30 Nisan 2015 Perşembe

Manzara









Fuar, kitabevleri ve sokaklara odaklı bir seyahatin son özeti. Tabanlar su toplamadan, ayaklara kara sular inmeden dönme düsturuyla.

Fuarın meyveleri, önümüzdeki aylarda sizin raflarınızda olacak.

29 Nisan 2015 Çarşamba

Koku





Bir seyahatin görsel toplamı... Kitap konuşup kitap düşündüğünüz fuar görüşmeleri bitince kitabevi dolaşmak farzdır. Sokağı koklamadan raflara bakılmaz - Taban tepen herkese selam olsun!

28 Nisan 2015 Salı

Manzara







Londra'dan kitabevi manzaraları... Çeşitli Waterstones şubeleri, John Sandoe Books ve Brick Lane Bookstore'dan kareler ve evet, bir şehre ne kadar yabancı olursanız olun, kitabevi raflarında muhakkak tanıdıklarınız vardır.

27 Nisan 2015 Pazartesi

Gri



Yazmayı öğrenir öğrenmez grafomaniye tutulmuş olmalıyım. Yazma bilmezken bile karalamalarla dolu defterlerim vardı benim. Fakat yaşantımı yazıya adamak istediğimi yirmili yaşlarımda farketmiş olmalıyım sanırım. O zamanlar İspanya'da yaşıyordum; İspanyol işadamlarına İngilizce dersleri vermek, barlarda çalışmak gibi, o yaşlarda insana kati hakikatlarmış gibi gelen klişeler mevcuttu hayatımda. Yine de yazıya asla kariyer olarak bakmadım. İspanyolcada kariyer sözcüğü -carrera- aynı zamanda yarış anlamına gelir - birilerinin kaybedip birilerinin kaybettiği spor müsabakalarında olduğu gibi. Bence edebiyat bu iki uç noktanın (kazanmanın ve kaybetmenin) arasında, gri bir bölgede yer alıyor; dolayısıyla yazmayı kariyerle ilişkilendirmek benim hoşuma gitmiyor. 

Bu, bir uğraş, bir yaşam biçimi.

(Alıntı, Valeria Luiselli'nin Bookweb söyleşisinden; yukarıdaki fotoğraf önceki hafta Londra Kitap Fuarı'nda, Luiselli'nin Pen söyleşisi sırasında çekildi. Valeria Luiselli fuarda Meksika'nın odak yazarlarından biri olarak yer alıyordu, bu vesileyle onu bizzat tanıma fırsatı bulduk. Ulusal Kitap Vakfı'nın '35 yaş altı 5 Yazar' seçkisi kapsamında takibe alınmasını önerdiği bu genç ve yetenekli yazarın Los Ingravidos adlı romanı, sonbaharda Seda Ersavcı'nın güzel çevirisiyle raflarda olacak. İngilizcede Faces in the Crowd adıyla yayımlanan kitap, geçen hafta, fuardan hemen sonra LA Times'ın En İyi İlk Roman ödülüne de layık görüldü, onu da belirtelim.)



24 Nisan 2015 Cuma

N-n-n

Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım. Üzerine, Ömer Erdem'den: O Gizli ve Silinemez Acı.

Henry Miller'ın yüz kitaplık okuma listesi. Grimm Masalları'ndan Huckleberry Finn'e varan, klasiklerle Miller'ın çağdaşlarını buluşturan, yazarın beslendiği yüz güzel eser.

Orhan Pamuk: Anselm Kiefer'in Stüdyosunda Geçen Günüm. Kara Kitap düşkünleri için: 25. Yıl edisyonu. Bir de şöyle bir güzellik vardı, bu vesileyle yeniden hatırlatalım: Kara Kitap'ın Sırları.

Londra hakkında haftaya daha detaylı yazacağım, ama şimdilik, kimi görselleri paylaştığım Instagram hesabının bağlantısını vermek ve ekteki Brick Lane yazısına geçit açmakla yetiniyorum. Bir de bonus: Fanakapan ve muazzam icraatları.

Kapanış, biraz geç keşfettiğim şahane bir kitap ile, Kırlangıç Oyunu ve müthiş çizeri/yazarı Zeina Abirached ile olsun.

İyi tatiller!




22 Nisan 2015 Çarşamba

ara



Blog, Londra Kitap Fuarı dolayısıyla zorunlu bir tatil aldı.

