3 Ağustos 2016 Çarşamba

Parçalı 3

V

 “… giderek kitaplara sığınır oldum, ciddi ya da önemli kitaplara değil de bana kendimden kaçma fırsatı sunanlara (…)”[i]

Patricia Highsmith, Becerikli Bay Ripley’yi yayımlattığında sene 1955’ti: O günden bugüne dünyanın çehresi, oldukça değişti. Bu soğukkanlı, steril denecek denli duygusuz ve hesapçı, fakat okurunu kaşla göz arasında ele geçiriverip kendi safına ustalıkla çekebilen kahramanı bugünün dört bir köşesine güvenlik kamerası dikili, parmak izlerinden retina fotoğraflarına varana değin türlü araçla herkesi gözetim altında tutan dünyasında, hele de bir başkasının hayatına ‘çökerken’ hayal etmek güç. Bizler, her daim geride bıraktığımız izlerle ilerledikleri zeminde sümüksü izler bırakan salyangozlardan farksızız şimdi; malum, girdiğimiz her oda, açtığımız her pencere, tıkladığımız her bağlantı birtakım algoritmalar yardımıyla depolanıp türlü amaca hizmet edecek şekilde işleniyor, bu doneler birilerine satılıyor ve o satışlar sonrasında her birey, -çoğu zaman bir katilin değil ama- bir projenin hedefi haline geliyor. İşte, tam da bu dengeleri değiştirmek amacıyla yola çıkan Sanatçı Jennifer Lyn Morone, şahsını tescilli bir markaya[ii] dönüştürmüş ve bir internet sitesi kurup bir de sergi düzenleyerek yaşadığımız bu olağan dehşet ortamına dikkat çekmiş: Morone, kendi verileri üzerinde yegane söz sahibi olduğu iddiasıyla, yüz sterlin karşılığında hayatıyla ilgili tüm verileri bir dosya haline getirmiş ve satışa çıkarmış. Dekontlar, laboratuvar sonuçları, faturalar, adresler, karneler, akla gelebilecek her şey... Sanatçı, eğer birtakım şirketler insanın sırf var olması hasebiyle biriken veriler üzerinden kazanç sağlıyorsa, aynını verilerin gerçek “sahibinin” de yapabileceğini söylüyor ve bireyin toplum nezdinde değerini ‘ölçüp biçme’ derdinde olduğunu belirtiyor. DOME[iii] adını verdiği bir veritabanı kuran Morone, hakkındaki her şeyi, dijital ortamda bıraktığı her türlü izden maddi dünyadaki adımlarına değin tüm bilgileri burada depoluyor - her ne kadar bu girişimiyle Google, Facebook ya da Amazon gibi dev yapılarla aşık atamayacak olsa da, verdiği mesajla kendi “hikayesine” sahip çıkıyor.[iv] Eğer böyle bir şey mümkün ise...

VI

“Nasıl yazılması gerektiği hakkında önyargın var. Sanki herkes aynı noktadan başlarmış, aynı hedefe gidermiş gibi yargılıyorsun her şeyi.”[v]

