24 Şubat 2017 Cuma

N!

Bu hafta ne yazı ne de n-n-n'lar var.

Bu hafta TÜİK raporuyla baş başa bırakıyorum sizi: Türkiye'de kitap okumaya ayrılan süre 1 dakika!

İyi tatiller.


17 Şubat 2017 Cuma

N-n-n

Notlar!

Geçen hafta neleri takip ettiniz bilmiyorum ama ben, gece uykumdan uyanıp uyanıp (mışıl mışıl saatlerce uyuyan bir tip değilim, o yüzden o kısım gayet olağan) Kuyu adı verilen ve yetmiş metre derinliğindeki bir sondaj kuyusuna düşen köpeğin kurtarma operasyonunu takip ettim. Kuyu'nun şerefine ve yeni çıkacak romanı öncesinde okunsun öyleyse: Paul Auster'dan Timbuktu. Yanına, blog yazarınızın en sevdiği Çehov öykülerinden biri: Küçük Köpekli Kadın. (Bir diğeri, bir çocuk kitabı: Kaştanka.) Arkasından gelsin, Raimond Gaita ve Filozofun Köpeği. Eh, bu kadar köpek referansı arasında bizim kitaplarımızdan birini, insan suretine bürünen Tanrı'nın Afrika'da yeryüzüne inmesi ve savaş esnasında can verdikten sonra cesedinin köpeklerce yenmesi (olaylar, olaylar) bahsini içeren Tanrı Öldü'yü anmamak olmaz, hem Tanrı hem de köpek meraklıları kaçırmasın (her kim iseler...) Korku sevenler için Stephen King klasiği Kujo veya Dean Koontz'dan Nöbet diyelim; düz klasikçiler için de Beyaz Diş'e ya da Vahşetin Çağrısı'na birer bağlantı yollayalım ve devam edelim... David Foster Wallace, Ryan Gosling, Humprey Bogart ve Pablo Picasso'nun ortak noktası: köpek dostu olmaları. Pablo Neruda'dan bir şiir: Un Perro Ha Muerto veya İngilizcesini isterseniz A Dog Has Died - Türkçe Neruda okumak isterseniz Kuruntular Kitabı ya da Kuşlar Sanatı'na göz atabilirsiniz. Köpekler ve köpeklerden ilham alan sanat; üzerine, Smithsonian'ın müthiş arşivinden sanatçılar ve köpekleri.

Köpek parantezinde notlarımıza kitap harici başlıklarla devam - Instagram'da hep aynı cilalı hayatları izlemekten bunalanlar için gelsin: İllüstratör Rafael Mantessa ve Bull Terrier'i Jimmy Choo. Wes Anderson (Anderson'ın müthiş renk paletleri için buraya) ve yeni filmi Isle of Dogs: köpekli! Frida Kahlo ve tüysüz köpekleri. Grace Kelly ve köpekleri; Audrey Hepburn ve minik dostu Mr. Famous; Naomi Campbell ve Dalmaçyalılar. Üzerlerine: Virgina Woolf ve köpeği Pinka; Donna Tartt ve Pug dostu; Gertrude Stein, Alice B. Toklas ve köpekleri Basket. Bir ara çok modaydı, sonra unutuldu: Köpekler ve marifetleri, nam-ı diğer dogshaming. Tekrar yazarlar ve köpeklere dönelim ve bir parantez de burada açalım: Yazarlar ve dachshund'ları. Arkasından, Vogue ve köpekler. Üzerine bir sergi, ama köpekler için. Sonra Canis: kısa film. Kısa film demişken, Serge Avedikian'ın Altın Palmiye ödüllü Chienne d'historie'si ve tarihten utanç yaprakları. Film bahsine girdik mi çıkamayız ama hiç yerli bağlantı vermediğim için kapatırken buraya Sivas'ı koyuyor, bir alt satıra da tüm zamanların en sevdiğim filmlerinden birinin, Paramparça: Aşklar Köpekler'in fragmanını bırakıyorum.

Noktayı Laika ile koyalım.

İyi tatiller.



(Görselde Zadie Smith ve Pug.)

15 Şubat 2017 Çarşamba

Çember


Bunu dün atlamışım, yeni trailer, bugün buyrun: Çember, baharda sinemalarda. Tüm kadro için buraya.

Emma Watson rolüne müthiş uyum sağlamamış mı?

14 Şubat 2017 Salı

Müjde!


Bugünlerde beni sevindiren pek çok şey oldu ama sanırım en büyük sevinçlerimden biri, Fenerbahçe'nin efsane oyuncusu Ekpe Udoh'un bizim kitaplarımızdan birini, Dave Eggers'ın Çember'ini Kitap Kulübü için seçmesiydi... (Bunu yazarken ağzım kulaklarımda, siz düşünün :-)) Ekpe'nin Kitap Kulübü'ne buradan kayıt oluyor, sonra, belli tarihlerde Twitter'da dönecek tartışmalarda  etiketini kullanarak kitap hakkında konuşuyorsunuz; mevzu gördüğünüz gibi gayet basit ve keyifli. Ekpe daha önce takipçileriyle Kürk Mantolu Madonna'yı ele aldı, fakat şimdi, anladığım kadarıyla herkes kitabı beraberce okuyacak, duyurulan tarihler doğrultusunda aynı sayfalarda olmaya çalışacak - eğer okumadıysanız, size de bu kolektif okuma deneyiminin bir parçası olmanızı öneririz, biz tartışmaları zevkle takip edeceğiz.

Duyurumuzu da yaptığımıza göre, bu Çember bahsini romanla örtüşen güncel bir haberle, Apple'ın uzay üssü misali yeni yerleşkesinin açılış tarihinin yaklaştığı 'müjdesiyle' bitirelim... Kitabı okuduysanız eğer, üzerine sos niyetine birkaç bölüm Black Mirror izleyip Twitter timeline'ınıza bakmanız tir tir titremeniz için yeterli olacaktır, zira dünyanın hali, biz altını çizsek de çizmesek de epey fena.

Çember, yakın geleceğin ve uzak olmasını diyeceğiniz ihtimallerin romanı. Ve gelecek, çok yakında, kapınızda.

(Video'daki iş Aristarkh Chernyshev'e ait 2007 tarihli Loading; Whitechapel Gallery'nin Electronic Superhighway sergisinden.)





13 Şubat 2017 Pazartesi

Kime ait?


Bir isim bir şahsın tekelinde olabilir mi? Ya da bir renk, bir roman kahramanı? Bir adayı toptan satın almanın ya da yıldızın birinin tapusunu elde etmenin mümkün olduğu dünyada, her şey mümkündür elbette... Geçen hafta, tam olarak ne iş yaptığını asla anlamadığım Kylie Jenner ile Kylie Minoque, Kylie ismini kimin tescilleteceğine dair cebelleşiyordu, ama daha garibi, daha önce vanta siyahı adlı rengin kullanım haklarını satın alan Anish Kapoor'a sinirlenen Stuart Semple'ın kendi yarattığı özel tondaki pembe rengi tescilleyip Kapoor hariç herkesin kullanımına açmasıydı sanırım - Kapoor, yine de bu kısıtlamayı hiçe sayacak ve Instagram sayfasında parmaklarına bulaşmış pembelerin pembesiyle el hareketi yaptığı bir fotoğrafını yayımlamayarak nispet yapmaktan çekinmeyecekti.

Bu bağlamda Salinger'ın yarattığı kahraman Holden Caulfield'i alıp kendi romanının kahramanı haline getiren Fredrik Colting bu işten men edilirken fan-fiction başlığı altında kahramanlar oradan oraya sıçrayacak, Kylie Jenner ile ismi üzerinden çatışmaya girmekten çekinmeyen Kylie Minoque, Nick Cave'in, Bunny Munro'nun Ölümü'nde kendisini neredeyse bir avatar'a çevirip kullanmasına bir şey demeyecekti... Eh, dünyanın pek de tutarlı bir yer olduğu söylenemezdi.

'Kime ait?' başlıklı tartışmaların en çetrefillisinin merkezinde, bana sorarsanız, hâlâ Kafka duruyor; İsrail'in mi, Almanya'nın mı yoksa Prag'ın mı kültürel arşivinde olması gerektiği tartışmaları ve yaşanan türlü dram derken geçen hafta yine, yeni bir sayfa açıldı ve Kafka araştırmacısı Kathi Diamant, Kafka'nın kaleme aldığı kimi aşk mektuplarının Berlin'de, Naziler tarafından yok edilmemiş gizli bir arşivde bulunduğunu iddia etti. Yabancılaşma duygusunu benzersiz bir biçimde aktarmış yazarın ölümünden bunca yıl sonra bu kadar farklı kurum ve kişi tarafından sahiplenilmesi ise, eh, yine ancak onun makus kaderine yakışabilirdi...

Bugün, bir romanın açılış cümlesi üzerinden hayat, ölüm, sahiplenme ve hükmetmeye dair düşündüm. Masa bana ait değil ama fotoğraf vasıtasıyla sahiplendim sayılır.

Aidiyetlerinizi sarsmayacak bir hafta diliyorum.

Ben tam kendime göre
Ben tam dünyaya göre
(...)

(Şiirler bizim olsun bari.)

10 Şubat 2017 Cuma

N-n-n

Bu haftanın notları gerçekler ve alternatif gerçekler arasındaki gitgeller üzerine kurulu. Başlıyoruz:

Mark Twain'den William Faulkner'e yazarların evleri. Aslan yattığı yerden belli olur diyorsanız devamı var: evler, evler, evler. Üzerine, Dracula'nın şatosu, kelepir denebilir. Ardından, Harry Potter'ın evi, sizin olabilir. (Dilerseniz merdivenaltında bir dolapta bile uyuyabilirsiniz, kim karışacak?) Edebiyat eserlerinden çıkma evler, krokileriyle birlikte. Üzerine, Jonathan Safran Foer ile Nicole Krauss'un evi, boşanma sonrası, satışa çıkmış halde. Peşi sıra gelsin, Gore Vidal'in Amalfi'deki evi - malikane demek daha doğru gerçi. Kapanışa yaklaşırken: Salinger'ın evi, şimdi bursla orada yaşayacak çizerlere açılıyor. Son olarak: Ziyaret edebileceğiniz yazar evleri, bir de Sherlock Holmes'un 221b Baker Street konumundaki müzesi.

Trainspotting'in devamı T2 (ki kendisi Porno'dan uyarlama) Film Ekimi'nde gösterilecek, bildiğiniz gibi: Buyrun, Vice soruyor, Trainspotting kuşağının cankileri nerede şimdi? Arkasından gelsin, İskoçya'nın en leş tuvaleti ve diğer meşhur tuvaletler. Tekrar Vice'tan: Trainspotting film ekibine yol gösteren eski tüfekler. Arkasından: Kült nedir, ne değildir? Filmin görsel estetiğini tasarlayanlar anlatıyor. Bir kurmaca roman, bir döneme dair bunca gerçeği nasıl gözler önüne serer? İşte, aynen böyle. 

Bu hafta notlar bu kadar; kapatırken yalnız kalplere ve sevgilisini fazlaca ciddiye alan ruhlara yönelik geleneksel 'sevgililer gelir geçer, yeter ki havanız yerinde olsun,' temalı görsellerimi paylaşacağım, geçen hafta kaldığımız yerden, Cher'den devam - yanınızda kim olursa olsun, keyfiniz gıcır olsun. Temenni gibi temenni işte, ama buyrun, sevgililer gününüz kutlu olsun.

İyi tatiller.








8 Şubat 2017 Çarşamba

Hakikat ve Hayal Oyunları III



Jose Ortega y Gasset, romanın ölümünü ilan ettiği konuşmasında, “Öyle ya, yaşantımız zaten hiçliklerin devasa bir bileşiminden başka nedir ki?”[1] diye soruyor... Nedir sahi yaşantımız? Durmaksızın bir şeylere şifa, deva aradığımız bir süreç mi? Kişisel hayat adı altında nasıl bir medeniyet inşa edersek edelim ölümün eliyle yıkıma uğrayacak, nafile bir girişim mi? Tozdan gelip toza dönmek uğruna oraya buraya diktiğimiz tüm bayraklar bir kenara... Basılı kitabın, romanın, şiirin, kurmacanın öldüğü konuşulup duruyor yıllardır, fakat size bir sır vereyim, bunların her biri yaşıyor ve yaşayacak. Ölmekte olan bizleriz, tek hakikat bu.

Diğer her şey kurmacaya giriyor.


[1] Ortega y Gasset, Jose. Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üzerine Düşünceler. Çeviren: Neyyire Gül Işık.



-->

7 Şubat 2017 Salı

Hakikat ve Hayal Oyunları II



“Evet, bunu aynen böyle yaz.”[i]

Hakikat, bu yıl, edebiyat alanında verilen en büyük ödüllerden biri olan Nobel bağlamında onurlandırıldı: Belarus asıllı gazeteci Svetlana Aleksiyeviç, sözlü tarih alanında yaptığı çalışmalar ve derlediği tanıklıklardan oluşan metinleriyle ödüle layık görüldü. Aleksiyeviç, ödülü alırken yaptığı konuşmada edebiyatla değil, belgelemeyle uğraştığını söyleyecek ve bugün, bu çağda gerçekle kurgu arasında bir hudut kalmadığını, birinin diğerine aktığını belirtecekti. On dokuzuncu yüzyılda yaşamış olsaydı kesinlikle roman yazacağını söyleyen Aleksiyeviç, bugünün dünyasında kurmacanın, yaşamın gerçekleri karşısında yetersiz kaldığını iddia ediyordu. SSCB ve SSCB sonrası yaşamın sancılı panoramasını derlemek üzere çalışan yazar, Çernobil ve benzeri felaketler sonrasında insan tecrübesinin tahayyülün ötesine geçmiş olduğunun altını çiziyor ve bu çerçevede ancak parçalı hakikatlerin, kişisel gerçeklerin geçerliliği olduğunu söylüyordu. Aleksiyeviç, “Burada yaratıcılığa yer yok. Gerçeği olduğu gibi aktarma, ‘edebiyat üstü’ olma zorunluluğu var. (...) Nietzsche’nin sözleri geliyor akla: Hiçbir ressam, gerçeğe yaklaşamaz. Onu yerden kaldıramaz,”[ii] diyordu.
Oysa Aleksiyeviç, haber bültenlerinde birkaç dakikalık yer bulan, ekranlarda patlayan “Son Dakika” ibarelerinin gerisindeki büyük felaketlerin gölgesinde yatan hikayelere kulak vermiş ve gerçekleri, zaman içinde silinip gitmeden evvel tüm ağırlığı, tüm çelişkileri ve tüm sertliğiyle kendi tuvaline resmetmeyi başarmıştı.

***

 “Gençken, diye konuştu, romanı sevdiğim kadar başka hiçbir şeyi sevmiyordum.”[iii]  

Batı’da bilhassa son yıllarda rağbet gören bir sağaltma tekniği mevcut: Bibliyoterapi.[iv] Dünyanın gerçeklerinden bunalanlar, içe dönseler bile sığacak yer bulamayanlar ve türlü kahır çekerek yardım arayanlar için şifa umudunun, uzmanlar tarafından ilaç reçetesi misali yazılan romanlarda yattığını söylüyor bu işin erbapları. Aşk acısı mı çekiyorsunuz? Yalnız ve dışlanmış mı hissediyorsunuz? Yoksa gelecek, sizi ürkütüyor mu? Uzmanlar, belli bir ücret karşılığında, hangi romanları okumanın dertlerinize deva olacağını, hangi metinlerle avunabileceğinizi söylemek için hazır ve nazır beklemekte... Siz derdinizi söylüyorsunuz, onlar da size hangi romanda şifa bulacağınızı bildiriyor. Psikiyatrist gibi düşünün; fakat bu terapi seansından elinizde antidepresanlar içeren bir reçeteyle değil bir kitap listesiyle çıkıyorsunuz. Geleneksel ilaçlara kıyasla yan etkiler açısından da daha sağlam olsa gerek: Dünyanın hakikatlerinden bunalanlar için kurmaca çözümleri. İnsanın, ister istemez, bu furyanın faydacılığı karşısında, tüyleri ürperiyor – ki eminim, faydacılığın aleniliğinden rahatsız olanlar için de bir reçete, bir Ayn Rand romanı falan yazılıyordur illa ki. Madalyonun bir de ters tarafı var tabii: Romanlarla şifa bulmak mümkünse tam tersi, onlar sayesinde yıkılmak da mümkün olabilir – örneğin bugün, edebiyat klasikleri arasında yer alan Genç Werther’in Acıları, zamanında okurlarını intihara sürüklemiş olmasıyla tarihe geçmiş, kurmacanın gücünü ortaya koymuş bir eserdir. 

Kurmaca yazarının inanılır öyküler anlatmak için hakikatten beslenmesi gerektiğini savunanlar hep vardı, her zaman da olacak: Tarih boyunca pek çok yazar, masa başına geçmeden önce bir geminin güvertesinden meçhul ufuklara ya da bir savaş alanında karşısındaki düşmana bakmış, kalemini hakikatlerle bilemiştir. Goethe de kendi korunaklı yaşamında acı hakikatlerden nasibini almış, genç yaşında şiddetli hayal kırıklıkları yaşamış, sevdiğini sandığı iki ayrı kadının da başkalarıyla evlendiği haberini alarak yıkılmıştır. Mektup formunda kaleme aldığı Genç Werther’in Acıları’nda duygusal buhranını sayfalara dökerek bir başkasıyla beraber olan bir kadına aşık bir gencin duygusal iniş çıkışları ile nihayetinde intiharını konu eder. 1774 yılında, henüz 25 yaşında genç bir adamken üç ay gibi bir sürede tamamladığı romanı Genç Werther’in Acıları’nı Leipzig Kitap Fuarı’nda görücüye çıkarırken dünya üzerinde koparacağı fırtınadan bihaberdir. Bir önceki eseri Götz von Berlichingen ile dikkatleri üzerine çekmiştir çekmesine ama Werther ile dünyayı sarsacağını, on sekizinci yüzyılın ilk çoksatarlarından birine imza atmakla kalmayıp eserinin yıkıcı bir fenomene dönüşmesine şahit olacağını haliyle bilemez.

Eleştirmenler, sonraları, Goethe’nin bu romanı yazarak kendini sağalttığını ve intihar eğiliminden böylelikle kurtulduğunu iddia etse de yayımlanır yayımlanmaz pek çok baskı yapan ve başka dillere aktarılan Genç Werther’in Acıları, sonradan Werther Etkisi[v] olarak anılacak biçimde pek çok gencin canına kıymasına yol açar. Gençler arasında artan intiharları mutlak biçimde kitaba bağlamak mümkün değildir ama 1778’de, cebinde kitabın bir nüshasıyla nehre atlayarak intihar eden Christel von Lassberg adlı genç kadın gibileri, şüpheye mahal bırakmamayı seçer. Kitabın etkisi o denli derindir ki içinde betimlenen kıyafetler ve giyim tarzı bile çığır açmıştır. Nihayetinde, sakıncalı bir etkisi olduğu düşünülerek, kitap -ve hatta sayesinde moda olan kıyafetler- kimi yerlerde yasaklanır. 

Goethe’nin kendi hakikati ile bilenen -ve belki de onu iyi eden- kurmaca, o dönem kalp acısı çekenlerin yaşamlarına son vermek için beklediği işaret fişeği olmuş, bugün klasiklerin arasında anılan bu eser, zamanında hakiki bir yıkım etkisi yaratmıştır.

Bugün, kitabın kapağını kapayıp ölüme koşmuş canları değil de bu metni anıyor ve okuyorsak eğer, hakikatin değil kurmacanın kerametinden olsa gerek.


[i] Aleksiyeviç, Svetlana. Voices from Chernobyl. (Picador, ABD edisyonu.)
[ii] Aleksiyeviç, Svetlana. “Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine.” Çeviren: Nigar Hacızade. BeşHarfliler. 8 Aralık 2015.
[iii] Goethe, Johann Wolfgang von. Genç Werther’in Acıları. Çeviren: Yüksel Pazarkaya.
[iv] Eski Yunan’da kütüphanelere “Ruhun Şifa Bulduğu Yer” yazılı tabelalar asıldığı söyleniyor, fakat bu terim ilk kez 1920 yılında, Christopher Morley’nin The Haunted Bookshop adlı metninde kullanılmış. (Anderson, Hephzibah. “Bibliotherapy: Can You Read Yourself Happy?” BBC, 6 Ocak 2015.)
[v] Werther Etkisi, 1974 yılında, David Philipps tarafından sosyoloji jargonuna dahil edilmiş ve bilhassa basında fazlaca yer bulan vakaların ardından intiharlarda gözlemlenen artışı betimlemek üzere kullanılmıştır. Bu sav uyarınca keramet, yazarın kaleminin kuvvetinde değil, kitabın fazlaca yaygınlaşmasında, dolayısıyla intihar bahsinin kitap sayesinde moda olan kıyafetler gibi çığır açmasındadır.
-->


(Görsel, Yan Lei'ye ait bir iş: Fact or Fiction sergisinden Landing, New York II Diptych.)

6 Şubat 2017 Pazartesi

Hakikat ve Hayal Oyunları I


“Yaptığım şey bu: Dünyaya yumruk sallamak.”[i]

2016’ın ilk günlerinde parlak bir yıldız kaydı, geriye sevenlerine illa ki bulaşan tozu kaldı: 8 Ocak’taki doğum gününde Black Star adlı yeni bir albüm çıkaran David Bowie’nin, bundan birkaç gün sonra -sesi tüm dünyada yankılanır, albümde de yer alan Lazarus (!) adlı şarkısıyla aynı adı taşıyan müzikalinin Broadway’de sahnelenmesi vesilesiyle posterleri New York şehrinin duvarlarını kaplarken- hayata veda ettiği duyuruldu.

Sanatçının gizlediği hastalığından bihaber olanlar için ani ve şaşırtıcı bir ölümdü bu; anlatıda yeni bir dönemeç alınacağı zannedilirken konan nihai nokta. Oysa taşlar, haberin duyurulmasından kısa süre sonra yerine oturmaya başlayacak, yeni albümün sanatçının kendi yok oluşuna yaktığı bir ağıt niteliği taşıdığı anlaşılacaktı. Bir vedaydı bu; sanat yaşamını değişim ve dönüşüm üzerine inşa etmiş bir vizyonerin kendi anlatısına kendince biçim verme, sekteye uğramasına zemin tanımama girişimi – meşum bir hastalığa boyun eğip hikayenin sonunu ona teslim etmektense onu bekleyen ölümü kendi estetiğine yedirme hamlesi... Listelerde bir numara olan Black Star’ın (Kara Yıldız) bir tür kanser lezyonunu betimleyen terim olmasından tutun şarkı sözlerinde geçen, “Yukarıya bakın, göklerdeyim,” dizesine varana değin hikaye, ölümün ışığında yeniden okunmakta ve anlaşılmaktaydı şimdi: Sanatçı, kendi hakikatini, anlattığı hikayede doğrudan ve dolaylı biçimlerde ortaya koymuş, belki de, yaklaşan ölümüyle böyle baş etmişti. Ardında sanat yaşamıyla bağdaştırmayı başardığı şairane bir ölümün gölgesini bırakan Bowie,[ii] bunlar konuşulduğu sırada gizli bir törenle yakıldı ve küller, küllere dönüştü.

Belki tesadüfiydi, belki tam da böyle olmasını istemişti: Gelgelelim Bowie, pek az faninin yapabildiği bir şeyi yapmış, yaşam öyküsünün sonunu kendi mitolojisinin bir parçası haline getirmeyi başarmıştı. Bu ölümün ışığı yahut gölgesinde yıldızlar gerçekten de farklı görünüyordu; öyle ki Mars yakınlarında bulunan ve dış hatları çakan bir şimşeği andıran takımyıldıza onun adı verildiği yolunda bir haber yayıldı, fakat ardından yalanlanarak uzayda Bowie’nin adını taşıyan yegane şeyin bir asteroid olduğu söylendi.[iii] Öyle ya da böyle Bowie, yıllar boyunca kurguladığı anlatının ölümün sakilliğiyle yıkılmasına izin vermemiş ve insanlığın onca zamandır bakıp düş kurduğu aleme ebediyen çekildiği izlenimini perçinlemişti.