Cuma günü notlarla kaldığımız yerden devam.

16 Nisan 2015 Perşembe

Leke



(Bu ay, Istanbul Art News Edebiyat'ta çağın furyalarından, reklamlarından ve kesif karanlığından bahsettim... Yaşar Kemal dosyasıyla IAN Edebiyat arşivlik, bir göz atın.) 

(...) İçinde yaşadığı çağdan ziyade sonsuzluktan ilham aldığı söylenebilecek olan Borges, eşsiz eseri “Ficciones”de Don Quixote’nin Yazarı Pierre Menard’ı kaleme alırken, yüzyıllar sonra Cervantes’in büyük eserini satır satır yeniden yazan bir kahramanın portresini çizmişti. Ona kalırsa, Pierre Menard’ın, yaşadığı çağ itibariyle Nietzsche’den ya da Bernard Shaw’dan etkilenmiş olması gerektiğinden, metin Cervantes’inkiyle satır satır aynı olsa da, bu iki metnin aynılığından bahsedilemezdi. 1925’i bugün yeniden icat etmenin veya yüzyıllardır kayıp olan bir mezarın bulunduğunu iddia etmenin, burada ima edileni çağrıştırır biçimde, yaşadığımız çağa hakim çöl iklimini ortaya koyan bir tarafı var: Mevcut olan, herhangi bir vesileyle allanıp pullanmadan görünmez halde. Bugünün karanlığında her birimiz, birer Pierre Menard gibi, kendi yaşam öykülerimizi günbegün yeniden kaleme almakla ve kendimizi görünür kılmaya çabalamakla yükümlüyüz, fakat nafile, karanlık pek kesif. Bu noktada çağın karanlığına ayna tutan bir sanatçının, Tim Youd’un yüz kitaplık daktilo projesine[i] uzanmak, hal ve duruma dair daha yerinde bir özet sunacak sanırım: Youd, Hemingway’in “Silahlara Veda”sından Faulkner’in “Ses ve Öfke”sine uzanan yüz çağdaş klasiği, yazıldıkları yerlere giderek, yazarların kullandığı daktilo modellerini kullanarak yeniden yazmakta şimdi; proje kapsamındaki otuz ikinci metin olan Kingsley Amis’in Şanslı Jim’ini satır satır daktilo etmekle ile meşgul bugünlerde. Topluma hâkim yazar fetişinin altını onların kullandığı daktilolarla çizmek arzusunda olduğunu belirten ve kullandığı daktiloyu da ürettiği metinlerle birlikte sergileyen Youd’un yeniden yazdığı eserler, orijinalleriyle birebir aynı, yalnızca bir fark var: Youd, metinlerin tamamını aynı sayfanın üzerine yazıyor. Öyle ki karşılarına geçip baktığınızda üst üste binmiş satırlardan, daktilo mürekkebinden oluşan kapkara bir lekeden fazlasını göremiyorsunuz.[ii] (...)




[i] Taylor, Chris. “Tim Youd Reproducing Classic Novels is not Original – Pierre Menard Came First,” The Guardian, 11 Mart 2015.
[ii] www.timyoud.com

15 Nisan 2015 Çarşamba

Sayı



O günden beri Albu’nun elimi öperken bana söylediklerini ya da şuradan şuraya kadar kaç tane parke taşı, çit tahtası, telefon direği bulunduğunu o hesap defterine yazıyorum. Yazmak hoşuma gitmiyor, çünkü yazılanlar bulunabilir, ama yazılmalı. Çoğu kez aynı yerdeki aynı şeylerin sayısı bugünden yarına değişiyor.

Görünüşe göre her şey olduğu gibi kalıyor, ama sayarsanız öyle olmuyor.

(Herta Müller, Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım. Çeviren: Mustafa Tüzel. Görselde, Kyu Seok Oh'a ait bir yerleştirme: Koyunları Saymak.)

14 Nisan 2015 Salı

Değişim



İlk kocam da dövme yaptırmıştı. Askerden döndüğünde göğsünde bir kalbi delip geçen bir gül taşıyordu. Gülün sapının altında da benim adımı. Yine de terk ettim onu.

Niye bozdun tenini, bu kalp-gül ancak mezar taşına yakışır.

Çünkü günler uzundu ve seni düşünüyordum, dedi, herkes de yaptırıyordu. Donuna yapanlar dışında, her yerde olduğu gibi orada da onlardan birkaçı vardı.

Sandığı gibi başkasıyla beraber olmak değil, ondan uzaklaşmak istemiştim. O, bütün nedenleri içeren bir yanıt istedi benden. Tek bir neden bile söyleyemedim. 

Seni hayal kırıklığına mı uğrattım, dedi, yoksa değiştim mi ben.

Hayır, birbirimizi nasıl bulduysak öyle kalmıştık...

(Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım, Herta Müller. Çeviren: Mustafa Tüzel. Görselde, eski bir Loteria kartı: Yürek.) 

13 Nisan 2015 Pazartesi

Göç



"Okudukça, gelişigüzel kesilmiş fotoğraflardan oluşan bir kolaj beliriyor gözümün önünde. Çok kısa sahnelerden oluşmuş bir montaj izlemiş gibiyim. Herta Müller’in birbirini takip etmeyen cümleleri var: Senfoni başlamadan önce, orkestradaki her bir enstrümanın akort edilirken kendi sesini çıkardığı ana benziyor. Kusursuz bir uyuma çok yakın ama başkaldırmaya her an hazır. Müller’in her cümlesi İrene için yeni bir algıya, yeni bir fark edişe gebe. Her cümle ile İrene, diğer ülkeden şimdiki zamana göçüyor. Bu nedenle, Tek Bacaklı Yolcu, yazıldığı tarihte sıkışıp kalmayan, sürekli yol alan, okurdan okura göç eden bir roman."

(Alıntı, yazılarını büyük beğeniyle takip ettiğim Aysu Önen'in Herta Müller'in Tek Bacaklı Yolcu'su hakkındaki Sabit Fikir yazısından - görselde Herta Müller'in kolaj şiirlerinden biri. Önen'in yazısının tamamı için buraya.)

10 Nisan 2015 Cuma

N-n-n

Cuma notları Nick Cave ile başlasın:

Kusmuk Torbası ŞarkısıÜzerine, Nick Cave ve Warren Ellis, film müziği: Far From Men. Cave'in Türkçe yayımlanan kitapları derseniz Ve Eşek Meleği Gördü burada, Bunny Munro'nun Ölümü ise burada.

Wim Wenders ve Toprağın Tuzu. Üzerine, Tüm Zamanların En İyi Stop Motion Animasyonları - Keret'in Sadece 9.90'a adlı öyküsünden uyarlanan Tatia Rosenthal filmi de burada. Son olarak, Hal Hartley Dünyasından On Unutulmaz Karakter; kişisel favorim: Henry Fool.

Salman Rushdie, kimi klasikleri sevmiyormuş. Internet'in oyununa gelmek? Rushdie'nin pek şahane web sitesi için buraya.

Klasik demişken: Charles Dickens'ın yazı masası. Üzerine, çağdaş yazarların çalışma alanları. Ve dahası...

Panda Bear ve Yengeç Dönencesi. Üzerine, eskilerden gelsin, edebiyattan yola çıkan şarkılar.

Son olarak, hazır bahar da gelmişken, kamu hizmeti niyetine: Günlük Tavşan Dozunuz. Almadan güne başlamayın!

İyi tatiller.



9 Nisan 2015 Perşembe

Gündüz - Gece



Geçen yaz Paul, işten sonra yine yalınayak ve belden yukarısı çıplak halde, ödünç bir pantolonla binmek zorunda kalmıştı motosikletine. Üstünde neyi var neyi yoksa o duştayken ortadan kaybolmuştu - gömlek, pantolon, külot, çoraplar, sandaletler. Soyunma odası ilkbahardan bu yana izlendiği halde, bu, Paul’un bu yaz duştan sonra dördüncü kez anadan doğma kalışıydı. Fabrikada
hırsızlık kötü bir şey olarak görülmüyordu. Fabrika halkın malı olduğu ve insanlar da halkı oluşturduğu için halka ait olan demir, teneke, tahta, vidalar ve tel gibi şeyler oradan alınıyordu.

Sonra:

Gündüz alınır, gece çalınır, deniyordu.

(Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım, Herta Müller. Çeviri: Mustafa Tüzel; görseller: Karl Blossfeldt.)


8 Nisan 2015 Çarşamba

Sağduyu




Sırf en sevdiklerim, tam da onlara tahammül edemediğim anlarda kendi mutsuzluklarıyla yüzleşmesinler diye ne çok yalan söylemem ya da çenemi tutmam gerekmişti. Duyduğum nefretin sonsuza dek sürmesini dilediğimde tiksinti onu yumuşatıyordu. Bir gıdım sevgi ile kendime yönelttiğim onca suçlamanın arasında yeni bir nefreti buyur ediyordum. İş başkalarını sakınmaya geldi mi sağduyum her zaman yetmişti. 

Kendi mutsuzluğum söz konusu olduğundaysa, asla.

(Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım, Herta Müller. Çeviren: Mustafa Tüzel. Fotoğraf: Elif Suyabatmaz.)

7 Nisan 2015 Salı

Sıra



Vatmanın başının etrafında diklemesine daireler çizen iri bir sinek vızıldıyor. Vatmanın koluna konuyor, adam ona vuruyor. Adamın boynuna konuyor, adam ona vuruyor. Vatman ensesine gürültülü bir şaplak atıyor. Sinek kaçıyor, pencere kenarına konuyor. Vatman sineği açık camdan caddeye doğru kovalamaya çalışıyor. Sinek dışarıya uçuyor ve vızıltısı duyulmaz oluyor, raylar sesi bastırıyor. Ne oldu, diyor yaşlı kadın, canın çok sıkkın. Sinek, diyor vatman. Ah, evet, gözlüğümü takmayınca öyle küçük şeyleri göremiyorum. Birazdan sana da konar, diyor vatman. Niye öldürmedin, diye soruyor kadın. Yakalayamaz ki, diyor evrak çantalı adam, onun işi tramvayı sürmek, sinek avlamak değil. Sinek yüzünden raydan çıkarsak fena olur. Bana konmaz, diyerek gülüyor yaşlı kadın, titriyorum böyle. Ne güzel işte, diyor vatman, sineklerden kurtuluyorsun. Hayır, diyor yaşlı kadın, hiç de güzel değil. Yaşlanınca anlarsın. Sivrisinekler gelir yine de, bir de pireler. Benim kanım A grubu, pireler için en iyi kanmış, öyle dedi doktor. Benim kanım AB grubu, diyor evrak çantalı adam. Peki ya hanımefendi, diye soruyor yaşlı kadın, ağzını aralayıp bekliyor. Sıfır, diyorum. Sıfır, çingene kan, diyor yaşlı kadın. Sıfır herkese kan verebilir, ama yalnızca sıfırlardan kan alabilir. Vatman şakağına vuruyor. Leş kargası, diye bağırıyor, git başkasına musallat ol, ben daha gebermedim, bok yığını da değilim. Sineği bize doğru kovalıyor. Biz de daha gebermedik. Burada en genç benim, gebermek söz konusuysa sıra bana en son gelir. Benim de sıfır, diyor vatman. Vızıldayan sinek gözün önünde kayan bir benek gibi camın üstünde dolanıyor. Koca karnı, tıpkı yaşlı kadının kulaklarındaki titrek taşlar gibi yemyeşil parıldıyor.

(Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım, Herta Müller. Çeviren: Mustafa Tüzel. )

6 Nisan 2015 Pazartesi

Delirmeyelim...

İnsan neyle yaşar? Herta Müller, Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım’da, sorguya çağrılı bir kadın kahramanın yolculuğu ekseninde ezici bir devlet düzenini ve düzenin tahakkümü altında verilen yaşama uğraşını sayfalara döküyor. Umudun olmadığı, renklerin tümden griye çaldığı ve her iki kişiden birinin muhbirlik yaptığı bir ülkede delirmeden yaşamak, kahramanın yegâne temennisi haline geliyor. 

Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım, anlatıcının onu sorguya götürecek olan tramvaya binişiyle başlıyor ve inişinden az sonra, bir çıkmazın orta yerinde sona eriyor. Görünürde kısa bir yolculuk bu, bir duraktan diğerine, tramvayın içinde... Ancak manzara, kahramanın geçmişi, kayıpları ve cılız kaçış umutlarıyla şekilleniyor, koca bir yaşamın dökümü kısacık bir tramvay yolculuğuna sığıveriyor. Sevginin nefrete, nefretin şiddete, şiddetin işkenceye, işkencenin bağlılığa dönüştüğü çıkmazlardan oluşan bu coğrafyada atılan her adım, akla düşen her resim kuşkuyu artırıyor, mantığın sınırlarını zorluyor. 

Müller’in Romanya’daki yaşamından belli belirsiz izler taşıyan Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım, adsız bir kadın kahramanın, bitimsiz bir gözaltı sürecinde verdiği yaşam mücadelesini ortaya koyarken bir devrin deliliğini gözler önüne seriyor.

Dosdoğru ilerlermiş gibi görünen bir tramvayın içinde, rayından çoktan çıkmış bir dünyanın üzerinde...


(Çeviri: Mustafa Tüzel, Kapak Fotoğrafı: Elif Suyabatmaz, Kapak Tasarım: Nazlım Dumlu.)

3 Nisan 2015 Cuma

N-n-n

Kitle eğitim silahı olarak kitap: Sanatçı, bu didaktik çalışma vesilesiyle, tank benzeri aracını kullanarak cehaletle savaştığını söylüyor.

Festival zamanı: Edebiyat uyarlamaları için buraya, Ters Ninja'nın sinema yazarlarının önerilerinden derlediği liste için buraya, Fatih Özgüven'in altını çizdiği iki film için buraya. Sinema demişken, Wes Anderson filmlerinde rol alan şarkılar... Spotify'dan bağlantı vermişken ters köşe: Notsohotify. Üzerine, okuma tercümesini perçinleyen melodiler: Evokescape. Böyle bir iddiamız yok ama Grooveshark sayfamızda bizim kitaplarımızın bazılarının çalma listeleri mevcut, oraya da bekleriz.

Bir harf bir şehre, hikâye soyut bir heykele dönüşüyor: Üç boyutlu bir yazı tipinin öyküsü. Mimari demişken atlamayalım: Bana Ait Bir Yer, Michael Pollan: "Bu dünyada herhangi bir ormanın içinde olup ışıkları yanan tüm evlerin, içerdeki bir kişiyi ve yaşanmakta olan bir hikâyeyi ima ettiğini, dolayısıyla benimkinin de bunu yaptığını düşünüyordum."

En Güzel Almanca Kitaplar: SALT'taki tasarım sergisi 4 Nisan'da sona eriyor, süre dar. Kitap tasarımından kitapla tasarıma: Kitapların Sinir Sistemleri. Kapanış için, Hollanda'nın çocuk kitapları.

Kültür-sanat ve magazin: Kim kimin hakkında ne demiş? Üzerine, Frida Kahlo'nun eşyası.

Kapanış için, baharın hatrına: Yalnızca yağmurda görünür olan mesajlar. Üzerine, Görünmeyen Şeyler, infografik.


(Görsel, Galata, Tatar Beyi Sokak civarından... Görünürde bir kol, bir bina, bir inşaat ve duvarlarda bitmiş çimenler - bir sergiden kalanlara yansıyan şehir halleri; kol, Sevil Tunaboylu'ya ait işten. İyi tatiller.)


2 Nisan 2015 Perşembe

Sessizlik



Sessizlik de bir konuşma biçimidir. Bunlar tamamen aynıdır. Dilin temel bir unsurudur sessizlik. Neyi söyleyip neyi söylemediğimizi seçeriz hep. Neden onu değil de bunu söyleriz? Üstelik içgüdüsel olarak yaparız, zira neden bahsediyor olursak olalım, söylediklerimizden fazladır söylemediklerimiz. Bir şeyleri saklamak için değil illa - konuşurken kullandığımız içgüdüsel tercihlere dahildir. Bu seçim kişiden kişiye değişir, öyle ki, aynı şeyi kaç kişi tasvir ederse etsin tasvirler farklı olur, bakış açısı farklı olur. Bakış açıları benzeşse bile neyi söyledikleri ve neyi söylemedikleri konusunda farklı tercihler kullanır insanlar. Doğup büyüdüğüm köyde gayet berrak biçimde görebildim bunu, çünkü oradakiler söylemeleri gerekenden fazlasını asla söylemezdi. On beş yaşımda, ilk defa şehre gittiğimde insanların ne çok konuştuklarına ve söylediklerinin çoğunun gereksiz olmasına şaşmıştım. 

Ve ne çok kendilerinden bahsettiklerine - bu, bana tamamen yabancıydı.

(Herta Müller, Paris Review söyleşisi. Herta Müller'den Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım, yarından itibaren raflarda olacak. Görsel, Anish Kapoor'un Çiçek adlı işinden.)

1 Nisan 2015 Çarşamba

Anlamı?



Birkaç günlüğüne mecburen aldığım kafa molası, bir haftaya dönüştü - rutin akışınız hele bir aksasın, zamanın nasıl akıp gittiğini ve nereye konumlandığınızı anlamak mümkün olmuyor. Velhasıl, uzayda kayıp halde geçirdiğim belirsiz sürenin ardından yeniden karşınızdayım sevgili blog okuru - ve devamlılıktan taviz vermeyeceğimi umuyorum. Neyse, geri geldim anlayacağınız, ama biraz paslı, bugünlerde herkes gibi biraz keyifsiz, biraz da bahar sersemliğinden mustarip haldeyim, notlarım derseniz dağ olmuş, ama bir ucundan tutmak, bir yerden başlamak gerek...

Geçen haftanın en çok ses getiren edebiyat olayı, Cervantes'in kemiklerinin bulunmasıydı sanırım. Çağımıza has bir biçimde, önce türlü beyanat vasıtasıyla kemiklerin bulunduğu manastırın -ücret karşılığında elbette- ziyaretçilere açılabileceği söylendi, sonra bu vesileyle Don Quixote'nin yeniden gündeme gelmesinin ne güzel olduğu belirtildi, vs. Birileri, kemiklerin Cervantes'e ait olup olmadığının yüzde yüz kesinlikle ortaya konamayacağını da söyledi ama, pek kulak asan çıkmadı, ajansların habere, yayıncıların yeni baskılar için yeni vesilelelere, İspanya ekonomisinin itici güce, güncele odaklı kitabevlerinin kitabı yeniden sergilemek için yeni bir gelişmeye, turistlerin yeni selfie'ler çekip paylaşacak yeni seyahat noktalarına, okurların ise biraz heyecana ihtiyacı vardı... Kemiklerin gerçekte kime ait olduğu, ya da, gerçekten bahsederken neyin kastedildiği pek de önem taşımıyor esasında, zira hayatlarımızı şekilleyen tek gerçek var şimdi: Tüketim. Tüketim demişken, bir başka yazarın kemiklerinden yeni kitapların yükseleceği de duyuruldu, Ejderha Dövmeli Kız serisinin David Lagenkrantz adlı bir yazarın kaleminden, yaratıcısı Stieg Larson'un adıyla devam edeceği 'müjdesi' kitap piyasasını 'canlandırmak' gerektiğini düşünenleri sevindirdi.

Bir parantez açayım burada, geçenlerde rastladım, daha önce de bahsetmiştim, romancı Haruki Murakami websitesinde okurlarından gelen soruları yanıtlıyor, sorular da, Güzin Abla klişelerinden tutun ezoterik sayıklamalara değin uzanıyor... Bir okur, sanırım sayıklama bağlamında, romancıya 'hayatın anlamı'nın ne olduğunu sormuş, buyrun cevabı:

"Bu soruya yanıtım 'Bu, öldükten sonra düşünülecek bir şey' olurdu. Halihazırda yaşıyor iken, hayatın gerisinde yatan anlamı görmek oldukça güç. Hepimiz bir şeylerle meşgulüz ve türlü duruma kapılıp gitmiş haldeyiz. O yüzden buna, bu dünyadan göçtükten sonra dilediğimiz gibi kafa yoralım. Sonuca o zaman ulaşmanın çok da geç sayılacağını sanmıyorum."

Kimi zen koan'larında, müridi ustasına benzer bir soru sorar, usta da, şimdi git bulaşıkları yıka, vs gibi bir cevap verince mürit o anda aydınlanır ya... Soruyu soran bu yanıt karşısında ne hissetti bilinmez, ama hayatın anlamını soran kişinin kafasına -elbette ki metaforik olarak- kirli bir çorba kasesi indirmek, bu soruya yanıt benzeri bir şey vermekten daha anlamlı sanıyorum.

Hayatın anlamı? Belki de kemiklerde saklı.

Görselde, kendince bir filozof sayılacak Snoopy, Galata dolaylarında arz-ı endam ederken... Aşağıda, Snoopy'nin gerisinden ayrıntı, karalamalar, belki de hayatın anlamı.