Geçen yılın en çok ses getiren kitaplarından biri, bir romandı: Acı Dolu Yaşamlar rafında yer almasa da acının, fiziksel ve ruhsal acı ile travmanın uzun uzadıya irdelendiği Hanya Yanagihara imzalı A Little Life (Bir Küçük Hayat.) ABD’de Ulusal Kitap Ödülü’ne, ayrıca Man Booker’a aday gösterilen bu roman, tuhaftır ki, okuru da ikiye böldü; bir kesim Yanagihara’nın anlattığı hikayenin başlangıçtaki ışıltısıyla büyülenip sayfaları çevirdikçe artan acı ve şiddet dozu karşısında ağlamaktan helak olduğunu belirtiyor, diğer kesim ise yazarın, kitabın odağındaki kahramana çektirdiği bitmek bilmeyen zulmün dozunu komik denecek denli aşırı bulduğunu söylüyordu. New York’ta, aynı üniversiteden mezun dört arkadaşın sanat galerilerinden partilere ya da en revaçtaki lokanta ve barlara uzanan pırıltılı yaşamlarıyla başlayan kitap, kahramanlardan birinin geçmişindeki akla hayale sığmayacak denli dehşetli taciz, tecavüz ve mağduriyet öyküsüne odaklanarak ilerliyor ve aktardığı acının gölgesinde anlatının, inandırıcılık da dahil olmak üzere diğer bütün unsurlarını yavaş yavaş solduruyordu. Elif Batuman, New Yorker’da yayımlanan incelemesinde kitapla inceden inceye dalga geçiyor, London Review of Books’a yazan Christian Lorentzen, kahramanlardan birine gönderme yaparak, “Kim böyle bir romanda hapsolup da uyuşturucuya dadanmaz ki,” yolunda sert bir yorumla incelemesini noktalıyordu. Oysa Garth Greenwell, Atlantic’te yayımlanan makalesinde A Little Life’ın nicedir beklenen “Büyük Gay Romanı” olduğunu söyleyerek olumsuz tepkilerin kalbinde yer alan inandırıcılıktan uzaklaşma, karakterlerde tek-boyutluluk vs. gibi unsurları metnin “queer olarak yaftalanagelmiş” opera, melodram, vs. gibi kaynaklardan beslenmesine yoruyordu. Greenwell, tam da bu yüzden, yani melodrama, mübalağaya ve duygusallığa böyle derinlemesine yer açarak daha mütevazı dışavurum yöntemleriyle ortaya konamayacak coşkun gerçeklerin kağıda dökülebildiği kanısındaydı. Sonu gelecek bir tartışma değildi, zira birilerinin eleştirisine hedef açan unsurlar, başkalarından övgü topluyordu. Romanın yol açtığı tartışmalardan belki de en ilginci, New York Review of Books yazarı Daniel Mendelsohn’un Yanagihara’yı kahramanı Jude’a biçtiği sonu bir türlü gelmek bilmeyen taciz ve acı çıkmazı üzerinden eleştirerek bunun ne insani[vi] ne de sanatsal açıdan adil olduğunu iddia etmesi ve romanın okuru “aldattığını” söylemesi üzerine koptu. Mendelsohn’a yanıt, yine beklenmedik denecek  bir hamle sonucunda kitabın editörü Gerald Howard’dan geldi; Howard, Charles Dickens eserlerini ya da John Williams’ın Stoner’ını emsal göstererek kurmacanın başlı başına bir kandırmaca işi olduğunu, ve bunun, okuru hakiki bir duygu ve estetik zevk boyutuna sürükleyen teknikler sayesinde sahtekarlık niteliği taşımadığını belirtiyordu. Mendelsohn, yanıta daha da alaycı bir cevap vermekten kaçınmadı ve bu defa yazarın kahramanına yaşattıklarının kabalığından dem vurdu.

Kurmacaydı, ama gerçeklikle ilişkisine dair tartışma, bir türlü bitmek bilmiyordu. O esnada güçlü bir sosyal medya kampanyasıyla desteklenen kitabın okurları, sıklıkla, yedi yüz yirmi yedi sayfalık bu koca kitabın nasıl da çabucak, hızla, heyecanla ve okunduğunu söylüyor, gözyaşlarından[vii] bahsetmeyi ise unutmuyordu. Toplu bir ağlama nöbetiydi adeta ve herkes, buna davetliydi.



[i] Greenwell, Garth. What Belongs To You.
[ii] Jennifer Lyn Morone
[iii] DOME: The Database of ME. (Bana Dair Veritabanı.)
[iv] Grgurich, John. “Companies Are Profiting From Your Data. Shouldn’t You?” The Fiscal Times, 14 Temmuz, 2014.
[v] Stoppard, Tom. “Gerçek Şey,” Toplu Oyunları I. (Çeviren: M. Hamit Çalışkan.)
[vi] Kurmaca bir esere ilk defa böyle bir misyon yüklendiğine, böyle bir itham yöneltildiğine tanık oluyorum.
[vii] Mark Twain’e atfedilen o söz geliyor insanın aklına: “Elinde çekiç olana her şey çivi gibi görünür.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder