19 Mayıs 2015 Salı

Sonsuz



Onlara kendimce isimler uydurmak, bitkilere daha yakın olmak için atılan adımlardan biriydi, zira onlar nasıl yaşanacağını biliyordu ve ben, bunu bilmiyordum. Ama aşamadığım bir mesafe vardı. Aynısı manzara için de geçerli. Hiçbir zaman manzara karşısında büyülenmedim, onu sadece izledim. Hemen her zaman karşımdaki manzaraların fazlasıyla engin olduklarını düşünmüşümdür - kendimi kayıp hissetmeme neden olur. Manzarayı deneyimlemenin iki temel yöntemi olduğuna inanıyorum ben. Kimileri güvende, emin hisseder. Bir dağın tepesine çıkıp her şeyin kendilerine ait olduğu hissine kapılan insanlar vardır. Oysa ben bir dağın doruğuna çıkıp aşağıdaki vadilere baktığımda kendime bunun muhteşem bir şey olduğunu söylemeyi başaramam. Korkarım, kaybolmuşum gibi hissederim. Manzara beni yutacakmış gibi gelir. Miniminnacık olduğumu düşünürüm, bir karıncadan fazlası değilmişim gibi. Ağaçların çok yaşlı olduklarını, taşların sonsuza değin yaşayacaklarını, suyun akmaktan asla vazgeçmeyeceğini bilirim. Ve kendi bedenimin dehşet verici denli kısa ömürlü olduğunu, bedenimin ödünç alınmış olduğunu düşünürüm. Ve etrafımızdaki diğer her şeye kıyasla, yaşamlarımızın bir andan ibaret olduğunu. Bir tür fanilik bilincidir bu. Çocukken ad veremezdim bu duyguya ama farkına varır, korkuya kapılırdım. Sonsuzluğa uzanan mısır tarlaları... Sosyalist düzende, her şey kamulaştırıldıktan sonra tarlalar devasaydı - içlerine adım attınız mı asla çıkamayacağınızı sanırdınız. 

Buradan çıktığımda yaşlı bir kadın olacağım derdim hep kendi kendime, yıllanmış bir kadın.

(Herta Müller, Paris Review söyleşisi. Görsel, buradan.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder