31 Mayıs 2016 Salı

Mesafe


Her gün 116. Cadde'deki metro istasyounda tartılıyordum. Tartıdaki sayı gitgide düşüyordu; o sevimsiz memur takım elbisesinin altında yavaş yavaş yok olup gidiyordum ancak çok güzel bir kıza şişmanladığımı, artık neredeyse gerçek bir erkek olduğumu anlatan mektuplar yazıp benimle evlenmesini söylüyor, daha fazla karşı koymamasını rica ediyordum. Yalanlar uyduruyordum: 57 kilo. 58 kilo. (...)

Aslında yazdıklarıma ben bile inanmıyordum ama New York'ta umutsuz bir şair olma fikri hoşuma gidiyordu. Sefil bir hayat sürüyordum, gelgelelim bu, hoşuma gidiyordu. Nesneler ve insanlarla arama neredeyse metafiziksel bir mesafe koyuyordum ama bu, hoşuma gidiyordu. Kendimi bir hayalet gibi hissediyordum ve bu, her şeyden çok hoşuma gidiyordu.

(Luiselli, Valeria. Çeviren: Seda Ersavcı. Görsel, Giphy'den.)

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Zaman

Bir yılın neredeyse yarısını devirmişiz sevgili okur, zaman koşuyor ve sanırım, bize de kaldırdığı tozu yuta yuta peşi sıra koşturmaktan başka bir iş kalmıyor. İnsan, takvimle haşır neşir olunca mecburen bir muhasebe, bir özet derdine düşüyor, zamanı geriye dönük olarak irdelemeye çalışıyor - tersi de mümkün tabii, geleceği biçimlendirmeye yönelik adımlar atmak da olası ve sanıyorum, daha sağlıklı. Geçen yıl yine bu sayfalarda paylaştığım ve IAN Edebiyat yazılarımdan birinde bahsettiğim Gelecek Kütüphanesi'ni, Margaret Atwood'un öncülüğünde yazılıp teslim edildikleri tarihlerden yüz yıl sonra yayımlanmak üzere bir yerde saklanan metinleri anımsarsınız belki, işte, benzer bir damar açtığı izlenimiyle karşımıza çıkan John Malkovich, yönetmen Robert Rodriguez ile birlikte çektikleri 100 Yıl isimli filmin, bu tarihten tam yüz yıl sonra gösterileceğini duyurdu ki bu bağlamda, bahsettiğim meseleyle alakalı gibi geliyor kulağa... Rodriguez şöyle demiş hatta: "Bu 'anında tatmin' ekseninde dönen dünyada, dilenen şeyi anında izlenebilirken şimdiye değil de geleceğe dönük bir iş yapsak nasıl olurdu?" İnsan, bu beyanın naifliğine, ne bileyim, 1980'lerden falan kalma aydınlık fütürizmine saygı duyacak oluyor neredeyse (öyle ya, yüz yıl sonrasında dünyanın dönmeye devam ettiğini, nükleer savaş vs yaşanmadığını, uzaylı istilası olmadığını ve filmin herhangi bir bağlama illa ki oturacağını vs. varsaymak şart) - sonra tabii haberin devamını okuyor ve filme, yüz yıl boyunca yaşlandırdığı konyaklarıyla övünen bir konyak firmasının sponsor olduğunu öğreniyorsunuz, işte, bunlar tam da zamanımıza uygun hareketler, aydınlanmalardan aydınlanma beğenme çağına hoşgeldiniz, vs. vs. - gel gör ki geleceği biçimlendirmek derken kasıt bu değildi.

Madem haftaya bir takım kolpacılık bahisleriyle başladık, o zaman en gerçek sağlama ortamlarının kitap sayfaları olduğunu ve bir kitabın, denize atılan bir şişenin içinde barınan bir kağıt parçasından daha uzun ömürlü ve direngen bir zaman yolcusu olduğunu anımsatalım - kimi zaman unutuluyor ne yazık ki.

Kitabına da bağlı elbette, ama insanlar okudukça kitaplar kalır.

Yüz yıl sonrasında, yahut öncesinde.

İyi haftalar.


27 Mayıs 2016 Cuma

N-n-n

N-n-n!

Geçenlerde not düşmüştüm, sona kalanlar için tekrar hatırlatayım: IAN Edebiyat'ın Mayıs sayısı, geçmişten bugüne fanzin dosyası ile müthiş; kaçırmayın, alın, okuyun, saklayın; bir örnek dergilerden sıkıldık diye ağlamayın, kendi yayınızı kendiniz yaratın (kolay iş değil, ona göre.) Bu bağlamda geçmişi anımsamak isteyenleri şuraya alalım, şuraya da fanzin derlemesi yapan bir hesap koyalım - Ben en son şurada bol miktarda bağımsız yayına rastladım; paylaşmak istediğiniz bağlantılar vs. olursa bu post'un altına yorumlarınızı beklerim. Belki bir gün, doksanların sonlarında tek kişilik dev kadromla yayınladığım kendi fanzinim ZineK'i de sizlerle paylaşabilirim - henüz hazır değilim.

Man Booker International, bu yıl Han Kang'ın Vejetaryen'ine gitti. Bir bölümüne buradan ulaşabileceğiniz büyük övgü toplayan Vejetaryen, önümüzdeki aylarda April tarafından yayımlanacak. Yakında yayımlanacak olan kitaplardan bahsederken Knausgaard notunu da düşmeyi ihmal etmeyelim: Yeni kitaptan bir bölüm burada. Yayımlanmasını beklediğimiz kitaplardan bölümler bahsini, Nobelli Svetlana Aleksiyeviç'in yeni yayımlanacak kitabının İngilizce edisyonundan bir parçayla kapatalım: İkinci El Zaman.

Geleneksel Taht Oyunları notlarımıza gelelim: Hodor! Üzerine, beşikten mezara kahramanlar. Burada da böyle bir çalışma vardı. (Yazara neden bu kadar çok kişi ölmek zorunda diye sormuşlar, yazar, her insan ölmek zorunda diye yanıtlamış, buyrun.) Gelenek damarını izleyeceksek burada J.K. Rowling'e geçmem gerek aslında; biliyorsunuz, Rowling'in herhangi bir konuda bir demeç verip haber olmadığı bir hafta bile geçmiyor, ben de notunu düşüyorum, son olarak Donald Trump ve ifade özgürlüğü hakkında bir şeyler söylemiş kendisi ama bağlantı vermeyeceğim, zira hem sıkıldım hem de yazarımı biraz daha sessiz, biraz daha gölgede kalan haliyle sevenlerdenim.

Son olarak bir duyuru: Siren'in artık müstakil bir Instagram hesabı var, bizi bulun ve listenize ekleyin... Sonrası belli mi olur, biraz oturduktan, sayımız çoğaldıktan sonra oraya özel kimi güzellikler, sürprizler gelişebilir - haber vermiş olayım: Buradayız, bekleriz. (Hesapta rastladığınız kediler sanat yönetmenimiz Nazlım Dumlu'nun dostları - gördüğünüz gibi kadromuz kalabalık... gerçek kediler ve gerçek kitaplar. Aşağıdaki görselde Ziggy ve Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım.)

İyi tatiller!




26 Mayıs 2016 Perşembe

İthaf



Kendi kitaplarım yayınlanmaya başlamadan önce sadece tanıdığım insanlara hediye olarak aldığım kitaplara ithaf yazısı yazardım. Sonra günün birinde kendimi kitapları kendileri satın almış olan, tanımadığım insanlara ithaf yazısı yazarken buldum. Seri katil ya da kerameti kendinden menkul bir başkası olabilecek bir yabancının kitabına ne yazılır? "Dostlukla" desem yalan olacak; "Hayranlıkla," inandırıcı değil. "En İyi Dileklerimle" fazla babacan; ve "Umarım Kitabımı Seversin!" büyük U'dan ünlem işaretine değin pislik sızdırıyor. Bu yüzden, on sekiz yıl önce kendi tarzımı yarattım; kurmaca kitap ithafları. 

Kitapların kendileri kurmaca iken ithafları neden gerçek olmak zorunda? 

(Neden? Etgar Keret makul bir soru soruyor. Alıntı, Yedi Güzel Yıl'dan; çeviren, elbette ki Avi Pardo. Yedi Güzel Yıl, yazarın kendi yaşantısından kesitler içeren otobiyografik bir yapıt; Keret'i daha yakından tanımak isteyenlere şiddetle tavsiye olunur. Görselde Yoshimoto Nara'nın atarlı çocuklarından biri, kara kara düşünmekte.)

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Semt







Herkesin bir muhiti, bir semti vardır sanıyorum, kendini oralı saydığı, uzaklaşsa da ruhen kopamadığı... Pek çok farklı adreste ikamet etmiş olan blog yazarınızın mesela, oturmuş olsa bile yaşadım diyemeyeceği semtler olduğu gibi, hiç oturmamış olmasına rağmen yaşadığı semtler vardır. Beyoğlu, bu ikinci grupta birincidir; kahır çekmiş, çekilen nice kahırlara usul usul eşlik etmiştir. Burası kaçak çatılara bakarken betonun içinde bitip yanlamasına göğe uzanan çimenleri görerek gülümsemektir, kişisel tarihçeni o mekanın köşesinden bu mekanın kıyısına çizebilmektir, her gün geçtiğin sokaktaki kargacık burgacık duvar yazısını ilk defa okumak, günışığının hangi mevsimde nereye düşeceğini kestirmektir. Beyoğlu, her şeyiyle ve her şeye rağmen yaşayan, soluk alan ve meydan okuyan bir semttir; AVM de kondursalar, dört bir yanı dönerciyle, hamburgerciyle de doldursalar özündeki çeşitliliği bastırmak kolay değildir; o, bizim bir tanemizdir.

Neyse, eğer İstanbul'daysanız, önümüzdeki birkaç gün boyunca BeyoğluFest kapsamında pek çok etkinlik var ve Siren de Beyoğlu odaklı bu dayanışmaya destek veriyor. Festival biletinizle bize uğrayacak olursanız kitaplarımızı birkaç günlüğüne yüzde otuzluk özel fuar indirimimizle temin edebilirsiniz, haber vermiş olalım.

Görselde, birtakım Beyoğlu enstantaneleri...

Bekleriz!




13 Mayıs 2016 Cuma

N-n-n

Hafta boyunca, okuduğunuz kitapların arkalarındaki kahramanlardan birini, Seda Ersavcı'yı tanıttık sizlere. Bahsi kapatıp notlara geçereken ilk duyurumuz, Seda Ersavcı'nın en son yayımlanan çevirisi olsun öyleyse: Öğle Yemekleri. 

Birtakım değişikliklerin damga vurduğu bir haftaydı bu geçtiğimiz. İdefix'in sitesi, Instagram'ın logosu ve tasarımsal bazı nitelikleri değişti; bunlar hususunda fikir belirtecek değilim ama mesela şöyle bir haber var ve insan bazı değişiklikleri ancak algoritmalara yorabiliyor.

Bu ayki IAN Edebiyat, dehşet bir fanzin dosyası hazırlamış. Mondotrasho'dan Laneth'e ve bugüne, yaratıcılığa değil tektipleşmeye bel bağlayan günümüz dergiciliğine inat çeşitlilikleriyle fanzinler, derginin dosya konusu. Derya gibi bir sayı olmuş, oku oku bitmiyor. Gerçi Ahmet Tulgar'ın 'Khlebnikov, Murat Belge ve Ben' başlıklı yazısı, bu sayıyı arşivlik kılmak için yeter de artar bile - altını daha fazla çizmem olası değil sevgili okur: Bu sayıyı alın, okuyun, saklayın. Khlebnikov demişken, işitsel 'tadımlık' için buraya. Kapanış: fütürizmde yeni sayfalar.

Bağlama ihtiyaç duymadan düşülecek not: Nordik filmler gösterimde. Finalde: İçinizdeki kapitalisti dizginleyin! Eğer bu mümkün değilse her şeye fiyat etiketi üzerinden bakmaya devam edin, mesela şuradaki gibi: Game of Thrones ve emlak maliyetleri.

Bu cuma notlar burada biter. Sizleri saygıyla selamlıyorum.

(Görselde Hırdavatçılar Çarşısı, Karaköy.)


12 Mayıs 2016 Perşembe

Her zaman

"Şayet kendini roman yazmaya adıyorsan zamanı ikiye katlamaya da adıyorsun demektir."


Kör olduğumu söylüyorlar ama o da doğru değil: Yalnızca siliniyorum, fakat sizler beni her zaman görebileceksiniz.



Ben yüzü olmayan bir adamım. 


Bir hayatı geride bırakmak. Her şeyi havaya uçurmak. Hayır, her şeyi değil: İnsanların arasında işgal ettiğiniz o bir metrekarelik alanı havaya uçurmak. Daha doğrusu: Arkadaşlarla paylaşılan masalardaki iskemleleri boş bırakmak, metaforik olarak değil de gerçek anlamıyla, gerçekten bir iskemleyi boş bırakmak ve arkadaşlarınız için bir boşluğa dönüşmek, çevrenizdeki sessizlik çemberinin spekülasyonlarla dolup genişlemesine izin vermek. İnsanların genel olarak anlamadıkları şu: Kişinin bir hayatı geride bırakmasının nedeni başka bir hayata başlamasıdır.



(Luiselli, Valeria. Kalabalıkta Yüzler. Çeviren: Seda Ersavcı. Çizimler: Seda Ersavcı.)

11 Mayıs 2016 Çarşamba

İpuçları

(Pazartesi günkü Seda Ersavcı sohbetimiz, kaldığı yerden devam ediyor.)

Valeria Luiselli’nin bir sonraki kitabı Dişlerimin Hikayesi’ni de sen Türkçeleştireceksin ve kitap önümüzdeki yılın ilk aylarında okuruyla buluşacak. Luiselli ile tanışmamış okurlara ne demek, bu yazar ve eserleri hakkında ne söylemek, onu nasıl tanıtmak istersin? 

Luiselli için ilk aklıma gelen kelime “şaşırtıcı” sanırım. Heyecan verici ve sürprizli. Oldukça genç bir yazar. 1983, Meksika doğumlu. Çocukluğunu hep başka başka ülkelerde geçirmiş, lisans öğrenimi bile üç ayrı ülkede tamamlamış bir isim. Ve daha şimdiden bol ödüllü! Kurmacayla gerçekliği iç içe geçiren, hatta kurgunun dokusunun gerçekliği değiştirebildiğini gözler önüne seren, edebiyata yeni bir soluk getiren bir yazar Luiselli. Ben bunu hakikatle didişmek olarak tanımlıyorum. Bir şekilde hayata ve ölüme meydan okumak olarak görüyorum. Zaten bana en çarpıcı gelen yanlarından biri de tam olarak bu sanıyorum. Öte yandan Luiselli’nin bir hiciv ustası olduğunu da düşünüyorum. Belki bunun Dişlerimin Hikâyesi’nde bir nebze daha ön plana çıktığını söyleyebilirim. Bir de Dişlerimin Hikâyesi’nde de Kalabalıkta Yüzler’deki gibi yine pek çok çarpıcı isimle karşılaşacağımızın ipucunu verebilirim. Proust, Unamuno, Marilyn Monroe, Virginia Woolf gibi isimler bize satırların arasından göz kırpıyor olacak…

Son soru İspanyolca edebiyatla ilgilenen okurlar için gelsin: Bize, bu alanda belli başlı isimler bir yana, kimleri muhakkak okumamızı, kimleri gözden kaçırmamamızı tavsiye edersin? 

Belli başlı isimlerden sadece iki tanesinin adını geçireyim o halde: Cervantes ve Borges. Onlar olmasa İspanyolca edebiyat bugünkü halini alamazdı şüphesiz. Şahsen kafayı taktığım diğer
isimlere gelecek olursak: Javier Marías. Büyülü geliyor bana. Gerçek bir dil ve kurgu ustası olduğunu düşünüyorum. Beni gerçekten heyecanlandırıyor, ağlatıyor, güldürüyor. Enrique Vila-Matas. Tuhaf bir deliliği, çarpıcı bir zekâsı olduğunu düşünüyorum. Iskalanmaması gereken isimler arasında yer alıyor benim gözümde. Deliliğin sınırlarında gezinen, “ölçüsüz” olarak tanımlayabileceğim
bir edebiyat anlayışı olan bir diğer isim Juan Carlos Onetti. Sanırım ister yalın bir dille olsun, ister kurgunun sınırlarını zorlayarak, hayata kafa tutan isimleri seviyorum ben. Hayatı olduğu gibi aktarırken bile hayata kafa tutanları… Latin Amerika Edebiyatı’nın genel eğilimin biraz bu olduğunu düşünüyorum. Kurgunun yanı sıra kurgu dışı eserleriyle de zihin açıcı olduğunu düşündüğüm Ernesto
Sabato var mesela sevdiklerim arasında. Daha genç kuşak isimlerden ise Alejandro Zambra’yı ve Emiliano Monge’yi dikkate değer buluyorum. İnsanı yüzleşmeye iten isimler hepsi. Son olarak, artık klasik diye tanımlayabileceğimiz diğer bir isim olan Roberto Bolaño’yu da es geçmemeli tabii ki.

(Görselde Seda Ersavcı'nın Türkçesiyle Kalabalıkta Yüzler ve yine onun elinden çıkma mini kitap maketleri. Ersavcı'nın çevirilerini burada bulabilirsiniz.)


10 Mayıs 2016 Salı

Gölgeler


Bir gün, sonbaharın başına doğru, kasvetli bir yüzü ve göz altı morlukları olan kadını paralel tren
yolculuklarımızın normalde bize olanak sağladığından daha uzun süreliğine görebildim. 



... İşte o esnada arkadan, bitişik rayda ilerleyen başka bir tren gelip bizimkinin tam yanında durdu. Karşımdaki vagonda o kadın oturuyordu; başını cama yaslamış ve zeytin yeşili, kumaş bir şapka takmıştı, düğmelerini boğazına kadar iliklediği kırmızı bir palto vardı üzerinde. Beyaz ciltli bir kitap okumaktaydı. Başımı hafifçe eğerek başlığı okudum. İspanyolcaydı. Şaşırmıştım. “Toplu Eserleri.” Kadın birisinin kendisine bakmakta olduğunu fark edip başını kaldırdı; kocaman gözleri ve gözaltlarında kocaman halkalar vardı. Treni hareket edinceye kadar yapay ışığın parlak hüzmeleri altında gözleri kamaşmış iki hayvan gibi birbirimize bakakaldık.
Bütün romanlarda ya birileri ya da bir şeyler eksiktir. Bu romandaysa kimse yok. Bir zamanlar ara ara metroda gördüğüm bir hayalet dışında.

(Alıntılar: Luiselli, Valeria. Kalabalıkta Yüzler. Çeviren: Seda Ersavcı. Çizimler: Seda Ersavcı.)

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Çevirmen - Seda Ersavcı

Sesi ile metne hususi bir dokunuş katan çevirmenler vardır: Seda Ersavcı, kanımca, onlardan biri. İspanyolca ve İngilizceden çeviri yapan, metne can vermekle kalmayıp çevirmeyi seçtiği kitaplarda editöryel bir hassasiyet gözeten, dolayısıyla çevirdiği bir eseri beğendiyseniz gönül rahalığıyla izinden gidebileceğiniz, pusula seçtiğiniz takdirde nice şahane keşifler yapabileceğiniz bu yetenekli çevirmeni ben, bir okur olarak, çok sevdiğim bir kitap, Figueras’ın Kamçatka’sı (Doğan Kitap) sayesinde tanımıştım... İyi ki tanımışım. Valeria Luiselli’nin Kalabalıkta Yüzler'inin üzerinde böylelikle birlikte çalıştık. Yaratıcılığıyla yeteneği bir yana, üzerinde çalıştığı kitaplara dair coşkusuyla Kalabalıkta Yüzler’in tüm zor ve zorlu hazırlık süreçlerini beraberce, keyifle, neşeyle, zevkle yürüttük. Masamızda bir başka kitap, yine Luiselli’nin Dişlerimin Hikayesi var şimdi ve ben sabırsızlanmaya başladım bile. Bu hafta boyunca sizlerin de bu müstesna çevirmeni tanımanız için Kalabalıkta Yüzler'in ekseninde gelişen sohbetimizi paylaşacak, bu sayfaları çeviri haricinde çizim, heykel, minyatür kitaplar vs. gibi işleri de olan Seda Ersavcı'ya ayıracağım. Hem Seda'yı daha yakından tanımanız, hem de, "insanı hem kendinin hem de diğerinin içine düşüren bu deneyime" dair söyleyeceklerine kulak vermeniz için...

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kalabalıkta Yüzler'in “esas” kahramanı editörlük ve çevirmenlik yapan, “kadri bilinmemiş kıymetleri” ortaya çıkarma misyonu üstlenmiş bir yayınevine okuyup değerlendirdiği kitaplar hakkında raporlar sunan bir kadın. Senin yaşam öykün de, ilginç bir biçimde, bu kitabın adsız kahramanıyla paralellikler taşıyor: Otuzun üzerinde çevirin var, İstanbul’da bir yayınevinde editör/çevirmen/lektör olarak çalıştığın gibi Barselona’da yaşadığın dönemde yayınevleri için çalışmışsın. Kalabalıkta Yüzler ve seninle aynı mesleği yapan bu kahraman ile ilişkinden bahsedebilir misin?

Sanıyorum söz konusu kitaplar olduğunda öncelikle çocukluğuma inmeliyiz. Daha çocukken bayılırdım ben okumaya. Ne bulursam okurdum; tersten, düzden, kafadan… Okumuyorsam bir şeyler çizer, keser, biçer, boyardım. Bu konuda çok da şanslıydım. Annemin harika bir kütüphanesi vardı. Kitaplarla, hatta harika plaklarla büyüdüm. İngiliz Filolojisi’nden mezun bir annenin onun yolundan giden kızıyım aslında bir bakıma. Dil okumak istediğimi hep biliyordum. Kafam diğerlerine çok da basmıyordu zaten, o da ayrı. İspanyol Dili ve Edebiyatı bir bakıma şans oldu. Tesadüf diyelim… Benim hikâyemde üniversite sınav sistemi, şaşırtıcı ve az rastlanır bir şekilde, mutlu sonla bitti yani. İlk tercihim değildi ve ilk yıllar çok da kolay geçmedi ama sonrasında okul bile tutkulu bir serüvene dönüştü. İnsanın yaptığı şeyi, artık her ne olursa, severek yapması çok önemli geliyor bana. Hayatı kolaylaştırıyor. Sonrasında Karşılaştırmalı Edebiyat okumak istediğimi de yine çok erken keşfetmiştim ben. Dolayısıyla üniversite bitince İspanya yollarına düştüm. Barselona’da Edebiyat Teorisi ve Karşılaştırmalı Edebiyat yüksek lisansı ve doktorası yaptım. Olağanüstü bir deneyimdi elbette. Barselona’da okurken gerek oradaki gerek Türkiye’deki yayınevlerine çalışmaya başladım. Bir iki çeviri, editörlük, lektörlük… Derken gerisi geldi ve şimdi nasıl olduğunu benim bile anlamadığım bir şekilde otuzu aşkın çeviri oldu! Aslında niyetim üniversitede kalmaktı, doktora yapma sebebim de en temelde buydu ama yayın piyasasına bir kez girdikten sonra bir daha duramadım galiba. O kadar büyülüydü benim için… Luiselli’nin kahramanıyla bu noktada benzeşiyorum sanırım. Hani “kadri bilinmemiş kıymetleri” ortaya çıkarmak diyorsun ya, tabii kendi adıma bunu söyleyecek kadar ileri gidemem ama, çok da bilinmeyen isimleri çevirmek en meşhur
isimleri çevirmek kadar, hatta bazen daha bile çok heyecan verici geliyordu bana. Hâlâ da öyle aslında… Birilerine yeni bir yazar kazandırabilmek kadar güzel bir his olabilir mi acaba… Kalabalıkta Yüzler’de ise bu iyice katmerlenmiş bir şekilde karşıma çıktı: Zira sadece, benim için son dönem Latin Amerika Edebiyatı’nın en yenilikçi ve en heyecan verici isimlerinden biri olan Valeria Luiselli’yi kazandırmakla kalmayacaktık okurlara, eserde bahsi geçen isimleri de tanıtmış veya anımsatmış olacaktık. Tek bir kısa romanda Gilberto Owen’ı, William Carlos Williams’ı, Lorca’yı, Ezra Pound’u, Roberto Bolaño’yu ve daha nicelerini bir araya toplamış bir yazarla haşır neşiriz çünkü burada. Üstelik dili bulutsu bir yazarla… Luiselli’yi ilk okuduğumda hissettiğim buydu. Bulut gibiydi.

Kalabalıkta Yüzler’in pek çok katmanı var ve bunlardan bazıları zaman/mekan üzerinden inşa edilenler... Şimdikinden önceki, diğerinden sonraki hayatlar diyebiliriz belki de. Sen bu bağlamda önceki hayatın, Barselona’da yaşadığın dönemde hakkında ve biraz da şimdikine, bilhassa çevirmenlik yaşantına dair neler anlatmak istersin?  

Barselona’daki hayat… Yüksek lisans ve doktora yapmak hayatımda aldığım en iyi kararlardan biriydi. Bayıla bayıla derslere giriyor, bayıla bayıla bir şeyler okuyor ve yine bayıla bayıla makaleler, tezler yazıyordum. Her şey uçsuz bucaksız görünüyor, heyecandan delirmeme neden oluyordu. Doktorayı bitirdiğim gün ise hayatıma en mutlu günlerimden biri olarak kazındı. Gözlerim dolmadan hatırlayamıyorum. Dev Madagaskar hamamböcekleri yetiştiren komşularım olmadı belki ama Kalabalıkta Yüzler’deki kadar katmanlı, bazen bir o kadar kalabalık ve bazense bir o kadar yalnız bir yaşamdı. Yine de en temelde okumak ve yazmak (hatta kırmızı paltolu, gri çoraplı kahramanımızın yaptığı gibi yürümek) üzerine kuruluydu sanıyorum. Zaten bunların hepsi aslında katmanlı, kalabalık ve yalnız eylemler, hatta yaşama biçimleri değil mi? Galiba bütün hayatı az çok bunun, edebiyatın, okumanın ve yazmanın, bir şekilde yaratmanın üstüne kuruyorum ben. Valeria Luiselli’nin deyimiyle: Orada “soluklanıyor”, orada “nefes alıyorum.” Çevirmenlik de böyle… Bir kitabın içine girmek, içeridekini dışarıya aktarmak üstüne kurulu bir dünya. Metin size ait olmasa da sizin dünyanıza dönüşebilecek bir yaşam var orada. Daha önce Jack Kerouac ve Allen Ginsberg’ün Mektuplar’ının çeviri süreci üzerine anlattıklarımda da bahsetmiştim bundan bir parça: Çeviri yapmak sancılı bir süreç bence. Sorumluluğu ağır. İnsanı hem kendi hem de ötekinin içine düşüren bir deneyim. Neler bulacağınızı, nelerle karşılaşacağınızı ve yüzleşeceğinizi, önceden tasavvur etseniz bile, asla tam anlamıyla bilemediğiniz bir diyar. Yaşamın tüm duygularını hissedebilirsiniz orada.

Kalabalıkta Yüzler hakkında çok değerli isimler övgü dolu incelemeler kaleme aldı. Şimdiye değin pek vurgulanmamış bir mizahı da var üstelik metnin: Federico Garcia Lorca ve Gilberto Owen’ın Z.’ye ait şiirleri ‘çevirip’ okumaları, geniş baktığımızda “obcektüvüzm” akımı bağlamında olup bitenler, bahsettiğim mizaha dair güzel örnekler. Obcektüvüzm bir kenara sen, bir çevirmen olarak, metne ne denli nesnel yaklaşılması gerektiği kanısındasın? Şöyle soralım: Çevirmen metni sevmek zorunda mıdır sence? Metinle çevirmen arasındaki mesafe nasıl, neye göre tayin edilir?

Burada sondan başlayayım: Ben metinle arama ne denli mesafe koyabildiğimden pek emin değilim. Koymam gerekip gerekmediğini bile bilemiyorum. Hatta bazen o kadar koyamıyorum ki okuduğum satırları Türkçeleştirmeye çalışırken salya sümük ağlayabiliyorum. Duygulanıyorum. Bir cümleyle sevinç çığlıkları atıyor, bir cümleyle karalar bağlıyorum. Çeviriye yaklaşım kişiden kişiye, çevirmeden çevirmene değişir elbette. Bu işin doğrusu şudur diyemem. Bir kuralı olduğunu da söyleyemem, ancak ben çevireceğim metni sevmek zorundayım. Sevmediğim bir eseri çevirmek imkânsız gibi geliyor. Bana bir şey hissettirebiliyorsa ben de okura bir şey hissettirebilirim diye düşünüyorum. Bana dokunmayan bir metnin başkasına dokunmasını bekleyemem sanki. Önce ben
sahiplenmeliyim ki başkasının da sahiplenebilmesine imkân yaratayım. Bir de birine ses olmaksa çeviri, başka dilde yazan birine Türkçede hayat vermekse, duymadığınız bir sese nasıl hayat
verebilirsiniz ki? Şimdi biraz ürkütücü tınlayacak belki ama çevirmenlik bir çeşit mazoşizm bence. Hiç değilse insan zevk alacağı şekilde acı çeksin. Belki bir başkası araya mesafe koyarak daha
rahat çalışabiliyordur, bende o sınır ne kadar kaybolursa, bir eseri ne kadar benimser, ne kadar yakınıma yerleştirirsem o kadar kolaylaşıyor (ve duygusal anlamda belki o kadar zorlaşıyor) bu
süreç. Bir kitap ya da bir yazar resim yaptırabiliyor mesela bana, yazı yazdırabiliyor… Tek bir şarkı bütün bir metne eşlik edebiliyor. Sadece özdeşlik kurabilmekten bahsetmiyorum aslında, hissettirebilmek daha çok sözünü ettiğim. Hiç yaşamadığınız bir duyguyu hissettirebiliyorsa bir kitap onun peşinden gideyim istiyorum. Bir de mümkün olduğu kadar kendimi zorlamayı, biraz her şeyi denemeyi seviyorum sanırım. Yeni diller keşfetmeyi, yeni sesler duymayı, yeni yüzler görmeyi arzulamak aslında bu. Ancak öyle zenginleşebildiğimi düşünüyorum. Kalabalıkta Yüzler tüm bunları karşılayan bir metin benim için. Çok sesli, çok katmanlı olmasıyla, içinde hüzün kadar mizah barındırmasıyla, kendi kendini yeniden ve durmaksızın inşasıyla, hele hele bunu bir parça çeviri
aracılığıyla ve çeviri üstünden, hatta kendi kendini alaya alarak yapmasıyla (“obcektüvüzm” tam da bu noktada devreye giriyor) insana hem yaşamın, hem çevirinin, hem de edebiyatın tüm imkânlarını sunan bir metin.

(... Seda Ersavcı'nın kitap önerilerini de içeren sohbetin devamı, Çarşamba günü burada. Aşağıdaki fotoğraf bir ay öncesinden, İzmir Kitap Fuarı.)




6 Mayıs 2016 Cuma

N-n-n

Notlar!

Korku damarından giriş yapalım: Canlanan şairler büyük ilgi gördü! Bu 'korkunçlu' haberin üzerine, saçmalardan seçmelerle devam ve kapanış, zira sözün bittiği yere geliyoruz: Oscar Wilde TBMM'de. (Necip Fazıl burada da anılıyor.) 'Milli' meselesi hakkında daha kapsamlı birşeyler yazmak niyetindeyim; şimdilik, bütün bunlara ister istemez güldüğümü ama hiç mi hiç eğlenmediğimi belirteyim.

Sıradaki notumuz yazı ile uğraşanlara gelsin: yazarın tıkanmasına dair. Yalnız değilsiniz. Üzerine, IAN Edebiyat'ta yayımlanan ilgili yazıdan bir parça - müsterih olun, tıkana tıkana açılacağız. Son olarak Tim Youd ve tek sayfaya daktilo ettiği 'romanlar.' Sonsöz, daimi bir temenni: Yazanlara kolay gelsin!

Tim Youd tek bir sayfaya koskoca romanları sığdıradursun, telif düzenlemelerinden çekinmeyen bir Harry Potter hayranı, evinin bir duvarını romandan bir sayfa ile kaplamış: projektörle yansıttığı harfleri bir bir, elle çizip boyayarak üstelik. Üzerine, serinin yaratıcısı J.K. Rowling'den yeni bir beyanat: "Onu öldürdüğüm için özür dilerim." Rowling, yarattığı kahramanlara biçtiği kaderler yüzünden sık sık özür dileyen bir yazar, öyle ki ben artık sıkıldım. Çağrışımın en gevşek biçimiyle yol alalım ve paragrafı alakasız bir bağlantıyla kapatalım: Bazı yazarlar ve ilham kaynağına çevirdikleri sıkıcı işler.

Yazar fetişinden devam: AirBnB ve bu sayede yazarın odasında uyuyanlar. Eli artıralım: Edebiyat eserlerindeki evlere bırakılacak AirBnB yorumları. Finalde Yayoi Kusama, Tate ve AirBnB işbirliğiyle çılgın seyahatler. 

Yeni yayınevi, yeni kitap: Kara Plak Yayınları ve Beatles. Üzerine, müzikseverlerin zevkle okuyacağı biyografiler. Ardından, müzik ve edebiyata dair bir inceleme gelsin ve kapanışı, müzikle iç içe kitaplardan sevdiğim birkaçını anarak yapayım: Kara Plak, 31 Şarkı, Stone Arabia, İt Kopuk Takımı.

Kulaklık paylaşan tüm dostlara selam olsun diyerek huzurlarınızdan çekilirim.

Rahat ettiğimiz alanları genişletmemizi diliyorum.

İyi tatiller. (Görsel, Londra.)



5 Mayıs 2016 Perşembe

Parça



"Kağıt parçacıklarına gelişigüzel notlar alıp dururum. Her zaman bir kalem, bir de defter taşırım yanımda. Bugün trende giderken aklıma yazdığım bir öykü için bir fikir geldi mesela ve karalayıverdim - ufacık bir kağıt parçasına. Sonra bu parçaları birbirine tutturuyorum. Onlara, diyelim üç hafta sonra yeniden bakıp elimde ne varmış ne yokmuş görüyorum. Yazdığım hiçbir romanın özetini ya da taslağını çıkarmadım ben (önceden) biliyor musunuz? Hiçbir zaman."

(Amerika'nın yaşayan en büyük romancısı addedilen Don DeLillo, okurunu -net olmak gerekirse iflah olmaz bir özet -taslak, iskelet, ne demek isterseniz artık- savunucusu olan beni- şoka uğratan açıklamalar yaparken... Basında görünmeyi pek sevmeyen yazar, bu beyanatı 2010 yılında, Guardian ile yaptığı bir söyleşide vermiş. Yazar, söyleşide 'tüketiciye yönelik kurmaca' çağında yaşadığımızdan ama kendisi için yazının yoğun bir düşünce biçimi olduğundan ve bu süreci gerçekleştirebilmek uğruna mahremiyete ihtiyaç duyduğundan bahsediyor. DeLillo'nun -pek sevdiğim- müthiş romanı Beyaz Gürültü, önümüzdeki aylarda size sunacağımız şahane kitaplardan biri, şimdilik bunu duyurmakla yetinelim. Görselde, bir başka romancının, Douglas Coupland'ın bir eserinden kesit: Deep Face, 2015. (Astigmatımı mazur görün; dünyam her daim kenarlarından az kırpık, biraz yamuk, haliyle fotoğraflarım da öyle.))

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Sapma II


Herkesin yaşamında potansiyel olarak gerçek dışılık bulunur ama genel eğilim onu bastırmaya yöneliktir. Gerçek dışı dünyalara açılan kapılar oradadır, ama yanlarından geçip gideriz. New York'tayken bir apartmanda yaşıyordum, binanın sahibi olan adamla sohbet edecek oldum. O da İsrailliymiş. Bana, "Biliyor musun, ben de sanatçı sayılırım. Korno çalıyorum. Eğer bodrum katındaki korno dinletim sırasında yanımda oturup öykülerini okursan seni binadaki en iyi daireye aldırabilirim," dedi. Ben de, "Tabii," dedim. O gece, bina görevlisi üzerine GÜVENLİK yazan bir t-shirt geçirdi ve bodrumun girişinde durup seksen kişiye bilet kesti. Ben, korno çalan adamla oturup öykülerimi okudum. Bina sahibi meğer kornonun Miles Davis'iymiş ve o gece, hayatımdaki en etkileyici olayların arasında şimdi. İki gün önceydi. Cumartesi gecesi. Jonathan Franzen'a biri gelip de, ben korno çalarken sen de yazdıklarını oku, oku ki daha iyi bir daireye geçmeni sağlayayım, deseydi ne yapardı bilmiyorum. Sanırım yaşadğı daireden memnun olduğunu söylerdi. Buna harcayacağı vakti yazıya ayırır ve bina görevlisi kendine güvenlik süsü verdiği sırada bodrumda birtakım tuhaf işler çevirmekten kaçınırdı. 

(Etgar Keret'in gerçeklikle imtihanı. Bu ayki Ot dergisinde Keret'in pek güzel bir öyküsü yer alıyor, takipteyseniz kaçırmayın. Görsel, Londra; dur işaretindeki sapma, Clet Abraham imzalı. Domuzu Kırmak, kitap satması gereken her yerde...)

3 Mayıs 2016 Salı

Sapma


"Genelde, kurmaca yazarken öykünün beni şaşırtacağı anın peşine düşerim. Kahramanların beklemediğim bir şey yapacağı ya da, bir taslağım olduğunu varsayarsak konunun taslaktan uzaklaştığı anın. Bu sürprizlere değer veririm çünkü çoğu zaman eser için elzem oldukları anlaşılır. Yazı sürecinde beklenmedik sapmaların yalnızca bazen girebildiğimiz daha derin, daha bilge bir perspektiften doğduğuna inanıyorum."  

(Hafiyenin El Kitabı adlı romanında rüyalardan rüyalara uyanan ve Hafiyenin El Kitabı adlı bir kitabın rehberliğinde ilerleyen bir kahramanın öyküsünü anlatan Jedediah Berry, Rumpus söyleşisinde yazı süreçlerinden bahsediyor. Berry, ikinci romanı The Family Arcana'yı bir iskambil destesinin üzerine, hikayenin açılımları kartların farklı dağıtılmasıyla değişecek şekilde yazdı ve o formatta yayınladı - B.S Johnson'ın Unfortunates'ı ya da -bir açıdan- Chris Ware'in Building Stories'i ile benzeşik olduğu söylenebilir. Berry'nin diğer projesi Untine ise, Twitter'ın anket özelliği esas alınarak yazıldı - bağlantıda metne bakabilirsiniz ama yazıldığı süreci Twitter'dan takip etmek, bitmiş metni okumaktan daha ilginçti, sonuçta, yazarın seçimlerine yönelik tüm kararlar takipçi kitlesinin arzusuna göre şekillenmekteydi ve bu, Kendi Maceranı Kendin Seç şemalı kitaplardan farklı bir biçimde okuru sürece anbean dahil ediyor, metnin adım adım izlediği yolu görünür kılıyordu... Takipteyiz; oyun meraklılarını da buraya bekleriz - Hatta: "Peşlerine düşün ki peşinize düşmesinler.")


2 Mayıs 2016 Pazartesi

Tetik


"Benim için kurmaca yazmak son derece kişisel. Yazdığım her şey epey sınırlı olan hayat tecrübemin doğrudan yansıması. Alışverişim sırasında kasiyer bir terbiyesizlik yapar mesela ve ben tutup bunu uzaylıların istilası hakkında bir öyküye çeviririm. Karım etrafımdaki olup bitenlere abartılı tepkiler gösterdiğimi söylüyor. Azıcık suçlu hissetmemi gerektirecek bir şey olmuşsa aşırı suçlu hissederim. Azıcık gerginlik duymam gereken bir durum varsa aşırı gerilirim. (Bindiğim) Taksilerin şoförlerine duygusal olarak bağlanıveririm. Sokakta birileriyle tartışır, eve gittiğimdeyse kötü hissedip elimde bir kekle onları ziyarete giderim. Her şey çok fazla gelir bana. Bu hem keyifli hem de yorucudur bazen, ama bir öyküye aktarıldığında makul bir duygusal atmosfer sunabilir. Gerçek hayatta tuhaf davranışlar sergiliyorumdur oysa sadece." - Etgar Keret, Rumpus söyleşisi

Ne zamandır Etgar Keret ile ilk tanışmamızı düşünüyorum ama bir türlü hatırlayamıyorum... Hafızam çoğu insanınkinden iyidir, ara ara kopuk yerleri olsa da, genelde, anımsamak istediğim hemen hiçbir şeyi unutmam, ama bunu, ilk karşılaşmamızı, birbirimize neler dediğimizi anımsamıyorum: ITEF için İstanbul'a gelmişti, kaldığı otelin lobisinde o ve eşi ile ilk kez tanışıp görüşmüş olmalıyız, ama hatırımda hiçbir şey kalmamış. Festivali, beraber geçirdiğimiz vakitleri, konuştuklarımızı, yemekte ne yediğine kadar hatırlıyorum - ama o ilk ana dair hiçbir şey kalmamış zihnimde.

Keret'in öyküleriyle ilk olarak Gazze Blues'un İngiltere edisyonu sayesinde tanışmıştım. O zamanlar, Nimrod Çıldırışları'nın Türkçede -hem de Avi Pardo'nun çevirisiyle- yayımlanmış olduğunu bilmiyordum. En sevdiğim Keret öyküsünü seçmek çok zor benim için ama okuyunca beynimden vurulmuşa döndüğüm ilk Keret öyküsü bu olmalı: Nimrod Çıldırışları. Kurmacanın okur üzerindeki etkisini açabildiği empati damarına bağlayanlar var ve ben, bu hikayeyi gözlerim dolmadan okuyamıyor, empati kurduğum belli bir tarafını da bulamıyorum. Abartılı bir tepki belki, ama her okuyuşumda böyle bu. Aynısı, Domuzu Kırmak'ın önsözü için de geçerli. Empati midir bilemem ama yazının bir simyası olduğu yadsınamaz - ifade etmesi güç olan bir şeyleri tetiklediği kesin hiç değilse.

Domuzu Kırmak, ağırlıklı olarak Missing Kissinger adlı kitapta yer alan, daha önce yayımlanmamış öykülerden oluşuyor. En sonda bulunan ve kitaba adını veren öyküyü, Beşir'le Vals'ten anımsayacağınız David Polonsky resimlemiş. Polonsky'nin imgelemindeki çocuk, benim zihnimdekinden farklı, ama resimleri gördüğümden bu yana benim zihnimde canlananın nasıl bir çocuk olduğunu da söyleyemez oldum. Keret öykülerinde çocuklara bahşedilen özel bir yer var - çocuklara, sihirbazlara, genel olarak birtakım hezimetleri aşmaya çalışanlara... O hezimetler ki, bütün paranızı yatırdığınız işin fos çıkmasını içerebildiği gibi, her gün bindiğiniz otobüsün şoförünün kapıları açmamasını da kapsayabiliyor. En derin yaralar, en gelip geçici kaygılarla yan yana durabiliyor ve hayal kırıklıkları, küskünlükler ve kayıpların -irili ufaklı- el ele verdiği şeye, hayat deniyor. Seni çok seviyorum diyecekken astım krizi geçirmek ve kendini acilde bulmak gibi mesela, diyeceğini diyemediğin için utanmış, ama ölmeyip krizi atlattığın için sevinçli, halen nefes aldığın için ne olduğunu bilmediğin bir merciye müteşekkir halde... İstemsiz, kendiliğinden gelişen bir biçimde.

B-e-n-i-y-a-l-n-ı-z-b-ı-r-a-k-m-a-y-ı-n demişti Nimrod öyküde, ama kimbilir, belki her şey, anlatıcının zihninde şekillenmekteydi.

Domuzu Kırmak, şimdi tüm kitapçılarda. Görsel, Londra'dan: Endless.