kimliğimi seçmen bilgi sayfasında ne yazdığını izah eden tombul kadına uzatıyorum. Sonra perdenin arkasına geçiyor ve en az kötü olduğunu düşündüğüm partinin oy pusulasını seçiyorum. İyi bir öğüt verdi oğlum bana. Henüz iyi bir parti seçebileceğine, öyle bir partinin var olabileceğine inanmayı unutacak zamanı olmamış yedi yaşında bir çocuktan güzel bir öğüt. Belki yedi yaşında çocuklara oy hakkı verirlerse bir şeyler değişir bu ülkede. Başımızda biraz barış ya da en azından barışın mümkün olduğuna dair umut vaat eden, sadece yakınlarına değil halka da biraz daha fazla para veren insanlar olur. Fakat yedi yaşında çocukların oy hakkı yok henüz ve bu son birkaç yıl onların bildiğini neredeyse hepimize unutturdu. 

Zarfı oy kutusuna atıp Lev’e annemin ve babamın neredeyse kırk yıl önce bana gülümsedikleri gibi gülümsemeye çalışırken sonunda çoğumuzun yine en kötüsünü, bize zerre kadar umut vaat etmeyeni seçeceği korkusunu içimden atamıyorum. 

(Etgar Keret, İlk Seçim. Çeviren: Avi Pardo. 27 Ocak 2013 tarihli Akşam gazetesinde yayımlanmıştır.)

25 Şubat 2013 Pazartesi

Çilek



Bir adam, tarlanın birinden geçerken bir kaplanla karşılaştı. Adam kaçınca kaplan onu kovaladı. Bir uçuruma varan adam, yabani bir sarmaşığın köküne tutunup kendini kıyıdan aşağı bıraktı. Kaplan yukarıdan eğilmiş, onu koklamaktaydı. Tir tir titreyen adam, aşağıya baktığında onu yemek için hazır bekleyen bir başka kaplan gördü.

Biri siyah, diğeri beyaz renkli iki fare, sarmaşığı kemirmeye koyuldu. Adam bir çilek gördü o sırada, yakınlarda. Bir eliyle sarmaşığa tutunmayı sürdürürken diğeriyle çileğe uzandı. 

Çilek öyle tatlıydı ki! *

Jack Kerouac'ın Big Sur'ünü yayına hazırlıyoruz, daha evvel bahsetmiştim. 'Gözlerimde çapaklar, derin kederler içinde uyandım' diye başlıyor Kerouac Big Sur'de söze - Yolda'nın yayımlanması ile şöhrete kavuşmuş, onla da kalmamış, Amerika'nın bir dönemine damga vuran Beat efsanesinin peygamberi olarak 'müritlerince' kuşatılmış, hareket zemini kalmamış bir yazarın, Kerouac'ın öyküsü bu. Kırklı yaşlarında şimdi, ama Amerikanın bütün liseli ve üniversiteli gençleri, onun hâlâ 24 yaşında olduğunu ve otostop çektiğini sanıyor. 'Bir hızlı hamle daha, yoksa bitiktir işim' diyerek yeniden yola çıkıyor ve San Francisco'ya uzanıyor; istikamet Big Sur'de, ormanın içinde yalnız kalacağı bir kulübe, denizin sesine kulak vereceği, sağalacağı bir sığınak. Kerouac'ın soluğunu yitirircesine anlattığı, bir büyüme öyküsü aslında... Beat Kuşağı düşünden yaşam kabusuna uyanmanın ya da düşlerden düşlere uzanırken çekilen azapların dökümü - siyah ve beyazdan ibaret olmayan bir dünyada, yaşamın tüm cefaları ve coşkuları eşliğinde. Bu ikisi, yani cefalar ve coşkular, birbirinden ayrı değil, hatta birbirinin aynı, öyle de denebilir.

Ve çilekler öyle tatlı ki...

İyi haftalar dileklerimle.
 
(Alıntı Zen Öyküleri'nden (18), Zen Flesh Zen Bones adlı kitapta yer alıyor. Paul Reps ve Nyogen Senzaki'nin derlemesi, Tuttle Publishing, görselde: Big Sur, Kaliforniya... Big Sur, henüz yayına hazırlanmakta, önümüzdeki ay raflarda. )

22 Şubat 2013 Cuma

N-n-n



Notları kısa kısa geçiyorum bu hafta, zira gündem yoğun.

Elif Batuman'dan burada daha evvel bahsetmiştik; birkaç hafta öncesinden bir söyleşisi var burada, oldukça ilginç. Söyleşi demişken, dün gazeteler Orhan Pamuk'un La Repubblica söyleşisini berbat bir çeviri ve akıllara ziyan twitter sloganları ile servis etmeyi ihmal etmedi; finalde söyledikleri hatrına, söyleşinin bağlantısı burada.

Sizleri bilemem ama benim yapılacak iş listelerimin zaman zaman epey sapıttığı, kontrolden çıkıp arşa değecek gibi olduğu günler yok değil. İbretlik bir paylaşım niyetine, Thomas Edison'unkini burada bulabilirsiniz - pamuk toplama makinesi, körler için mürekkep, elektrikli piyano, işitme cihazı gibi icatlar ile dolu mühim bir çalışma.

Alakasız bir geçiş yapalım: Uçak yolculuklarında sıkılanlar genelde kitap, film sudoku vs. ile uğraşır. Sanatçı Nina Katchadourian, uçak tuvaletlerinde şahane hadiseler gerçekleştiriyor. Bir göz atın derim. 

Bizler bugünlerde Jack Kerouac'ın Yolda'nın devamı niteliğindeki romanı Big Sur'ü yayına hazırlıyoruz. Burada bir başka Beat efsanesinin, Allen Ginsberg'ün objektifinden geçenlere bir göz atabilirsiniz.

Woody Allen ve daktilo ya da bir sadakat öyküsü.

Smiths sevenler için gelsin; Johnny Marr, yeni albüm.

Salvador Dali ve Andy Warhol bir araya gelirse ne olur ya da şöyle soralım: Dali burada ne yapmakta? Cevabı sizlere bırakıyorum sevgili okuyucu.

Sıraselviler üzerinde ilerlerken Alman Hastanesi'nin karşısındaki sokaktan sapın, dümdüz ilerleyin... Sağda, köşede bir güzel sahafa rastlayacaksınız: Sahaf Nazım Hikmet. İstanbul'da yaşıyorsanız bir uğrayın derim...

Son olarak acayip bir çalışma: Elektrobiblioteka!

Notları kapatırken ekleyeyim, yeni playlist: Dipnot.

Baharı bekliyorum sevgili okuyucu. Sizlere iyi tatiller dilerim.

(Görselde, Beyoğlu'nda bir hostel (Chill-out) girişi görünmekte olup, Alice sayesinde yazıda yer bulmuştur, zira Alice dendi mi akan sular durur. En azından buralarda. Hoşça kalın.)



21 Şubat 2013 Perşembe

Yavaş




Bunca zaman ne yaptın, diye sordu Stefan, çünkü İrene'nin gelmesini beklemişti.

İrene şöyle dedi:

Acele etmedim.

(Herta Müller, Tek Bacaklı Yolcu. Çeviren: Çağlar Tanyeri. Görselde, ayağımın uzadığı her yerde karşılaştığım bir sokak sanatı hadisesi: Deniz misin, liman mı?)

20 Şubat 2013 Çarşamba

Son



"... Hem son sayfa dediğiniz nedir ki? Var mıdır son sayfa diye bir şey? Her sayfanın ardından pekala bir diğeri gelebilir. Bir kitabın son sayfası zannettiğiniz, ola ki ilk sayfasıdır başka bir kitabın."

(Ali Teoman, Uykuda Çocuk Ölümleri. YKY.)

19 Şubat 2013 Salı

Aykırı




S: ‘Ahlaka aykırı’ ne demek sizce? Nasıl tanımlarsınız?


Irvine Welsh: Bir yazar olarak benim ‘ahlaka aykırılık’ tanımım, siyasetçilerinkinden farklı. Savaşı, yoksulluk içindeki çocukları, çevre kirliliğini, nesli tükenen türleri, aşırı zenginler ile diğer herkes arasındaki eşitsizlikleri ahlaka aykırı olarak tanımlamaya meyilliyim ben.

Ama sanırım siyasetçiler, romanları ahlaka aykırı buluyor.

(Irvine Welsh ile şahane bir söyleşi gerçekleştirdik, ancak tamamını okumak için biraz beklemeniz gerekecek. Welsh, Porno'dan, aldığı tepkilerden, Grinin Elli Tonu'ndan ve bugünlerde neler yapmakta olduğundan bahsediyor... Az sabır!)

18 Şubat 2013 Pazartesi

Fayda


Yazın hayatım boyunca temsilcim, İsrail'deki ve dünyanın diğer ülkelerindeki yayıncılarım, hatta bankamın müdürü bile kısa öykü yazmayı bırakmamı, roman yazmam gerektiğini söyledi bana - hepsi yanlış bir işe kalkıştığımı düşünüyordu. Ancak sanat söz konusuysa faydacı bir tutum benimsemenin tezat içerdiğini düşünüyorum ben. Ömrümde ilk defa elime bir kalem alıp bir öykü yazdığım zaman fayda ekseniyle yaklaşmamıştım olaya. Karakterler, olay örgüleri ya da yerler yaratmanın pratik ya da rasyonel bir tarafı yoktu - tesisatınızı tamir etmek ya da bulaşık yıkamak gibi değildi bu. *

Cuma günkü NY Times'da yer alan bir makale, kısa öykü alanında bir 'diriliş' gerçekleştiğini ve günümüzün küçük ekranlı cihazlarında okunmaya uygunlukları sayesinde kısa öyküde 'patlama' yaşandığını neşe içinde cümle aleme duyurdu. Öyle ya, akıllı telefonlarımız ve elektronik mürekkepli tabletlerimiz olduğuna göre, kısa öykülere yönelmemiz kaçınılmaz artık, değil mi?

Bir eylemi kolaylaştıran teknolojinin, o eylemin önünü açacağına da kuşku yok elbette. E-kitaplar yaygınlaşmaya başladığında aynı sav, çantalarının ağırlığından dem vuranlarca güdülmüş, koca koca kitapları taşımak yerine tüm kütüphaneyi cihaza 'atmanın' dayanılmaz hafifliğinin altı her mecrada çizilmişti. Evet, matbaa teknolojisi olmasaydı bugünkü okuma alışkanlıklarımız farklı olacaktı, vs. vs. Ama romandan daha kadim bir gelenek olan kısa öykünün cihazlar sayesinde 'patlama' yaptığını iddia etmek için, sanıyorum Amazon'un Kindle Short'ları için gizli reklam yapıyor olmak gerekiyor. 

Yukarıdaki alıntı Keret'in Rain Taxi söyleşisinden, başka mecralarda da roman yazmamış olduğu için karşılaştığı baskıdan bahsetmişliği var kendisinin... Hayat, bütün basitliği içinde türlü kaos barındıran, çok katmanlı bir mekanizma neyse ki, en faydacı bünyeleri bile ters köşeye yatırdığı olur zaman zaman.  

Nedir ki bize faydalı olan? 

Bir bilgi bombardımanı çağında yaşıyoruz; akıntıya kapılıp gitmemek olası değil. Geçen hafta kolesterol ile ilgili yeni savlar ortaya atıldı mesela, kolesterol gizli bir katildi, hayır değildi, hepsi ilaç şirketlerinin yalanıydı, kolesterol yoktu, faydacı doktorlar vardı, hayır yoktu, doğru değildi, kolesterol vardı... Öncesinde, yumurta yemek sağlığa zararlıydı, sonra yararlıydı, sonra tekrar zararlı olmuştu; en son nerede kalmıştık, anımsaması zor. Dünya artık fayda ekseninde dönüyordu, her şey kişinin kendi refahı için olmalıydı, şu olmalıydı, bu olmalıydı, öte yandan neyin ne olduğu, çok da net değildi sanki... 2000'li yılların büyük furyalarından biri sayılacak 'Secret,' bir şatoda oturmak istiyorsak şato resimlerinden bir kolaj yapıp karşımıza asmamızı, bir eş hasretiyle yanıp tutuşuyorsak iki kişilik bir yatak yapıp bir yanında uyuyarak elbet bir gün bize gelecek olan eşin yerini şimdiden açmamızı söylemiyor muydu? Denemesi bedavaydı. Hayal kırıklığının 'somut' bedeli nasılsa saptanamıyordu. Algıda seçicilikle faydacılığa odaklı yaklaşım, el ele vermiş halay çekmekteydi; pozitif düşüncenin önüne kimse geçememekteydi. Allahtan fazla uzun sürmedi, o da tüketildi.

E-kitap gerçeğini Secret'ın yarattığı anlamsız kakafoniye indirgeyecek değilim tabii; faydası, zararı bir yana, salt var olması kullanımını doğruluyor. Ancak insanlar çok, çok eski zamanlardan beri öyküler anlatıp duruyor, formatlar yenilense de öykülerin öldüğü, sonra yine dirildiği falan olmuyor. Tabletler, akıllı telefonlar, bilgisayarlar faydalı cihazlar, ona kuşku yok. Fakat dünya, onlar ne derlerse desinler salt fayda ekseninde dönmüyor, hayat o kadar kolay yapılandırılmıyor, unutmamak lazım.

Haftaya hasta, huysuz ve sert bir başlangıç yaptım. Sizlere esenlikler dilerim. 


(Görselde, -ne için kullandığınıza bakar ama- genelde faydalı bir cihaz sayılacak bisiklet, görece 'faydasız' bir uğraş olan duvar yazısının önünde dinleniyor.)

15 Şubat 2013 Cuma

Not?

Sinema sektöründeki mesaisini adeta bir devlet memuru istikrarıyla sürdüren Woody Allen'dan yeni bir film haberi ile başlayalım notlara: Blue Jasmine! Ben artık Allen'ın hızına yetişemiyorum, sevgili okuyucu, ancak takdir ediyorum. Alec Baldwin ve Cate Blanchett, filmin oyuncuları arasındalar. Gösterim tarihi henüz belli değil, ancak Allen'ın biz bunu izlemeden yeni bir filme başlama ihtimali yüksek. Bu arada unutmadan, bu akşam !F kapsamında bir Woody Allen belgeseli gösteriliyor, meraklılar kaçırmasın. Yönetmen: Robert B. Weide ve IMDB'ye bakılırsa bir sonraki işi bir Kurt Vonnegut belgeseli olacak gibi duruyor.

Eskiler gazetelerde fotoroman okunurmuş ya, gazetesini internetten okuyan kuşaklar fotogalerilere tıklıyor. Fotogalerilerin 'hınzır' başlıklarıyla her 'tık'ta insanı hayattan soğuttukları yönündeki düşüncem, çoğu zaman doğrulansa da, arada ilginç şeyler çıkmıyor denemez...  İşte, buyrun, enteresan bir çalışma, bilim kurgudan ilham alan icatlar.

Komik kadın olur mu? Bu meseleyi ciddi ciddi tartışan zümreler mevcut, biliyorsunuz. Virgina Woolf'un 'komik yanı' bu çizimler sayesinde ortaya çıkmış mesela, Guardian'a bakılırsa. Buna benzer bir 'Aslında Slyvia Plath çok komik bir kadındı' haberi de okudum bu hafta ama korkmayın, paylaşma niyetinde değilim.

Dün Sevgililer Günü'ydü. Dün ayrıca Dünya Öykü Günü'ydü; hafta başında Çinliler, Ejderha Yılı'nın bitmesini ve Yılan Yılı'nın başlamasını kutladılar öte yandan. Günden bol ne var? Ömrümüz bir günden diğerine yol almakla geçiyor. Her neyse, buyrun Hafif Müzik'ten bir 'anti-sevgililer günü' çalma listesi, üzerine Wes Anderson karakterlerinden tuhaf sevgililer günü mesajları, yanına da Huffington Post'un Çin yeni yılı kutlamalarından derlediği fotoğraflar... Kalp, balon, çikolata üçgeninde bunalanlar için ferahlatıcı nitelikler taşımakta bu üç bağlantı. Hani öykü derseniz, dünkü yazıya bir göz atın. Bir çalma listesi de ArtInfo'dan gelsin, a yüzü ve b yüzü ile, aşk.

!F İstanbul başladı. Fatih Özgüven'in Berlin'den İstanbul'a uzanan karışık festival yazısı için buraya buyrun. !F ekibinden yeni tavsiyeler ise burada. Filmler, sinemalarda.

Met-Üst'ten yeni dergi, Ot! Gazete bayinize sorun diyorum.

Yeni bir Banksy marifeti... Rivayet o ki bu duvar, mülk sahibinden iki bin pound karşılığında satın alınmış; satın alanlar duvardaki kesiti çıkaran ekibe yirmi beş bin pound ödemiş ve iş, iki yüz bin pound karşılığında satılmış. Bize de bu bilgiyi aktarmak düştü. Bu vesileyle bari Exit Through the Gift Shop'u -izlememiş olanlara- önerelim.

Hemen herkesin cep telefonu edindiği bir çağda telefon kulübeleri ne işe yarar? Kütüphaneye dönüşmeleri mümkün! Faydalı bir çalışma. New York'a uzanmışken sevgililer günü bağlamında bir başka yaratıcı çalışmanın bağlantısını verelim hemen; Tracey Emin, neonlara yazılı mesajlarını şehrin en işlek meydanına indirecekmiş şubat ayı boyunca... Emin'in Yaban Vatan adlı otobiyografik çalışmasını temin edip okumak isterseniz bağlantı burada.

Irvine Welsh ile teklifsiz bir söyleşi gerçekleştirdik biz bu hafta... Haftaya burada yayımlanacak, şimdiden duyuralım.

Notları kapatalım yavaştan. Haftasonunda ya dinlenelim ya çalışalım... Keyfimiz bilir.

İyi tatiller!







14 Şubat 2013 Perşembe

Yemek Savaşları


Lev’le oturmuş çocuk kanallarına doğru sörf yaparken ekranda Roswell göğünde o güne dek gördüğüm her şeyden daha büyük bir şey belirdi. Yanında duran birkaç kişinin ellerinde kocaman bir mezura vardı ve etraflarını sevinç nidaları atan bir düzine kadar insan sarmıştı. Orta Doğu tuhaflıklar okulundan mezun biri olarak soğukkanlılığımı yitirmeden Bebek Kanalı’nın huzurlu ve aklı başında ortamına doğru ilerledim. Fakat dört buçuk yaşında olan Lev humus tabağına dönüp üzerinde neden bu kadar çok humus bulunduğunu, dahası insanların neden bu kadar sevindiklerini izah etmemi istedi.

Birkaç dakika o devasa tabağı seyredip açıklamaları dinledikten sonra oğlumla edindiğim tuhaf bilgileri paylaştım: Son iki yıldır İsrail ile Lübnan arasında dünyanın en büyük humus tabağı Guinness rekorunu elde etme savaşı yaşanıyordu. Bu iki yıl zarfında rekor dört kez el değiştirmişti ve Lübnan 10.452 kilo ağırlığındaki humus tabağıyla rekoru bir kez daha elimizden alıyordu. Lev açıklamalarımı can kulağıyla dinledikten sonra iki soru daha sormakta ısrar etti. Birincisi, rekor neydi? İkincisi, bu kadar çok humus yapan insanların aslında aç olmadıklarını mı söylemeye çalışıyordum?

“Rekor bir şeyi herkesten daha iyi yapmaktır,” diye izah ettim.   “Herkesten daha hızlı koşmak, herkesten daha yükseğe sıçramak, herkesten daha çok ezberlemek gibi.”

“Ama humus yapmak öyle bir şey değil,” diye ısrar etti Lev. “Bir şeyi çok hızlı ya da yüksek yapmadılar ki. Sadece bir sürü humus yaptılar.”

“Bu doğru,” dedim. “Fakat bir şeyi en hızlı ya da en yüksek yapamayan insanlar da rekor kırmak istiyorlar, bu yüzden Guinness onların kırabileceği rekorlar ekledi.”

“Üzülmesinler diye mi?” diye sordu Lev.

“Evet,” dedim.

Bu yanıt Lev’i Dedektif Ördek Margalit’e dönmeyi kabul etmeye yetecek kadar tatmin etti. Ben de bunu fırsat bilip internette dünya rekorlarının arkasında ne olduğunu araştırmak için gezindim biraz. İsrail ile Lübnan arasındaki yemek savaşının humus sektörü ile kısıtlı olmadığını öğrendim. Bu arada, tabii ki, falafel cephesinde de bir o kadar muazzam ve yağlı bir muharebe gerçekleşmekteydi örneğin. O cephede de Lübnanlılar rekoru elimizden almıştı.

İsraillilerin yorumları bu saçma sapan savaşın kendisinden bile daha abuk sabuktu. Humus satan restoranları boykot etmekten söz edenler bile vardı. “Lübnan gerçek niyetini belli ettiğine göre açık bir biçimde karşılık verip onlara bir mesaj göndermemiz gerekir,” diye yazmıştı biri. Başkaları İsrail’i ve hükümeti durumu anlaşılmaz bir biçimde hafife almakla suçluyorlardı. İsrail Ocak ayında bir önceki rekoru kırdığında iki farklı cepheden saldırıya uğrayacağımızı hesaba katmalıydık görüşü hâkimdi. Ve “Bir Bilen” rumuzuyla yazan biri herkesi İsrail’in pek yakında bir karşı saldırı gerçekleştireceğine temin ediyordu. Yorumları bir kez daha okurken öfke, gurur ve azıcık ironi ile kuşatılmış bir dünyada buldum kendimi. Yazılan her şey samimiyetle yazılmıştı. Sonra odaya Lev’in televizyon programının bittiğini bildiren müzik yayıldı ve beni gerçekliğe döndürdü.

Yatma saati yaklaşmış olan Lev banyoya gitti, fakat sifonu çekeceğine beni küçük bir ziyarete davet etti. “Kakama bak,” dedi, “Büyük görünmüyor mu?”

“Devasa,” dedim kibarca.

“Rekor devasalıkta mı?” diye sordu.

“Olabilir,” dedim telaşla.

“Şu büyük mezuralı adamları çağırtıp ölçtürmeliyiz,” dedi Lev, sifonu çekmeme mani olarak.

Oğlumun büyük bahtsızlığına, çanaktaki su döne döne giderken Guinness Rekor Komitesi orada değildi, fakat biraz gözyaşı döktükten ve özel spor kapaklı bir şişe çikolatalı süt rüşvetini kabul ettikten sonra, dünyanın gayri resmi kaka şampiyonu sakinleşip yatmayı kabul etti. Ben, tabii ki, humus ve falafel rekortmenlerinin dünyasını araştırmaya döndüm.

“Bir Bilen”in gerçekten bir şeyler bildiği ortaya çıktı. Ben oğlumun ölümsüzlük çabalarını baltalarken İsrail, Amerika’nın beklenmeyen yardımıyla, dünyanın en büyük falafel köftesi rekorunu kırmıştı. 40 kilo ağırlığındaki devasa köfte New York’ta, NBA liginde oynayan ilk İsrailli basketbolcu Omri Casspi’nin de katıldığı İsrail yanlısı bir organizasyonda yapılmıştı. Burada da yorumlar, olayın büyüklüğüne uygun bir biçimde, milliyetçi ve ateşliydi. Biri İsrail’in rehavete kapılmadan kendini Lübnan’ın kalleşçe bir saldırısına hazırlaması gerektiğini söylüyordu.

İşte o zaman bana dank etti: O ana kadar bana dünyanın en aptalca şeyiymiş gibi gelen bu yemek savaşları Orta Doğu’ya barışı getirmenin dâhiyane bir yoluydu aslında. Çünkü biz ve düşmanlarımız stresli, doğrucu, intikamcı olmayı sürdürürsek kutsal ulusal öfkelerimizin kanlı savaşlara yol açacağı apaçıktı. Bütün bu negatif enerjiyi onun yerine mutfak savaşlarına yönlendirebilirdik. Sonra silahlarımızı çatala, mızraklarımızı bezelye ezicisine döndürebilir ve ordumuzun dünyanın en güçlü ordusu olmasıyla övüneceğimize, dünyanın en büyük mutfağına sahip olmakla övünürüz. Bu işe yararsa, oğlum 14 yıl sonra askere alındığında tankçı olacağına, yapımında kullanılan bir trilyon yumurtayla bütün rekorları alt üst edip kuzey Afrika diktatörlerini bozguna uğratacak devasa bir tencere şakşuka yapımına katkıda bulunmak üzere Negev’de gizli bir askeri laboratuara gönderilebilir.  

Varlığımıza yönelik tehditle birlikte bütün korkunç savaşlar bittikten ve yerine devasa bir pide anıtı dikildikten sonra, dünyanın diğer uygar halkalarını kendimize örnek alarak yüksek kolesterolden ölebiliriz. 

(Etgar Keret. Tablet dergisinde yayımlanmıştır. Çeviren: Avi Pardo. Humus yapın, savaş değil!)

13 Şubat 2013 Çarşamba

Bilekkesenler



Canıma kıydıktan iki gün sonra kendime burada bir iş buldum, pizzacıda. Pizzacının adı Kamikaze, pizza zincirinin bir halkası. Çalıştığım vardiyanın yöneticisi iyi biri bana kalırsa; kalabileceğim bir yer buldu, aynı dükkânda çalışan bir Almanın yanında. Öyle müthiş bir iş filan değil, ama şimdilik idare eder. Buraya gelince; bilemiyorum, yani eskiden ölümden-sonra-hayat-var-mı saçmalığına girdiklerinde ben hiç kafa yormazdım. Ama size şu kadarını söyleyebilirim; var olduğunu düşündüğümde bile sürekli radar gibi sinyal sesleri ve uzayda uçan insanlar hayal ederdim. Şimdi buradayım ve bilemiyorum, daha çok Tel Aviv’i anımsatıyor burası bana. Oda arkadaşım, Alman olan, buranın Frankfurt’a benzediğini söylüyor. 

Frankfurt da berbat bir yer anlaşılan. 

(Etgar Keret, Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nde yer alan Kneller'ın Mutlu Kampı öyküsünde öte dünyayı kurguluyor. Çeviri, Avi Pardo. Bu cephede bir sürprizimiz var, yakında!)