31 Ocak 2017 Salı

Manzara II








(Manzarada yine Stockholm ve kitapçıları var; evet, huzur kuzeyde, şüphesi olan varsa kuzey diyarlarından bir başkasına, Danimarka'ya buyursun: hygge.)

30 Ocak 2017 Pazartesi

An!


Tenis seven ve erkekler turnuvasını televizyondan takip eden hemen herkes, Federer Anları denebilecek bir şeyler yaşamıştır. Genç İsviçreliyi izlerken ağzınızın bir karış açık kaldığı, gözlerinizin yuvalarından fırladığı anlardır bunlar, diğer odadaki eşinizin yanınıza koşup iyi olup olmadığınıza bakmasına neden olan nidalar patlattığınız anlar. Az evvel gördüğünüz şeyi yapmanın ne denli imkansız olduğunu kavrayacak kadar tenis oynadıysanız eğer, bu Anlar daha da sarsıcıdır. (...)

(Son zamanlarda bir tür kıyamet duygusu eşlik ediyor hayata, bilemiyorum, kendiliğinden orada olan bir şey, sabah zifiri karanlıkta uyandığımda ya da korna sesinden, gürültüden nasibini fazlasıyla alan bir caddede hızla ilerlediğimde hep bir kıyamet, bir tür son duygusu, belki kış, belki başka türlü bir şey, çıldırtıcı ya da bezdirici değil, sadece orada, bir aciliyet bildirmiyor ama kendini hissettiriyor. Bir kitap, bir film, belki yağan kar, belki de bir sohbet o duyguyu bir süreliğine unutmamı sağlıyorsa eğer, daha bir değerli gözümde bu ara. Hafta sonumun en kayda değer olayı, akıl almaz bir mücadeleye tanık olduğumuzu düşündüğüm Federer-Nadal maçıydı bu bağlamda; tenis tanrıları sağ olsun - ağzın bir karış açık kalması, çığlıklar kopması vs. her türlü heyecan mevcuttu bu karşılaşmada; Wallace'ın betimlemesinin fazlası yok yani, azı var... Pasaj David Foster Wallace'ın oldukça iyi bilinen Federer odaklı makalesinden - Wallace'ın tenis makalelerini biraraya getiren String Theory adlı kitap ise, önümüzdeki aylarda yayımlayacaklarımız arasında, onu da şimdiden duyuralım. Huzurlarınızdan ayrılırken sizi bir başka Federer yazısıyla baş başa bırakıyor ve iyi bir hafta geçirmenizi temenni ediyorum, iyi sizin için ne anlama geliyorsa o anlamda elbette... Görselde Claire Fontane'e ait bir yerleştirme, fotoğraf: Niels Vis.)

23 Ocak 2017 Pazartesi

Gülücük


Yeni haftaya başlarken, sizi buraya, Angela Davis'in Kadınların Yürüyüşü'nde yaptığı tarihi konuşmaya alalım. Standing Rock (Duran Kaya) direnişi için buraya; yeni başkanın emriyle silinen web sayfaları için buraya buyrun. Son olarak kadınlara, azınlıklara, çevreye ve topluma düşman politikacılardan illallah dediyseniz ve Trump hakkında herhangi bir şey görmeye tahammülünüz olmayacaksa eğer, o zaman buraya, Trump hakkındaki her şeyi filtrelemeyi vaat eden bu uygulamaya uğrayın. Bir başka efsanevi figürden, otuz yıldan fazla zamandır bir hücreye tıkılı, adalet bekleyen Mumia Abu Jamal'den umutlu bir yazı ile kapanış: Gözyaşı ve Gülücük.

Perdeyi indirmeden bir bağlantı da benden gelsin; Chimamanda Ngozie Adichie'nin Amerikana'sından Trump'a: Saç, Kimlik, Politika: Amerikana

İyi haftalar.

20 Ocak 2017 Cuma

N-n-n

Bu aralar sanıyorum herkesin biraz ilhama, biraz umuda ve dünyanın ne kadar büyük bir yer olduğunu anımsamaya ihtiyacı var. Bu haftanın notları bu ihtiyaca yönelik bir derleme girişimi.

Yazarların ve Yazar Olmak İsteyenlerin İzlemesi Gereken Filmler. (Deconstructing Harry, Yaramaz Harry diye gösterilmiş Türkiye'de, ne diyeyim, bravo.)  Woody Allen'ı anmışken: Woody Allen'ın Kıymeti Pek Bilinmeyen On Filmi ve üzerine, Yedi Kışkırtıcı Woody Allen Filmi. Okuma-yazma temalı filmlere yakın tarihli bir dipnot: Nocturnal Animals. Ardından: Yazarlar Hakkında Elli Film, bir liste. Varyasyon: İçinde okumak-yazmak geçen filmler. Tekrar Woody Allen'a dönersek - Editörün tavsiyesi: Annie Hall, Manhattan, Zelig; daha yakın tarihli olanlardan Match Point ya da Vicki, Christina, Barcelona bonus'u ile.) Noktayı gelecek programda görünen bir film, Paterson ile koyalım.

Tepkili kadınlarda bugün: Björk. Björk'ün cinsiyetçilik eleştirisi. Üzerine bir klasik; Björk ve şairlerin size yalan söylemesine izin vermeyin. Ardından, Björk'ün ilham kaynakları, Björk olmasa olmayacak olan birtakım şeyler: Michel Gondry, Kanye, Lady Gaga'nın yumurtası, Beyoncé'nin görsel albümü, vs... Üzerine, Björk'ün tavsiyesi: Samaris ve Jofridur Akadottir. Sona yaklaşırken: Rejkjavik ve Björk'ün evi. Fon müziği en sevdiğim filmlerden birinden: 101 Rejkjavik'in Damon Albarn parmağı değmiş film müziklerinden. Kapanış: İzlanda nostaljisi.

Gelecek programlarda yer alan kitaplardan parçalar: Elif Batuman ve Budala. Paul Auster ve 4 3 2 1. Zadie Smith ve Swing Time. Bizim programımızda yer alan bir yazar ile, önümüzdeki aylarda yayımlanacak Don DeLillo imzalı Zero K'den  Sinüs, Cosinüs, Teğet adlı parçayla kapanış.

Feminist Punk'ın 33 şarkılık tarihi. 33 demişken değinmeden geçmeyelim, Smashing Pumpkins ve 33.  

Görselde J. Depp, K. Moss ve birileri eğleniyor; sizlerin de, tercihleriniz doğrultusunda elbette, eğlenmenizi diler, notları burada bitiririm.

İyi tatiller!





19 Ocak 2017 Perşembe

Roman



Bakın, romanın öleceğini düşünüp endişelendiğim yok benim. Biz hikayeler anlatan bir canlı türüyüz.

Siyasi liderlerin ilerleyebilmek adına yapmaları gereken işlerden birinin, bizleri birbirimize nelerin bağladığına dair daha iyi bir öykü anlatmak bana kalırsa. Ve pek çok kopuk unsurun biraraya geldiği Amerika, başka yerlere benzemiyor - hepimiz tek bir ırka ait değiliz, tek bir kabilenin mensupları değiliz, buraya gelen göçmenler kıtaya aynı anda ayak basmamış. Bizi bir arada tutan şey bir fikir, kim olduğumuza ve nelerin bizler için önemli olduğuna dair bir anlatı. 

Ve ben, bunun sürmesini istiyorum. 

Yukarıdaki alıntı, dün New York Times Book Review'da yayımlanan Barack Obama - Michiko Kakutani söyleşisinden - Obama, kitap eleştirmeni Kakutani ile kitaplar, okumak ve yazı hakkında derinlikli bir sohbet ediyor, Gabriel Garcia Marquez'den Philip Roth'a, Saul Bellow'a uzanarak kitapları ve Amerika anlatısını ele alıyor. O anlatı ki, görünüşe bakılırsa, koltuğa geçecek yeni başkan ile karanlık bir tını kazanacak yine, çağa da uygun biçimde... Neyse, Obama, roman okumanın bir politikacı için son derece elzem olduğunu, empati "kasının" ancak böylelikle zinde tutulduğunu söylemiş ve son okuduğu romanın Colson Whitehead'den The Underground Railroad olduğunu belirtmiş. Yeraltı Rotası adıyla yayımlayacağımız Underground Railroad, geçen yıl hemen hemen tüm listeleri altüst etti ve Amazon'da Editör Seçkisi'nin en tepesine oturduğu gibi National Book Award'ı alarak Yılın Kitabı olma hususundaki iddiasını sürdürdü; Obama'nın söyleşisinden sonra NY Times Bestseller listesine de yine, üç numaradan giriş yaptı - ülkemizde bir kitabın çok satar olduğu takdirde yeterince edebi olamayacağını düşünen veya kendine çoksatar okumayı yakıştıramayanlar var gerçi, eh, onlar, kendi önyargı evrenlerinde, iyi edebiyatın popüler olamayacağına inanmaya devam ederek duradursun, ben size, uygar dünyada ancak yobazların ve cahillerin okumadıkları kitaplar hakkında hüküm verdiklerini ve Whitehead'in bu harika metninin bunca ödüle, bunca beğeniye boşu boşuna layık bulunmadığını söyleyeyip ekleyeyim: Bizler anlatmaktan usanmazsak eğer, roman tutup ölür mü, olabilir mi böyle bir şey?

İlahi!


18 Ocak 2017 Çarşamba

Herkes Zamana Karşı

Bu aralar merakla beklediğim birkaç şeyden biri, Danny Boyle'un Trainspotting 2 adlı uyarlaması (filmin adı böyle olsa da, uyarlanan Porno romanı esasen) ve bu bekleyişimde yalnız değilim, bir süredir pek çok doksanlar çocuğu bu hadiseyi bekliyor; film, Ocak sonunda İngiltere'de, 3 Mart'ta ise Türkiye'de vizyona girecekmiş. Normalde sinemaya uyarlanan filmlerden biraz ürkerim, hatta sıra dışı bir durum söz konusu değilse genel olarak sevdiğim edebiyat eserlerinin sinema uyarlamalarından uzak dururum ama burada, Danny Boyle, Irvine Welsh ve eski tayfanın belli bir iddia güttüğü açık; Welsh, şöyle buyurmuş mesela: "Film, Trainspotting (kitap) ve Porno'nun en dinamik unsurlarını alıp bugüne, şimdiki zamanda neler olacağına bakmayı başarıyor. Birçok açıdan Trainspotting'den (film) daha iyi olduğunu düşünüyorum... Kahramanlar öylesine efsaneleşti ki bu film bu statülerini daha da sağlamlaştıracak."

Doksanlara damgasını vurmuş bir kitap ve onun eşit ölçüde çarpıcı beyaz perde uyarlamasından yola çıkılacak, iki binlerin başında geçen ve Trainspotting öyküsünü devam ettiren Porno esas alınarak bir devam filmi yapılacak, fakat Porno'nun hikayesi günümüzde vuku bulacak... Nasıl kotaracaklarını merak etmemek mümkün mü? Bir özet geçmek gerekirse: Trainspotting dibe vurmanın kitabıysa Porno köşeyi dönmeye çalışmanın kitabıdır; biri seksenlerin sonunu/doksanların başını, diğeri iki binlerin başını konu alır; ikisinde de esas kahraman yerine pek çok karakter bulunur, fakat Porno'nun esas adamı Sick Boy'sa Trainspotting'inki Renton'dır; Trainspotting'de zehir eroin, Porno'da zehir kokaindir; Trainspotting'de ya debelenerek ölür ya da debelenerek sağ kalırsın, Porno'da ya sürünür ya da voliyi vurup zirveye çıkarsın; Trainspotting'de her şey çirkinken sadece kafalar güzeldir, Porno'da hem kafalar hem de hayallerdir güzel olan, gerisi pek önemli değildir - Ait oldukları dönemleri birebir yansıtan ve o dönemlerle anımsanan bu iki kitabın hamurundan ne çıkar bilinmez ama soundtrack'te yer alanlar duyuruldu bile, gerçi sonradan, soundtrack'in yanlışlıkla sızdırıldığı söylendi ama belli olmaz, mevzu PR ise tam olarak ne olduğu bilinemez.

Neyse, Porno'yu birkaç sene önce, yayıma hazırlamadan önce yeniden okurken -ilk çıktığı dönem, birimizden birinin evinde, üzerinde şişme kadın suratı yer alan kapağıyla uzun zaman masa üzerinde durduğunu anımsıyorum bu arada, öyle ki o dönemin anılarının hepsine sinmiş kitap, bir nevi arkaplan olmuş- hikayenin geri planında iki binlerin başı değil de, tam da içinde bulunduğumuz zamanların, yani sosyal medya, Facebook, YouTube evrenin bulunmasının yerinde olacağını düşünmüştüm; demek o zaman da yalnız değilmişim.

Fragmanı tekrar buraya bırakıyorum; 3 Mart'ta konuşalım.

17 Ocak 2017 Salı

Anılar


Yazmaya başladığım ilk zamanlarda kurmaca dışı yazmak bana çok gereksiz görünürdü. Şeylerden olabilecekleri gibi bahsetmek varken neden onları oldukları gibi anlatma ihtiyacı duyasınız ki? Yerçekimine ve türlü maraza açık olmamız yetiyor da artıyor zaten. Hayal gücümüz bizi nereye istersek oraya sürecekken bunlarla uğraşmaya ne gerek var? Bununla beraber, anı kitapları hep daha zorlu görünmüştür gözüme, zira biri hakkında bir şey öğrenmek isterseniz, soracağınız son kişi o şahsın kendisi olmalı. Bir dükkana girdiğinizde dükkan sahibi, "Benim mallarım en iyisidir," derse, objektif olamayacağı için inanmazsınız ona, değil mi? Eğer bana on yıl önce bir anı kitabı yazacağımdan bahsetseydiniz, bunun çok saçma olduğunu düşünürdüm... Dondurulmuş yoğurt satan bir dükkan açma fikri ne kadar mantıklı gelirse, bu da ancak o kadar mantıklı gelirdi.

(Etgar Keret, WWB söyleşisinde, Yedi Güzel Yılı nasıl yazdığını anlatıyor. Hayat! Görselde, bir Berlin kapısı.)


16 Ocak 2017 Pazartesi

Uzun bir sesizlik nasıl bozulur?


Kimi sessizlikler derindir, anlamlı. İki kişinin arasındadır mesela; saydam, ağır. Anlamlı olmayan sessizlikler genelde olumsuz durumlardan kaynaklanır; biri ölmüştür mesela, büyük bir haksızlığa tanık olunmuştur, kelimeleri yersiz kılan bir keder söz konusudur. Peki uzun bir sessizlik nasıl bozulur? 

Susmak, bazen sağaltıcı olabilir. Her şeyin bir sonu varsa, susmanın da vardır. Hiçbir şey sonsuza dek sürmez. Bir tür tesellidir ama; eninde sonunda konuşacağını bilsen de, susmanın tesellisi. Susan kişi öksürerek başlar bazen söze; anlamlı bir şeyler demeden, sadece ses çıkarmak üzere. Kendi sesini duyduğuna şaşar bazen. Ne olursa olsun, uzun bir sessizlikten sonra sarf edilen ilk sözler asılı kalır havada – sessizlik bağlamı yutmuştur çoktan. Bunca girizgaha rağmen hâlâ ne diyeyim bilmiyorum, bağlamım kayıp şimdi. 

Ne zamandır yazmadım ve şimdi de, uzun bir sessizliği bozan her insan gibi, tuhaf hissediyorum. Ne diyeyim bilemediğimden başıma gelen bir şey anlatayım: İstanbul’a geçen hafta yağan yoğun karda, bir gece, kürenerek bel hizasına gelmiş ve öylece donmuş kar yığınlarının yanından yürüyordum. Gecenin geç saatleri, hava dondurucu soğuk, bir araç sesi bile duyulmuyor derken birden tuhaf bir ses duydum, bir şırıltı, hem de epey güçlü bir şırıltı sesi. Çağlayan bir dere gibi. Yanları sıra yürüdüğüm buz kütleleri içlerde bir yerde çözülüyor diye düşündüm. Belki kanalizasyon çağlıyordu asfaltın altında, belki buzlar eriyordu, bilemedim. Yürürken o sesi dinledim ve sessiz, sakin, evime geldim. 

Çağıldayan tüm derelere ve tüm suskunlara selam ile...

İyi haftalar.