29 Ocak 2016 Cuma

N-n-n

Notlar alsın yürüsün...

Haftanın en ilginç olayı, yeni çıkacak Orhan Pamuk romanının duyurulmasıydı kuşkusuz... Kırmızı Saçlı Kadın adlı romanın tanıtımı, yazarın ajansının Frankfurt 2015 katalogunda yer almaktaydı, ancak yayımlanma tarihinin 2 Şubat olduğu bu hafta duyuldu ve heyecanla bekleyenlerle okumadan eleştirenler, her mevzuda olduğu gibi burada da kutuplaşmayı ihmal etmedi. (Şahsen heyecanla beklemekteyim, okumadığı kitabı eleştirenlerden hazzetmemekteyim.) Orhan Pamuk demişken, Masumiyet Müzesi Londra'da - Elif Şafak'ın kaleminden daha kapsamlı bir yazı için buraya; Pamuk'un yeni kitabı çıkmadan hemen YKY'den bir şeyler okuyayım diyorsanız ve benim tavsiyeme kulak verecekseniz buraya buyrun. Bu bahsi kapatırken noktayı, serbest çağrışım vasıtasıyla koyayım: Hiçbir şeyi unutmayanlar.

Bu hafta içim daraldıkça bu görsellerle avundum, amme hizmeti olarak sizinle de paylaşıyorum: Winnie The Pooh ve diğerleri. Onlar kesmediğinde bu noktalama işaretleri imdadıma yetişti. Neyse, çok sorunlu bir hafta değildi benim için, dolayısıyla biliçaltımdan notlar burada son bulacak.

Kalabalıkta Yüzler'i okudunuz mu? Çevirmeni Seda Ersavcı'nın Kalabalıkta Yüzler de dahil olmak üzere çağdaş Latin Amerika edebiyatının kimi eserlerini ele aldığı şahane makale için buraya buyrun: Ars longa, vita brevis. 

Pera Müzesi'nde Çehov'dan ilham alan filmler; !f İstanbul'da edebiyat ve sinema buluşması. Bir duyuru da Nisan'daki İstanbul Film Festivali'nden: Akıllara Durgunluk Veren Filmler. Sinema bahsinden sanata uzanalım ve Huffington Post editörlerinin yeni yılda muhakkak tanımamız gerektiğini düşündüğü sanatçılara bir göz atalım: Ocak bitmek üzere, zamana yetişmek şart, benden söylemesi.

Duyuru demişken: Zaman Kitap, 10. yıl sayısı ile bu Pazartesi bayilerde olacak; pek çok değerli yazarın yanı sıra Etgar Keret'in de daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış bir öyküsü, elbette ki Avi Pardo çevirisiyle burada yer alacak: Arşivlik.

Ocak ayının son cumasının notlarını kaparken bir kez daha söyleyeyim; çok, ama çok güzel kitaplar yayımlandı; sene yüksek bir tempoyla başladı... Kitapçınıza uğramayı ihmal etmeyin.

İyi tatiller.

(Görseli tarife gerek var mı? Bowie.)



28 Ocak 2016 Perşembe

Soğuk



New York eyaletinin Northport kasabasında, yöredeki balıkçıların takıldığı Murphy’s ya da Gunther’s adlı bir bar var, ikisi de halen mevcut, herhangi biri olabilir... Zihinde canlandırmak çok da zor değil: alelade bir bar sonuçta, yapış yapış masalar, loş ışık, havada bir bulut gibi asılı kalmış uğultu ve sigara dumanı. Ve bir köşede, pejmürde giysileri ve hırpani paltosu içinde tanıdıklara bira ısmarlatmak için makineli tüfek gibi konuşan beş parasız bir adam – o zamanlar henüz yaşamakta olan bir efsane, Beat kuşağının öncüsü, tam adıyla Jean-Louis Lebris de Kerouac, nam-ı diğer Jack Kerouac... Altmışlı yıllarda, şehir ışıklarından uzakta, küçük bir kasabada.

(...)

Peyniraltı Edebiyatı'nın Ocak sayısında odak yazar Jack Kerouac - ben de yazdım bu ay... Ay bitmeden hatırlatmamı yapayım: Dergiler soluklanma alanlarıdır; sahip çıkın... 

Boğulmamak için tabii, tek sesliliğe mahkum olmamak için, bir de iyi vakit geçirmek için...

27 Ocak 2016 Çarşamba

Başka


Bir hayatı geride bırakmak. Her şeyi havaya uçurmak. Hayır, her şeyi değil: İnsanların arasında işgal ettiğiniz o bir metrekarelik alanı havaya uçurmak. Daha doğrusu: Arkadaşlarla paylaşılan masalardaki iskemleleri boş bırakmak, metaforik olarak değil de gerçek anlamıyla, gerçekten bir iskemleyi boş bırakmak ve arkadaşlarınız için bir boşluğa dönüşmek, çevrenizdeki sessizlik çemberinin spekülasyonlarla dolup genişlemesine izin vermek. 

İnsanların genel olarak anlamadıkları şu: Kişinin bir hayatı geride bırakmasının nedeni başka bir hayata başlamasıdır.

(Luiselli, Valeria. Kalabalıkta Yüzler. Çeviren: Seda Ersavcı. Bir hayatın içinde pek çok ölüm olduğu gibi, pek çok hayat olasılığı da vardır. Kişi, kendini yeniden icat etmek zorunda kalmamış, sıfırdan bile azıyla yeniden başlamaya hiç yeltenmemişse eğer, yeterince yaşamamıştır - güvenli sularda yüzenler, açık denizi bilmez zira. Luiselli, hikaye içinde hikaye anlattığı bu metinde, açık denizlerde yüzmekten bahsediyor aslında, bir kitabın kapağını kapatıp bir başkasının sayfalarını çevirme cesaretinden... Olanca inceliği ve zarafetiyle, mizahtan da nasibini almış bir öykü anlattığı, kurmaca denen şeye, icat etme işine dair.

Ve başka hayatlar, bir kol uzaklığında, raftaki kitapların sayfaları arasında... Görsel, Kampa Müzesi'nin bahçesinden, Prag.)

26 Ocak 2016 Salı

Kayıp


Bir hayatın içinde yığınla ölüm vardır. Genellikle farkına varılmaz bunun; insanın sadece bir kez öldüğüne inanılır. Fakat kişinin her an, sürekli öldüğünü fark etmesi için olan bitene az biraz dikkat etmesi yetecektir. Şiirsel bir ifade değil bu. Ruh şöyledir, ruh böyledir demiyorum; bir gün biri karşıdan karşıya geçer ve bir araba tarafından ezilir, başka bir gün biri küvette uyuyakalır ve bir daha oradan çıkmaz, başka bir gün biri apartman merdivenlerinden yuvarlanır ve beyni dağılır; onu söylüyorum. Çoğu ölüm önemsizdir: Film devam eder. Farkına varılmasa ve etkileri hemen hissedilmese de her şeyin bambaşka bir yola saptığı durumlar dışında... 1928 yazında Manhattan’da ölmeye başladım ben. Tabii ki ölümlerimi benden başka fark eden yoktu; insanlar başkalarının afaki ölümlerini fark edemeyecek kadar meşguldür kendi hayatlarıyla. Ben fark ediyordum çünkü her ölümden sonra ateşleniyor ve kilo veriyordum. 

Bir gün önce ölüp ölmediğimi anlamak için her gün tartılırdım. Ve belki çok değildi ama ürkütücü bir hızda kilo kaybediyordum (gerçek kilomu hiçbir zaman tam olarak bilemedim.) Zayıflamıyordum ama. Sadece kilo kaybediyordum; sanki içim boşalıyor da dışım aynı kalıyordu. Mesela şimdi o kadar şişmanım ki göğüslerim var fakat 1,5 kilo ya var ya yokum. Kedi hesabıyla geriye bir buçuk ölüm hakkım kaldığı anlamına mı geliyor bu, bilmiyorum. Sanmıyorum. 

Sanırım bir sonrakinde temelli öleceğim. 

(Luiselli, Valeria. Kalabalıkta Yüzler. Çeviren: Seda Ersavcı. Görselde yer alan Karamel, blog yazarınızın ev arkadaşı...)

25 Ocak 2016 Pazartesi

Taş-kağıt-makas

“Kitap tıpkı kaşık, çekiç, tekerlek, makas gibidir. Bir kere icat ettikten sonra daha iyisini yapamazsınız.”[i]

Ders kitapları pek çok kati beyanda bulunur; örneğin, şöyle: Düzlemde iki noktadan bir doğru geçer. Oysa hayat, ki bir noktadan diğerine ilerlenen bir düzlem değildir, zaman zaman kati görünen kuralları alt edebilir.

Marcel Duchamp, 1919 yılında, kız kardeşi Suzanne Duchamp’ın Jean Crotti ile evliliğinin ardından çifte bir düğün hediyesi yollamıştır, daha doğrusu, hediyesi için talimatlar göndermiştir: Çift, bir geometri kitabını alıp balkonlarındaki çamaşır ipine asacak ve “rüzgarın böylelikle yaprakları karıştırmasını, kendi problemlerini seçmesini ve sayfaları çevirip yırtmasını” sağlayacaktır. Suzanne Duchamp, talimatları yerine getirir ve çamaşır ipindeki kitabın bir fotoğrafını çeker. Le Ready-made malheureux olarak bilinen eser, sanatçının işleri arasında anılmaya başlarken Duchamp, bunun “hayatın gerçeklerine ulaşan bir deney” olduğunu söyleyecek ve var olan tek kaydı söz konusu fotoğraf olan bu iş, geometri kurallarını yerle bir edemese de düzlem (!) kaydırmanın nasıl bir şey olduğunu göstermesiyle tarihe geçecektir.[ii]

Sonu önceden belli bir deneydir bu: geometri de, tıpkı kağıt -yahut bizler- gibi, zamana karşı koyamaz ve hayatın doğal kuvvetlerine yenik düşer.

Küllerden ciltlere

“Burada kitabını okuyarak sonunu beklemek ne hoştu.”[iii]

Duchamp’ın çamaşır ipindeki kitap bir yana, cenaze kaldırmaya meraklı[iv] yayıncılık endüstrisi yeni yüzyılın başlangıcından beri kağıdın ister istemez öleceğinden ve dijital ortamın matbu kitapların sonunu getireceğinden bahsediyor. Tartışmalar, Google’ın ücretsiz erişim sağladığı kitaplar hakkında 2005’te açılan dava ile iyice alevlense de matbu formatın henüz tarihe karışmayacağına yönelik bir fikir birliğinin oluştuğu söylenebilir; on yıldan beridir süren davanın[v] geçtiğimiz günlerde Google’ın lehine sonuçlanmasına rağmen önceleri kağıdın ölümüne dair şarkılar tutturanlar bugün dijital ile matbunun varlıklarını bir arada sürdüreceği görüşüne kaymakta. Son yılların en büyük fenomeni olan yetişkinler için boyama kitaplarının yalnızca matbu formatta “işlemesi” ise eski teknolojinin dijitale karşı kaydettiği en büyük zaferlerden biri, zira kağıt mamullerinin müzelerde sergilenmesine hazırlanan sektör, bu sayede, yepyeni bir hareket ve gelişim zemini kazandı ve görünüşe bakılırsa, zeminin olanaklarını kullanıp genişletmek varken bir başkasına kısılıp kalmaktan yana değil.[vi] Kağıdın bir ayağı çukurda olsa dahi çağın rüzgarının sayfaları hiç değilse bir süre daha karıştırmayı sürdüreceğine kesin gözüyle bakılabilir. Öyleyse soralım: Bu yeni ve geniş zemin, bizim kitap ve okuma tecrübelerimizi nasıl değiştirir?


(...)


[i] Umberto Eco ve Jean-Claude Carrière. Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın. Çeviri: Sosi Dolanoğlu.
[ii] Roberto Bolaño, 2666’da Duchamp’ı anarak bu ögeyi romanda kullanmıştır. Söz konusu kitap, Rafael Dieste’nin Testamente Geometrico’sudur.
[iii] Tabucchi, Antonio. Düşler Düşü. “Gezgin Yazar Robert Louis Stevenson’ın Düşü” adlı öyküden. Çeviren: Semin Sayıt.
[iv] Romanın ölüp ölmediğine dair tüm o tartışmaları anımsayın.
[v] Davacı: Author’s Guild, davalı: Google.
[vi] Bu yeni düzlemde dijital ile kağıdı birbirinden ayırmaktansa buluşturmak ve mecrayı böylelikle derinleştirmek daha karlı görünüyor. Boyama kitabı fenomeninde son büyük telif satışı, cep telefonlarında epey popüler olan Candy Crush boyama kitapları ekseninde gerçekleşti, Wattpad ve benzeri dijital platformlarda milyonlara ulaşan eserler ise -Grinin Elli Tonu örneğindeki gibi- matbu kitap yayıncılarına yeni mecralar açmakta.

(Takip ediyor musunuz bilmiyorum, ama neredeyse iki yıldır Istanbul Art News Edebiyat'ta yazıyorum - dijitali bulunmayan matbu bir platform olarak IAN, önümüzdeki ay şapkadan yeni bir tavşan çıkaracak, önden haber etmiş olayım. İyi haftalar.)


22 Ocak 2016 Cuma

N-n-n

Seda Ersavcı çevirdi, biz yayımladık: Valeria Luiselli'den Kalabalıkta Yüzler. Şimdi tüm kitapçılarda.

Kitaplar ve Oscar: Hangilerini okudunuz? Üzerine, Sundance 2016'da merakla beklenenler. Ardından, tamamen serbest çağrışım: selfie değil görçek!

Gözlerim yaşardı, ilahi istatistik: 2015'te kitap üretimi arttı, Türkiye'de kişi başına 8 kitap düşüyor. Üzerine, yasaklı kitaplar. Ardından, Obama ve Bill Gates ne okuyor? (Toplu taşımada gördüğüm yabancıların bile ne okuduğunu merak etmekle birlikte bu adamların ne okuduğu hiç ilgimi çekmiyor, niçin merak konusu olduğunu anlamış değilim.)

Pj Harvey'den yeni albüm: Nisan ayında. Öncesinde kitap vardı, o da burada.

David Bowie'nin plakları; David Bowie'nin kitapları... Bu bahis üzücü, devamı yok.

Madem ki her şey fosile dönüyor: Öyleyse, gelecek fosilleri. Üzerine, Ekaterina Panikanova'nın eski kitaplarla işleri. Aşağıda, benim geçmişimden kalma pek kıymetli bir fosil: View-master.

Geçmiş ve geleceğimize sahip çıkabilmemiz umuduyla, iyi tatiller.







14 Ocak 2016 Perşembe

Ev


Bazen şarap alırdım ama tek bir oturuşu bile çıkaramadan bitiverirdi. Sırasıyla ekmek, marul, peynir, viski ve kahve biraz daha fazla giderdi. Ve bu beşinin dayandığı sürenin toplamından biraz daha uzun dayanan iki şey vardı: yağ ve soya sosu. Ama mesela kalemler ve çakmaklar, bireysel iradeleriyle mutlak özerkliklerini ilan etme derdindeki inatçı ergenler gibi bir var bir yoktu. Ev eşyalarına bel bağlamanın doğru olmadığını bilirdim; bir şeyin sessiz varlığına alıştığınız an, o şey ya kırılır ya da ortadan kaybolur. Çevremdeki insanlarla olan bağlarım da aynı geçicilik nitelikleriyle mimlenmiş durumdaydı: Onlar da ya kopar ya da ortadan kaybolurlardı. O dönemden bana sadece birtakım konuşmaların yankıları, zihnimde dönüp duran fikirler, bir de hoşuma giden ve ezberleyinceye dek tekrar tekrar okuduğum şiirler kaldı. Gerisi teferruat. O hayata dair anılarım daha kapsamlı olamaz zaten. 

Aslen yapı iskelelerinden, iskeletlerden, boş evlerden ibaretler.

(Valeria Luiselli, Kalabalıkta Yüzler. Çeviren: Seda Ersavcı. Okur yazara, yazı hayata, hayat kitaba dönüşür, hayat katman katman soyulabilir. Görselde: Tatar Beyi Sokak, Galata - Sevil Tunaboylu'ya ait işten kesit.)

13 Ocak 2016 Çarşamba

Efsun


Kimi kitaplar, hele de okuruna küçük sırlar ifşa eden, sır paylaşan kitaplar, insanı heyecanlandırır. Bu gibi kitaplardan bahsederken aslında onlardan tüm ayrıntılarıyla "bahsetmemek," birilerine önerecek olursanız sırları ele vermemek şarttır. İtiraf etmem gerek ki Kalabalıkta Yüzler, bu nedenle hakkında yazarken zorlandığım bir metin; zira hem ona dair pek çok şey söylemek istiyorum, hem de kendime mani oluyorum. Belki, bütün iyi niyetimle, tek söyleyebileceğim şu olabilir: Okuduğunuz takdirde siz de bu duyguları taşıyacak, bu kitabı bir başkasına önerirken siz de konusu hakkında ketum kalmayı tercih edeceksiniz.

Bazı kitaplar efsunludur ve onlarla organik bağlar kurduğunuzda siz de tuhaf şeyler tecrübe edebilirsiniz. Algınız, size dokunan bir mevzuda hassaslaştı mı, başınızı çevirdiğiniz her yerde zihninizdeki satırların yankılarını görebilirsiniz... Luiselli, satırlarının yankısının nereye düşeceğini nokta atışlarıyla tayin edebilen bir yazar - Bu kitap hayatınızı değiştirecek deme cüretini elbette ki göstermeyecek olsam da Kalabalıkta Yüzler'in bazı şeylere bakış açınızı muhakkak zenginleştireceğini söyleyebilirim sanırım. Kuru bir bitkiye bakış açınız, mesela, değişebilir:

(Aşağıdaki paragraf, Luiselli'nin Bomb söyleşisinden ve kuru bir bitki ekseninde kitap ile yazar arasındaki münasebetle ilgili bir şeyler ifşa ediyor, sır vermeden ancak o kadarını söyleyebilirim.)

Yaşadığı binanın dışında durmuş, sokağın yirmili yıllarda nasıl göründüğünü hayal etmeye çalışıyordum. İhtiyar bir adam binadan içeri girdi, ben de peşine takıldım. Dairlereden birine girdi adam, bense çatıya çıktım. Orada, bir saksının içinde kuru bir bitki buldum ve onu alıp evime götürdüm. Meksiko'ya taşınmaya karar verene değin bende durdu. Şehri terk etmeden önce Princeton'da yaşayan arkadaşlarıma götürüp bıraktım onu. Kısa keseyim - onlar da bitkiye bir süre baktılar ama sonra boşandılar. 

Bitkiyi ne yapacaklarını bilememişler, o yüzden onu bir mezarlığa, sanırım Einstein'ın kahyasının mezarına bırakmışlar.  

İki artı ikinin dörde denk geldiği, günbatımıyla gün doğumu saatinin bilindiği ve ölüler mezarlarda yatarken yaşayanların sokaklarda gezindiği hususunda herhangi bir şüpheye mahal olmayan "gerçek"
dünyada belki tam da bu gereklidir bize, kuru bir bitkinin bir zamanlar taşımış olduğu canı anımsamak... Belki kuru bir bitkiyi alıp çalışma masamıza koyacak, hatta sulayacak olursak, anlattıklarına kulak vermeyi başarabiliriz. Ve belki, belki ne anlattığını duyarsak, kayıp olduğuna hükmedilmiş diğer seslerin de yankılarının çoğaldığına tanık olabiliriz.

Hem, sayfalarını karıştırdığımız kitaplar da bitkilerin, cansız bitkilerin hikmeti değil mi nihayetinde?

Kalabalıkta Yüzler.

Cumaya tüm kitapçılarda.

12 Ocak 2016 Salı

Kahraman




Hayatım boyunca oradan oraya savrulduğum için bir gözlemcinin işgal ettiği yere konumlandım. Belli bir mesafede durmayı öğrendim her şeye karşı - ve gözlemleyip anlamlandırdığım sırada kendimi bir parça görünmez kılmayı seçtim. Kati bir mesafe değil ama, zira yeni bir sosyal ortamda ayakta kalmak için irtibat halinde olmanız gerekir. Mesafe yine de. Bulunduğum yerlere ya hep yeni gelmiştim ya da oralardan ayrılmak üzereydim; ve bu ara durum, hayaletleri akla getiren bu statü hem insanlar hem de mekanla ilişkilerimde belirleyici oldu. Böyle bir bakış açısıyla yazmak müthiş bir engel ya da muazzam bir fırsat sayılabilir, nereden baktığınıza göre değişir bu. Okura tamamen dünyevi bir duygu aşılayan bir roman yazmayacağım ben asla ya da bir yere, bir topluluğa, bir yaşam tarzına dair derin hakikatler sunamayacağım. Gelgelelim ben her zaman, kolaylıkla, başkalarının yerine geçebilir ve dünyaya onların gözlerinden bakabilirim. Benim gibi daimi yabancılar sahiptir bu yetiye. Kendilerini kolayca silebilir ve dünyaya usul usul bakabilirler, içine karışma hevesi duymadan. 

Ana kahramanlar gibi değil de, başkalarının yaşamlarını kayıt altına almakla görevliymiş gibi.

(Valeria Luiselli, Rumpus söyleşisi. Kalabalıkta Yüzler, cuma günü tüm kitapçılarda.)




11 Ocak 2016 Pazartesi

Kalabalık


Bir falcı, bir bardak duru suya baktığında ya da rüyaya yattığında geleceği görebilir belki; peki kurmaca yazarı, boş sayfaların başına geçtiğinde karşısında uzanan manzara ona ne gösterir?

Sürprizi bol, yaratıcılık damarı son derece kuvvetli bir kitap hazırladık biz bu ay: Çağdaş Latin Amerika edebiyatının yeni kuşağında yer alan en özgün yazarlardan birinden, Valeria Luiselli'den Kalabalıkta Yüzler. Bir şair hakkında bir roman yazan bir çevirmene dair bir roman ilk bakışta, ama kimin şair, kimin yazar ya da romanın hangisi olduğu, bakış açınıza göre değişebilir. O bakış açısı ki, nerede durduğunuzla alakalı olarak, hayal oyunlarını gerçek sanmanıza da yol açabilir. Falcıların görebildiklerini iddia ettikleri geleceği anımsamak mesela, belki sadece, ama sadece kurmaca yazarına nasip olabilir.

Kalabalıkta Yüzler, adını Ezra Pound'un yazdığı bir şiirden alıyor; hayatının bir kısmını bir kafese tıkılı geçirmiş bir şairin, günün birinde yaşadığı sarsıcı bir olay ardından kaleme aldığı bir şiirden. Rivayet o ki, Pound, metroya binecekken birkaç ay önce savaş alanında can vermiş olduğunu bildiği arkadaşı, heykeltıraş Henri Gaudier-Brzeska'yı görmüş - kalabalık trene üşüşmüş ve Pound, arkadaşının izini kaybetmiş. Bir sütuna yaslanan şair, yere çökmüş ve bir şiir yazmaya başlamış; uzun, upuzun bir şiirmiş bu ve Pound, her gün aynı noktaya giderek onun üzerinde çalışmış, şiiri arkadaşını gördüğü an kadar kısa, bir o kadar da vurucu kılmak için uğraşmış. Bir aylık bir çalışmanın sonunda iki dizeden oluşan bir şiir varmış elinde; arkadaşının yüzü kalabalıkta bir belirip bir kaybolmuş belki ama yazı, her zamanki gibi, kalmış.

Luiselli, adını Ezra Pound'un şiirinden alan bu romanda, bir zamanlar New York'ta yaşamış bir şair hakkında bir roman yazan ve New York'ta bir yayınevi için çalıştığı günlerde başından geçenlerle hesaplaşan bir kadın kahramandan yola çıkıyor. Yol çatallandıkça anlatılanlar da kendi patikalarını çiziyor ve zaman ile mekan, anlatıcı ile anlatılan, yalnızca kurmacada mümkün olabilecek şekilde birbirine karışıyor. Sayfaların iki boyutlu düzlemi, son yıllarda uluslararası arenada büyük ilgi gören bu genç yazarının kaleminde hayranlık uyandırıcı, baş döndürücü bir derinlik kazanıyor.

Geleceği anımsamak... Kurmacanın tüm olasılıklarına dair bir roman bu ve hakkında yazı yazmak, gündelik hayatta tecrübe ettiğiniz sarsıcı, bir deprem kadar sarsıcı ânı, betimlemeye benziyor.

Şiddetle tavsiye ediyorum: Bu kitabı okuyun.


8 Ocak 2016 Cuma

N-n-n

Yılın ilk -tam- haftasına hızlı bir başlangıç: yeni çıkanlarda yok yok, yeni sene bereketli olacak gibi görünüyor, kitabevinize uğramayı ihmal etmeyin - benden söylemesi. Okumak demişken: istatistiksel bir çalışmaya göre Türkiye'de kadınlar erkeklerden, evliler bekarlardan daha çok okuyormuş ama mesela "Roman ve hikâye okumanın zaman kaybı olduğunu, insanın işine yarayacak ve bilgi edinecek kitaplar okumasının faydalı olduğunu" söyleyen kesim yüzde 16'yken kitap okuyanların yarısı "hayat görüşü ile aynı doğrultuda” kitapları" tercih ediyormuş... Muhafazakar okurlar için gelsin öyleyse, tek kitaplı kitapçı. Üzerine, dünyanın en hızlı okuyan insanları. Ardından, eski bir haber: Malatya'da kitap okuma rekoru denemesi - aynı anda sesli kitap okuyan bir stadyum dolusu insan fakat kitap neymiş, onu belirten yok, zaten amaç kitap değil şov, o ayrı. Şov demişken buraya buyrun, Frankfurt Kitap Fuarı kapsamında kitaplarla domino. Sanırım en iyisi başta söylediğime, yani yeni çıkan kitaplara dönmek, rekorlar skorculara kalsın.

Kayıp zamanın izinde çizgi roman ve Özge Samancı: Meltem Gürle'nin yazısı için buraya, Kaya Genç'in New Republic'te yer alan yazısı için buraya, kitap hakkındaki New York Times makalesi için burayaBant Dergi söyleşisi içinse buraya buyrun.

Bu yıl beyazperde uyarlamalarını izleyeceğimiz kitaplar: Dave Eggers, Kral için Hologram ve önümüzdeki aylarda yayımlayacağımız Çember ile listede. Benzer bir derlemeyle devam: bu defa TV uyarlamaları, Sabit Fikir'den. Üzerine, sinema tarihinin en aykırı filmleri, bir liste. Liste demişken bir başkası, oldukça ilginç, sanat eserlerinden ilhamla çekilmiş filmler. Bu bahiste son olarak: !f'in müzik filmleri: Janis Joplin, Kurt Cobain, Blur ve daha neler neler, !f'in Spotify çalma listesine de bir göz atın isterseniz: Music for sweet & beautiful people.

Akıllara durgunluk veren eski bir haber: "Sex Pistols üyelerinin bir zamanlar yaşadığı evin arkeolojik değerinin, ilk insanların çizimlerinin bulunduğu Fransa’daki Lascaux mağarası kadar büyük olduğu öne sürüldü." Sex Pistols'ın 70'lerde kiraladıkları evin duvarlarına yapılmış resimlerden bahsediliyor haberde. Orijinali şurada ve daha mantıklı - resimler pek etkileyici değil ama olsun, Punk ölmediği sürece dert tasa gerekmez.

Kapatırken: Bant Dergi'de 2015'in İz Bırakan Kitapları - benimkiler de burada.

İyi tatiller. (Görsel Frankfurt'tan, Hauptbahnhof civarı.)


6 Ocak 2016 Çarşamba

Sözdizimi


Cümlelerin soru işaretlerine ihtiyacı yok. Yazılış biçimlerinden hangilerinin soru olduğu anlaşılır. Sözdiziminden. Bu yüzden soru işaretlerine ya da ünlemlere ihtiyaç duymuyorum. Onları tamamen gereksiz buluyorum. Ortalığı karıştırıyorlar sadece ve (sayfada) yerleri yok. Tırnak işaretleri mesela. Metin bu işaretlerle dolup taştı mı berbat oluyor. 

Nihayetinde nerede bir diyalog olduğunu anlayabilir insan.

(Herta Müller, noktalama işaretlerinin bazılarına başkaldırırken... Alıntı: Paris Review. Görsel: Berlin.)

5 Ocak 2016 Salı

Tutun!



O dar boğazdan geçeli çok uzun zaman oldu gerçekte. Bir daha asla yaşanmayacak. Bu düşüncenin aslında beni hüzünlendirmesi gerekir, fakat hüzünlü değilim şimdi. Hüzünlü olmam için pek çok sebep var; on yıllık önsezilerim gerçekleşiyor. İnsanlık tarihindeki en düşük noktalardan birindeyiz. Ufukta herhangi bir umut işareti görünmüyor. Dünyanın tamamı kıyımla kan dökmekle meşgul. Tekrar ediyorum - hüzünlü değilim. Dünya kan banyosu yapadursun - ben Poros'a tutunacağım.

(Marousi'nin Devi, Henry Miller. Çeviren: Avi Pardo. Çarkları kanla dönen bir dünyada bile tutunacak şeyleri bulanlara, zihin manzarasına sahip çıkanlara selamlarla...)

4 Ocak 2016 Pazartesi

Serbest



Yılın ilk pazartesisi ve yılın ilk büyük haberi telifsiz eserler cenahından geliyor: 2016 yılında iki metin, Adolf Hitler'in Kavgam'ı ve Anne Frank'ın Hatıra Defteri, telifsiz eser kapsamına girerek kamu malı oluyor... Yılın ilk büyük ironisi ya da Fortuna'nın cilvesi, ne derseniz deyin, bu iki metnin de basımına yönelik tartışmalar şimdiden alevlenmiş vaziyette ve kolay kolay dineceğe benzemiyor.

Hatırlarsanız geçen yılın ilk haftası, bu topraklarda bir Küçük Prens çılgınlığı yaşanmasına vesile olmuş ve meyve kokulusundan özlü sözlüsüne Küçük Prens'in çeşit çeşit edisyonu kitabevlerini doldurmuştu. Yaşamını İkinci Dünya Savaşı sırasında kaybetmiş olan Antoine de Saint-Exupery'nin ölüm tarihi olarak varsayılan (zira kaybolmuş, naaşı bulunmamıştır) günün üzerinden yetmiş yıl geçmesiyle dileyenin kitabı dilediğince basmasına olanak tanıyan yeni statü, okuru binbir seçenekle baş başa bırakıyordu: o çeviri mi, yoksa bu çeviri mi; ciltli mi yoksa ciltsiz mi; kokulu mu ya da kokusuz mu derken Küçük Prens, herkes için, dileyen herkesçe basılabilen bir eser olarak zamane çölünün manzarasında belirdi. Bunca seçenek olunca hangi edisyonun daha "doğru" olduğu da irdelendi ve hatırlarsanız en büyük tartışmalar, metinde geçen Türk diktatör ibaresinin Türkçe çevirilerde yer alan uyarlamaları ekseninde dönmekteydi: diktatör, büyük bir önder, dediği dedik bir Türk lider, dediği dedik sınırsız yetkili bir Türk başkanı, otoriter bir Türk lider, vs. 
Bu yıla Hitler ve Anne Frank'ı buluşturan bir bağlamda girmek varmış kaderde - bir diktatörü katlettiği milyonlarca candan biri ile buluşturan düzlemde... Anne Frank Vakfı, Anne Frank'ın babası Otto Frank'ın Hatıra Defteri'nin üzerinde yaptığı değişiklikleri sebep göstererek babanın da telif hakkı olduğunu ve telif süresinin babanın ölüm tarihine göre hesaplanması durumunda metnin ancak 2037 yılında yayımlanabileceğini söyleyerek itirazda bulunduysa da henüz bir gelişme kaydedilmiş değil ve eser, bu haftadan itibaren resmen kamu malı statüsünde - telif statüsünün uzatılmasından yana olmayanlar, Otto Frank'ın Hatıra Defteri'nin yazarı olarak eklenmesi girişiminin metnin değerini düşüreceğini ve vakfın kendi çıkarlarını gözetmekte olduğunu iddia etmekte.  

Hitler'in durumu ise daha karmaşık: savaşın bitiminde eserin telif hakkına el koyan ABD, hakları Bavarya eyaletine devretmiş. O zamandan bu zamana, resmen yasaklı olmayıp telifinin Bavarya eyaletinde bulunması dolayısıyla basımı engellenen metnin eski edisyonlarına (sahaf kanalıyla) ulaşmak mümkünse de (kütüphanelerde kilit altında tutulan nüshaları da özel izinle incelemek mümkünmüş) telifin kalkmasıyla yeni sayfaların açılacağına kesin gözüyle bakılıyor - yapılan ilk duyuru, açıklama ve dipnotlarla bezeli bir edisyonun Ocak ayının ilk haftasında kitabevlerine dağıtılacağı yönünde. Çağdaş Tarih Enstitüsü (IFZ) tarafından yayımlanacak bu edisyonun ilk baskısı dört bin adet olarak belirlenmiş; kitabın, kitabevi vitrin ya da masalarında, diğer kitaplarla beraber sergilenmemesine yönelik birtakım dayatmalar getirildiği ve metnin, ırkçılığa zemin tanıma amaçlı değil Alman tarihinin karanlık bir dönemine ışık tutması adına yayımlanacağı söylenmekte. Metin nasıl bir çerçeve içine alınırsa alınsın bu girişimle Hitler'in sesinin yeniden yükselmesine neden olacağını iddia edenlerin sayısı hiç de az değilken Almanya, sıfır saatinin ilanından yetmiş yıl sonra, bir kitabın kapağını kaldırarak kendiyle yüzleşmeye hazırlanıyor ve o kapağın altından ne çıkacağı konusunda mutabakata varılmış değil. 
Yazıyı bir Kafka alıntısı ile bağlayayım: "Yılların azizliği."

İyi haftalar. 

(Alıntı, Taşra'da Düğün Hazırlıkları'nda yer alan Altıncı Oktav Defteri'nden; çeviri: Kamuran Şipal. Görseldeki kapı, Berlin, Prenzlauerberg civarından - Yazı kalır.)