19 Mart 2015 Perşembe

Gerçek

‘‘Alev yanarken gerçektir, öyle değil mi – söneceğini bilsen bile?’’

Kaltak kelimesinin erkek hegemonyasında kurgulandığı tartışılamayacak dil üzerinden yorumlandığında olumsuz çağrışımları var elbette. Tam da bu noktada romanın söylemi, erkeklerin dahil olmadığı Can Ateşi zemininde, Margaret Sadovsky’yi Kaltak adıyla efsaneleştirerek başkaldırdıkları düzenin hakim unsurlarının olumsuz bir anlam yüklediği jargonu sahiplenerek başkaldırıya, toplumun kadınlara yüklediği geleneksel rolleri redde dair bir sevgi ve saygı ifadesine dönüştürüyor. ‘‘Polisler onu yakaladıklarında, ona sert davranacaklarını kabullenmişti; hatta belki pederinin yaptığı gibi ona vururlardı da… Bir cümleye noktalama işaretlerini koyar gibi. Ama polislerin ona uygun gördükleri hakaret onu yargılama şekilleriydi. Sanki bir sürtükmüş, ucuz bir fahişeymiş gibi…’’(S. 160)
Kaltak Sadovsky asiliği, başkaldırısı, özgürlüğüne düşkünlüğü, naifliği ve doğru bildiği değerlere bağlılığı ile Pal Sokağı Çocukları’nın hassas Nemeçek’inden Mark Twain’in maceracı Huckleberry Finn’ine çağrışımlar yapıyor.  Joyce Carol Oates, Can Ateşi’ni yazarken romantizm ve realizm arasında bir diyalektik oluşturmayı amaçladığını söylüyor. Kaltak Sadovsky bu diyalektiğin, Can Ateşi kardeşliğinin güç odağı ve belkemiği. ‘‘Bu yüzden onu kıskanamazdınız, kıskanamazdınız işte… Onun yaptıkları birçok insanınki gibi silinip gitmezdi... Kaltak, yükseklikten, dalgalı sularda yüzmekten veya Ölümün kendisinden korkmadığı gibi gülünç duruma düşme riskinden de korkmazdı… Maddy’nin hayal etmekten korkacağı şeyleri, kendini bu şekilde ortaya atmayı mesela, Kaltak Sadovsky hiç düşünmeden yapardı. Sizin fark edebileceğiniz bir kuşku duymadan…’’ (S. 11)
Can Ateşi’nin diğer karakterleri Kaltak’ın ışığında neredeyse sönük kalıyor. Ancak her birinin sınırsız bir aşk, inanç ve saygıyla bağlandığı Kaltak kadar ümitsiz ve isyankar olduğu aşikar. Kitabın anlatıcısı, Can Ateşi’nin resmi tarihçisi Maddy belki Kaltak Sadovsky gibi yükseklere tırmanacak, polisle aşık atacak kadar gözü kara değil ama kanı, teri ve gözyaşlarıyla yoğurduğu bir hayat muhasebesinin de altından kalkacak kadar sağlam. ‘‘Çünkü anı yazmak, içinizdekileri santim santim, yavaş yavaş dışarı çekmek demek. Yazmaya başladığımda bunu bilmiyordum, ama şimdi biliyorum.’’ (S. 113) Joyce Carol Oates, Maddy karakteriyle kendisi arasında otobiyografik paraleller olduğunu söylüyor.
Maddy’nin geçmişi epey karanlık… Savaşta yitirilmiş bir baba ve kendi sorunlarını aşarak çocuğuna sahip çıkamayan bir anne ekseninde, Can Ateşi’nin tarihçisi Maddy, dünyada göremediği ışığı yıldızlarda, gök cisimlerinde ve onu büyüleyen uzayın derinliklerinde aramakta ısrarlı. Terk edilmiş bir dünyada yaşayan yitik bir çocuk olarak Kaltak’ın önderliğinde anlamlandırdığı hayatında, insan varlığının kirletemediği bilinmezlerin semalarında önünde uzanan ve değişmez katı gerçeklerin ötesinde bir yanıt arıyor. Yüreğini deşip geçen dünyanın acımasız hakikatlerini, insanlığın milyon yıllık bir tarihçe içerisinde kendisine biçtiği rotanın anlamsızlığını, gökyüzünün derinlerinde yatan sırlar ve Can Ateşi yumuşatıyor. ‘‘Eğer şimdiki ve genç kızlığımdaki hayatım arasında bir bağlantı varsa bunun nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum ve bilmek istemiyorum. Yıllar içinde insan güdüleri, insan eylemlerine, varoluşuna kıyasla daha az ilgimi çeker oldular. Sonuçta yıldızların bir güdüleri yok, ölüm-dalışları bile saf, varoluşun hizmetinde.’’(S. 364) Karanlıkta ve çürümüşlükte parlayan bir ışık Can Ateşi, tıpkı eninde sonunda sönecek bir yıldız gibi… Ama ‘‘alev yanarken gerçektir, öyle değil mi – söneceğini bilsen bile?’’ (S. 365)

Can Ateşi, savaş sonrası Amerikan hayatının karanlığını yansıtmanın ötesinde, dostluğa, sevgiye, umuda ve mücadeleye dair bir roman. Oates’a yapılacak en büyük haksızlık, bu öyküyü, Can Ateşi’nin karşı durduğu güç odaklarının lensiyle bir ilk gençlik macerasından ibaretmişçesine yorumlayarak romanın hareket noktasını doğrulamak olsa gerek. Oates’un feminizmi, bu beş çocuk-kadının romanında saf, hudutsuz ve can yakacak derecede acıtıcı. Can Ateşi, gençliğin aleviyle tutuşuyor ama yükselttiği çığlık gençlere özgü gelgeç hezeyanlardan ziyade büyük düzensizliklerden kaynaklanıyor.

(Baharın eşiğinde biraz nostalji, Joyce Carol Oates ve Can Ateşi.)

18 Mart 2015 Çarşamba

Mağrur


Can Ateşi 1950’li yıllarda Amerika’ya, kadınlar arası dostluk ve dayanışmaya, bireyi ezen bir dünyada kolektif bir yaşama uğraşına dair, mağrur, yoğun ve şaşırtıcı bir roman. Amerika’nın doğusunda, bir banliyö kasabasının yoksul aşağı mahallesinde, onları ezip geçerek çarklarının arasında öğütmeye kararlı bir dünyaya karşı beş liseli kız gurur, öfke, güç ve metanetle kaynaşarak bir isim veriyorlar kendilerine: Can Ateşi. Gençliğin naifliği ve başkaldırının gözü karalığıyla besledikleri Can Ateşi, haşarı bir kız çetesinden ziyade haksızlıklarla dolu bir dünyada her biri için zaruri bir tavır, bir varlık zeminine dönüşüyor. Bu beş çocuk-kadın, yetişkinlerin, en çok da erkeklerin kurguladığı bir düzene, kenetlenmiş ruhlarıyla dimdik ve coşku içinde karşı geliyor. Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden Joyce Carol Oates’un kendi yaşantısından da izler taşıyan bu vahşi ve lirik romanı, büyüleyici bir dostluğu ve dar bir dünyada gururlu bir yaşama uğraşını konu almış. Lirik bir dil ve doludizgin bir anlatımla kurgulanan romanda, Joyce Carol Oates toplumsal adaletsizlikleri yürek burkarak sorguluyor.

Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden biri kabul edilen Joyce Carol Oates, Can Ateşi’nde konu ettiği karakterlere benzer bir zaman ve zeminde, 1938 yılında New York eyaletinin Lockport kasabasında doğmuş. Oates, tıpkı Can Ateşi’nin anlatıcısı Maddy gibi, ekonomik sıkıntılar içinde geçen bir çocukluğun ardından 14 yaşında bir daktilo ediniyor ve onu National Book Award, Heideman, Bram Stoker, Boston Book Review ve Prix Femina Etranger gibi sayısız ödülle buluşturacak yazı serüvenine atılıyor. Amerikan toplumunun karanlık kalbine, gündelik hayatın yürek sökücü ayrıntılarına duyduğu ilgiyi her fırsatta dile getiren bu verimli yazarın yazınını etkileyen unsurlar Franz Kafka’dan James Joyce’a, William Faulkner’den Sylvia Plath’e, Bob Dylan’dan Henry James’e, Alice Harikalar Ülkesinde’ye dek geniş bir yelpazede yer alıyor. Princeton Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık bölümünde ders vermeyi sürdüren Oates’un, 1963’ten günümüze uzanan yüze yakın eseriyle çağımızın en verimli ve dikkat çekici yazarlarından olduğu söylenebilir.
Can Ateşi, beş genç kızın 1950’li yıllarda Amerika’ya dair aşina olduğumuz, çoğunlukla erkek çetelerinin araba yarışı ve mahalle kavgaları eşliğinde kapıştığı filmlerin –Batı Yakasının Hikâyesi, Asi Gençlik, vb- yansıttığı imgelerin aksine beş genç kadının ve arkadaşlarının içinde birey olarak var olamadıkları, erkeklerce kurgulanmış adaletsiz bir dünyaya karşı ortak haykırışı aslında. Asi gençliğe dair basmakalıp bildiklerimize tamamen zıt Can Ateşi’nin gerçekleri. Her biri hayatlarının farklı düzlemlerinde zorlanmış, babalarından dayak yemiş ya da onları hatırlamadıkları bir savaşta kaybetmiş, hayat mücadelesi veren anneleri tarafından ihmal edilmiş, fakirlik ve ümitsizlik dolu hayatlara koşullanmış ve bunlara rağmen önlerinde uzanan karanlığa ve kendilerine biçilmiş rollere isyan eden, karşılaştıkları adaletsizliklerle kendilerince -ve kimi zaman çocukça- ama illa ki mağrur bir biçimde ödeşme ateşiyle tutuşan beş gencin romanı Can Ateşi.  

Çocukluk ve yetişkinlik arasında, ergenliğin karanlık coğrafyasında yitmemek için ayakta durmaya çabalayan bu beş genç kadın kaybedecek hiçbir şeyleri olmamasının verdiği cesaret, hatta sınırsız bir gözü karalıkla bir araya gelerek onlara hükmetmeye ısrarlı bir dünyayla uzlaşmayı reddediyor.  Kendi idealleri doğrultusunda hiç kimsenin buyruğu altına girmeden, doğrularını kimi zaman acımasızca yordamlarla hayata geçiriyorlar. Alelade bir gençlik romanından öte, Can Ateşi erkek egemen bir dünyada kadına dayatılan role, her şeyden öte büyük düzenliklere karşı yükselen naif bir çığlık.
Joyce Carol Oates’un Can Ateşi’nde kurguladığı çocukluk ve yetişkinlik düzlemi arası ergenlik platformu bu çığlığın yükselmesi için ideal bir mecra. Savaş sonrası yaraların henüz sarılmadığı bir banliyö kasabasının aşağı mahallesinde işçi sınıfına mensup ailelerin gelecekleri baştan yitik çocukları olarak, yetişkinlerin dünyasına yöneldiklerinde duydukları yoğun öfke karakterleri birbirine daha da derinden bağlıyor. Biraz ötelerinde yukarı mahallede yaşayan üst sınıfların hayatlarıyla aralarında yatan uçuruma, paranın ve erkin her koşuldaki tartışılmaz gücüne ve tüm bunların ışığında isyan ettikleri dinsel öğretilerin ikiyüzlülüğüne, hatta Tanrı kavramını, hayatın bir anlamı olabileceğini temel alan öğretilerin tümüne karşı yükseltiyorlar seslerini. Ergenliğin tekinsiz dehlizlerinde hayatı tanımaya ve tanımlamaya bir yandan da kendilerine var olabilecek alanlar açmaya çabalayan beş güçsüz çocuk, alt sınıf mensubu olmalarına, cinsiyetlerine ve önlerinde uzanan seçimlerin darlığına aldırmadan birbirlerinin desteğiyle çoğalarak Oates’un usta kaleminde dünyaya karşı kimi zaman doğruluğu tartışılacak eylemlerle muhalif bir tavır sergiliyor. Bu muhalif tavır, yoğun bir çaresizliği gururlu bir varoluş savaşıyla harmanlıyor.

Yazar Joyce Carol Oates, romanın güç odağı Kaltak Sadovsky karakterini mitolojik bir kahramanmışçasına kurguladığını belirtiyor. Margaret Ann Sadosky, arkadaşlarının ona seslendiği lakapla Kaltak, adaletsizliğiyle yüzleşmek zorunda kaldığı bir dünya önünde boyun eğmemekte ısrarlı.

(Kitabın eskisi yenisi olmaz ya, geçmiş yıllarda yayımladığımız Joyce Carol Oates romanı Can Ateşi hakkında bir şeyler yazmışım, o zamanlar kitabın konusundan bahsetme konusunda bugünkü kadar ketum sayılmazmışım... Yarın, Kaltak üzerine düşüncelerle devam.)

17 Mart 2015 Salı

Artış

Barthelme, Pamuk Prenses’te dilin hükümranlığını kırmaya çalışıyor. Metni yinelenen ve yinelendikçe içi boşalan ifadelerle deyişler üzerine fragmansal olarak yapılandıran yazar, içeriği ve üslubu bir kolaj oluşturacak şekilde kaynaştırıyor. “Çöp fenomeni” adını verdiği kültürel hastalığı tanımlarken, ülkedeki kişi başına çöp üretiminin 1920’deki günde 1,25 kilodan, 1965’te günde 2 kiloya çıktığını, ayrıca her yıl yaklaşık yüzde dört oranında arttığını, bu oranın muhtemelen yükseleceğini ve çok yakında yüzde yüz noktasına ulaşabileceğini söylüyor: “Tabii öyle bir noktada sorun, kabul edersiniz ki, bu ‘çöp’ü imha etme sorunundan niteliğini değerlendirme sorununa dönüşür, çünkü sonuç olarak elimizde olan yüzde yüz çöptür, değil mi? Böylece çöp ‘imha etme’ sorunu artık ortadan kalkabilir, çünkü her yer çöp olur. O halde öğrenmek zorunda kalacağımız tek şey onu nasıl belleyeceğimiz – argo oldu ama cuk oturdu buraya.”

(Çöpe dair düşünceler ve Donald Barthelme. Pamuk Prenses'ten günümüze... Barthelme'nin öyküleri, önümüzdeki aylarda Monokl tarafından yayımlanacak. Bağlantıda, bira kutusundan yapılma ev - bugün geri dönüşüme adanmış bir anıt olarak geçiyor.)

16 Mart 2015 Pazartesi

Dalga



Kısa öykü yazmak sörf yapmak gibidir; tahtanı alır, suya girer, dalga çıkmasını beklersin ve tek yapman gereken, aşağı düşmemektir. (...) Sörf yaparken biri size düşmeden daha ne kadar sörfe devam edeceksin diye soracak olursa, umarım bir ay, dersin, anneme eve geç geleceğimi haber verin... Gelgelelim bir noktada dalga tükenir, kendini farklı bir konumda bulursun, bir yere varmışsındır artık - sen tasarlamazsın ama hikaye kendini tükettiğinde (dalga dindiğinde) sona erer.

(Etgar Keret, New Yorker için Donald Barthelme'nin Chablis'ini okuyor ve kısa öykü yazma teknikleri hakkında sorulan sorular karşısında alışık olduklarımızdan farklı, samimi yanıtlar veriyor. Keret'in, dünyada ilk olarak Türkiye'de yayımlanan ve kendi yaşantısından izler taşıyan kitabı Yedi Güzel Yıl, Haziran ayında Amerika'da raflara çıkıyor, kapağı için buraya buyrun. Görsel, Galata civarından. Mor!)  

13 Mart 2015 Cuma

N-n-n

Fantezi kelimesini size ne çağrıştırıyor? Kazuo Ishiguro'nun son romanı The Buried Giant çıkar çıkmaz tartışmalar koptu: Yazarın New York Times'a verdiği söyleşide okurlarının bu fantastik edebiyat unsurları taşıyan romanı 'fantezi' olarak algılamasından çekindiğini söylemesiyle bilim kurgu ve fantastik edebiyat cephesinde ortalık karıştı, devreye giren Ursula K. LeGuin, Ishiguro'nun janrın tamamına karşı önyargılı olduğunu iddia ederek eleştiriler savurdu, Ishiguro da eleştirilere belaltından vuruşlar yaparak yanıt verdi. Nihayetinde bütün bunlar, gazetelerimizde kısacık bir habere dönüştü, haberde Ishiguro'nun henüz roman yayımlanmadan film haklarını sattığı vurgulandı - kuru gürültü üzerinden bir çağ manzarası daha aynaya böyle yansıdı.

İnan Çetin'den Kral için Hologram'a dair bir inceleme. Hologram dendiğinde blog yazarınız gibi ısrarla Obi-Wan Kenobi'yi hayal edenler için gelsin, hologramlı Ralph Lauren defilesi. Defile demişken, tamamen serbest çağrışımla moda damarından devam: Elif Şafak, Narciso Rodriguez ve saykodelik İskandinav heavy metal'i. (Evet, tekmili birden.)

Moda olan gıdalar da var, bilmem dikkatinizi çekiyor mu? Maş fasulyesi istilası, balkabağı içeren tarifler, vs.'nin ardından kinoa, bir süredir chia tohumu ile beraber bilhassa Instagram'da boy gösteriyor - beni pek ilgilendirdiğini söyleyemem, ama işin içine David Lynch girince Lynch usulü kinoaya kayıtsız kalamadım. Lynch'in üzerine Kubrick, Tarantino ve Wes Anderson gelsin - kült filmler ve bilgisayar oyunları.

Satmak ya da satmamak - veya "paranın olduğu yerde mantık aranır mı?"

Üzücü haberleri paylaşmayı sevmiyorum sevgili blog okuru, ama madem fantastik edebiyatla başladık, fantastikle bitirelim: Terry Pratchett'e veda.  Kitapları için, bkz.

İyi tatiller.

12 Mart 2015 Perşembe

Kurtul!

Bahar, sancılı bir mefhum sevgili blog okuru, insanı kıvrandırmadan gelmek bilmiyor, blogdaki gitgellerin sorumlusu da bu olsa gerek, kusuruma bakmayın... Şahsen ben, en çok, zihinsel alanıma sinsi sinsi sızan gündemden şikayetçiyim bu aralar; dünyayla mesafeyi koruyarak yaşamak mümkün olsa da, her zaman kolay değil maalesef. Neyse, soyut boyutlarda sayıklamalara girişmeden evvel, bu ara resmen içimi Paris Review girişiminden, Elena Ferrante söyleşisinden bir kesite yer vermek niyetindeyim; beyaz gürültüden, dinmek bilmeyen parazitten kulaklarınız uğuldamaya başladıysa eğer, ilaç gibi gelecek, emin olun.

Medyanın takıntılı bir biçimde dayattığı, şahısların kendilerine yönelik promosyon gütmeleri hadisesine karşı çıkmayı sürdürüyorum. Bu talep, insan faaliyetlerinin her alanında ortaya konan esas eserin değerini yitirmesine yol açıyor ve evrensel bir şeye dönüşmüş durumda. Medya bir sanat eserini, o eserin ardındaki baş kahramana işaret etmeden ele alamaz hale geldi. Gelgelelim geleneğin, pek çok marifetin, kolektif bir zekanın ürünü olmayan bir edebiyat eseri olamaz. O baş kahramana odaklandığımızda bahsetiğim kolektif zekayı haksız bir biçimde hafife almış oluyoruz - dikkatinizi çekerim, bireyi kastetmiyorum burada. Birey, elbette ki, eser için elzemdir.

Şimdi uzun olduğu söylenebilecek bu yokluk sürecinde, benim için önemini asla kaybetmeyen şey, bu yokluğun bana tanıdığı yaratıcı alan oldu. Bitmiş kitabın benim tarafımdan eşlik edilmeksizin kendi yolculuğunu yapacak olduğu, somut, su götürmez biçimde ben olan kişinin hiçbir şeyinin eserin yanında yer almayacak olduğu -sanki kitap bir köpekmiş, ben de onun sahibiymişim gibi- kanısına varmamla yazma ediminin daha önce hiç aklıma gelmemiş, ancak sarih olan bir yanıyla karşılaştım. 

Kelimeleri kendimden kurtarmışım gibi hissettim. 

Ferrante, her kitabı ardından onlarca mecrada yer alıp aynı sorulara aynı yanıtları vermek zorunda kalanların dünyasında, yıllar süren suskunluğunu bozarak anlamlı bir şey söylemiş...

Kendimizi kurtarmamız gerek kendimizden.

(Ferrante'nin bugünlerde sahaflarda bulabileceğiniz, Türkçeye çevrilmiş tek kitabı Belalı Aşk için buraya. Görselde, bağlam uyarınca Reklam Sökülür, Boşluk Baki Kalır adıyla anacağımız bir kesit, yer: Asmalı Mescit civarları.)


11 Mart 2015 Çarşamba

Ya?





... Peki ya sözcüklerle pek bir şey söylenemiyorsa, ya en iyi sözcük kötüyse (...)

(Herta Müller, çok yakında. Görseller Hacı Mimi civarından.)

10 Mart 2015 Salı

Kapış!

Geçen ayın en çok ses getiren haberlerinden biriydi, Harper Lee'nin yeni bir kitabının yayımlanacağı duyuruldu. Go Set a Watchman adlı kitabın Bülbülü Öldürmek'ten aşina olduğumuz karakterleri de içerdiği söylenince, bilhassa son bir yıldır sırtını 'yeniden keşfedilmiş' klasiklere dayamış olan Amerikan kitap piyasası olmak üzere dört bir yanda büyük bir tantana koptu. Go Set a Watchman'ın Bülbülü Öldürmek'ten önce kaleme alındığı ve esasen, Bülbülü Öldürmek'in ilk versiyonu olduğu açığa çıkınca dahi, heyecan dinmek bilmedi. Lee, okurunun özlediği bir yazardı, hala hayattaydı, ancak on yıllardır basının karşısına çıkmamış, yegane eseri Bülbülü Öldürmek'in ardından yeni bir kitap yazmamıştı - okur, heyecana kapılmakta haklıydı. Öte yandan yazarın, geçirdiği felcin ardından hemen hemen sağır ve kör olduğu belirtiliyordu ve çağın gerçeklerine aşina şüpheciler, bu eski metnin, neden tam da şimdi yayına hazırlandığını, yazarın neden bunca yıl boyunca sessiz kaldığını ve bu yaşında, elden ayaktan kesilmişken onu istismar eden birilerinin olup olmadığını bilmek istiyordu... Bunca özlem, soru işareti, bir de medyanın pek bayıldığı 'geri dönüş' temalı bir öykü söz konusuyken, haliyle kopan gürültü bir türlü dinmek bilmiyordu.

Lee'ye dair son gelişmeyi Guardian'da okudum: Lee'nin suskunluğunu bir türlü kabullenemeyen, Alabama kökenli acar bir gazeteci, yazarın kaldığı huzurevine bir mektup yollamış ve, "Seni istismar etmeye çalışan birilerinin olabileceğini düşünüyorum, kimse inanmak istemiyor buna, fakat ikinci romanın yayımlanacağı duyurusu Tonya Carter (Lee'nin avukatı) ve yayıncının ağzından duyuldu; seni sevenler haberi senin ağzından duymak istiyor, doğrudan, aracılar vasıtasıyla değil," benzeri ısrarlı taleplerini kağıda dökmüş... Harper Lee'nin yanıtı, mektubun üzerine bir satır ekleyerek gönderene iade etmekten ibaretmiş - mektubun bitiminde, siyah keçeli kalemle,

"Defol git!" yazmaktaymış.

Lee'nin yanıtı, elbette ki, 'Acaba notu o mu düştü,' yollu tartışmaların da önünü açtı ya, sanırım bu hikayenin en hazin yanı, yanıtı alan gazetecinin, mektubu çerçeveletip saklayacağını duyurmasıydı. Yıllardır basınla görüşmemiş olan yazardan yepyeni bir cümle - kapışılmaya, açık artırmaya çıkarılmaya, tüketime hazır nitelikte.

Bu ayki Istanbul Art News'a Harper Lee meselesinin ilk perdesini yazdım, detayları orada okuyabilirsiniz.

Görselde, blog yazarınızın pek sevgili nüshası, bugün cildi atmış, sayfaları sararmış vaziyette.

Zaman acımasız.




5 Mart 2015 Perşembe

Tuhaf


Shira Geffen'in Orta Doğu'da yaşamın tuhaflıklarına değindiği filmi Boreg (Self-Made) !f kapsamında gösterildi; bir yerlerde rastlarsanız kaçırmayın. Filmde Etgar Keret'in de -bir görünüp bir kaybolduğu- küçük bir rolü var, özleyenlere duyrulur.

4 Mart 2015 Çarşamba

Bedel

Yağmurluk: 15.000 dolar
Valiz: 10.000 dolar
Seyahat çantası: 5.000 dolar
Süveter: 2.000 dolar
Yağmur şapkası: 3.000 dolar
Tüvit palto: 10.000 dolar
Neal Cassady'ye yazılmış bir mektup: 5.000 dolar
İçki almak üzere yazılmış bir çek: 350 dolar

Toplamda 50.640 dolar ediyor, vergisi dahil.

Johnny Depp'in şahsi Jack Kerouac koleksiyonuna kattığı, yazardan kalma eşyanın dökümü - bu da neyin nesi dediyseniz eğer.

Kerouac'ın mirası çevresinde dönen dram, Kafka'nın el yazmaları hadisesiyle başa baş gidecek nitelikte. Ayrıntılı olarak değineceğim, ama bugün, bu yazıyı, Kerouac'ın yine bir artırma sonucu satılan bir fotoğrafının reklam uğruna geçirdiği evrimle kapatmak zorundayım: Kerouac wore khakis.

Eğer siz de, soluğuyla dünyayı sarsan bir yazar olursanız, günün birinde, çoktan ölmüş olsanız bile, ıvır zıvırınızla açık artırmaların yıldızı olabilir, reklamlarda yer alabilirsiniz. Amerikan rüyası dedikleri bu değil ya, neyse, o ayrıca tartışmaya açık.

Vah vah diyerek bitirelim.








3 Mart 2015 Salı

Kuzey

Geçen haftanın mücevherlerinden: Karl Ove Knausgaard, Viking atalarının izinde. Knausgaard hakkında, geçtiğimiz Temmuz ayında Istanbul Art News'a bir yazı yazmıştım; son yılların en büyük fenomenlerinden birini yaratan yazarın otobiyografik romanı Kavgam için Monokl Edebiyat'ı takip edin.

Knausgaard hakkında bir başka yazı için, K24'e.

Vikingler'den bahsetmişken şu şaheseri de atlamayalım: Viking Dünyası.

2 Mart 2015 Pazartesi

Saymazsak...



Edebiyat ekseninde dünya hallerine değinen blog, blog yazarının dünya halleriyle giriştiği aşırı mesai sonrasında bir haftalık sekteye uğradı, fakat asayiş berkemal, paniğe mahal yok... Şubat ayını ve iki cemreyi geride bıraktığımız yeni ayın ilk haftasında, belki de baharın eşiğinde -tuhaftır, İstanbul'da baharın gelmekte olduğuna dair ilk işaret, sokaklarda ellerinde mimoza demetleriyle dolaşan insanlar; ortalıkta ağaç namına pek az şey olduğu için baharı çiçekçi faaliyetleriyle izlemek mümkün ancak, eğer Burgaz'da yaşamıyorsanız- aktivite devam ediyor. Gerçi dünya gündemi Işid katliamlarından 'elbise'nin ne renk olduğuna yönelik spekülasyonlar arasında gidip gelirken akıl sağlığı seviyesini kestirmek pek olası değil, belki de, evet, hepimiz borderline'ız bu devirde, diğer arazlarımızı saymazsak elbette.

Her neyse.

Çağa özgü çılgınlık notasından devam edelim öyleyse, K24'te rastladım, Nebraska Üniversitesi'nden bir profesör, kırk bir bin üç yüz seksen üç eser inceledikten sonra şu çıkarımı atmış ortaya: "Edebiyat dediğin altı şemadan ibaret." Suyzhet adını verdiği bir yazılımla akıllara durgunluk veren şemalar çıkaran Matthew Jockers, analiz kıstaslarını Vonnegut'un 'Öykünün Biçimi' şemasından ilham alarak geliştirdiğini söylüyor; metodolojisi tartışmaya açık - iddia ise, talihsiz biçimde, bizim topraklarımızda yaşayan bir popçunun topu topu yedi notayla kaç özgün beste yapılacağına yönelik isyanını çağrıştırır cinsten maalesef. Araştırmanın temel önergesi, insanlık deneyiminin temelinde yatan evrensel motiflerin anlatılarda kendilerini tekrarlayarak karşımıza çıktığı ve anlatılanın, bağlam farklı olsa da, hemen hemen aynı motifleri güttüğü yolunda. Jockers'ın yazılım destekli şemaları size bir şey ifade etmiyorsa benim önerim biraz eskilere uzanıp Joseph Campbell'ın anlatıda evrensel temalara odaklanan eserlerine eğilmek olacak, fikirlerine katılmasanız dahi anlatıya veri yığını muamelesi yapılmaması dolayısıyla belki bir ferah nefes alabilirsiniz.

Belki.

Bir elbisenin ne renk olduğu hususunda dahi mutabık kalamadığımız bir dünyada, çıkarımların göreceli olduğunu öne sürmek çok da anlamsız sayılmaz halbuki.

Her şeyin sayısal değerlere endekslendiği bir çağda, saymadan yaşamak mümkün olamaz mı peki?

Son sözüm salt beni bağlar tabii: Dore-açık mavi.

(Görsel, Galata'dan.)