Efsanelerden inanışlara, kitaplardan şiirlere hatta dile ilham kaynağı olmuş, nice hayalcinin yegane sığınağı gökyüzü, sadece Bowie’nin damgasını taşımıyordu elbette. Bu esnada bir grup sanatçı ve bilim adamı, bu yılın ikinci yarısında Ay’a gönderilecek bir “kargoyu” hazırlamakla meşguldü. Lowry Burgess yönetimindeki MoonArk ekibi, uzaya gönderecekleri bu zaman kapsülünün içine biraz parfüm, genetiğiyle oynanmış bir keçinin DNA’sı, ekipten birinin aile fotoğrafları gibi şeylerin yanı sıra bir tüpün içine yerleştirilmiş, kimliği açıklanmayan otuz üç sanatçıdan alınmış kan örneğini yerleştirmeyi tasarlıyordu. Projenin lideri Burgess, bu işe şiir yazarcasına yaklaştıklarını ve her bir objenin “tınısının” birbiriyle kaynaşarak uzayda yankılanacağını söylemekteydi. Oysa gerçekler, MoonArk ekibinin hayallerinden biraz daha farklıydı: Neil Armstrong’un “insan için küçük, insanlık için dev” adımını atmasının ardından bugüne değin Ay’ın yüzeyinde on kişi yürümüş, insanlığa onca zamandır ilham veren bu kaya parçasının üzerine beş Amerikan bayrağı dikildiği gibi yüzlerce dışkı torbası bırakılmış, uzay aracı enkazlarının sayısı yetmişi bulmuştu. Ay, insan çöpüyle kaynıyorken, “insan ayak izinin ötesine uzanma” arzusuyla “anlamlı nesneler” derlemekle uğraşan sanatçılar, en hafif deyişle muhtemelen boşuna yoruluyordu. Hakikati hayaller ile bağdaştırma hususundaki istisnalar bir yana, hakikat öyle kolayca eğilip bükülmez[iv] ve çoğu zaman, kurmacaya galebe çalmayı becerirdi.[v]


[i] Dyer, Geoff. Bir Hışımla. Çeviren: Seda Ersavcı.
[ii] Dönüşümü sanatının merkezine yerleştirmiş olan Bowie’den ölüm bağlamında bahsetmek -bu ölüm her ne kadar özenle kurgulanmış gibi görünse de- son derece güç. Öte yandan bu güçlük, sanatçının yarattığı aura ile ilgili olsa gerek, zira ölüm haberi karşısında sosyal medya, buna inanamadığını haykıran binlerce mesajla kaynamaktaydı: Sanatçı, her nasılsa sevenleri üzerinde, fani olmadığı yolunda bir izlenim yaratmayı başarmıştı. Anlatının gücü.
[iii] National Geographic’in haberine göre 2008’de keşfedilen bu asteroide David Bowie adı, ölümü sonrasında değil, 2015 yılının Ocak ayında verilmiş.
[iv] Yıllar, yıllar boyunca Ay’dan ilhamla hikayeler yazan, inanışlar geliştiren, kozmolojiler kuran insanın buraya ayak bastığında ilk yaptığı şeyin bayrak dikmek, ardından çöp atmak olması, hayaller ve hakikat arasındaki mesafeyi tanımak açısından anlamlı kanımca.
[v] “Hakikat kurmacadan daha tuhaftır, gelgelelim kurmacanın olasılıklara uygun ilerlemesi gerekirken hakikat için böyle bir şey söz konusu değildir.” Mark Twain. (Ekvator Boyunca’dan.)

(IAN Edebiyat'ın Şubat 2016 sayısında yayımlanan yazının buradaki görseli, Bowie'nin Tommy Hilfiger için yer aldığı reklam kampanyasından.)

3 Şubat 2017 Cuma

N-n-n

Bir süredir notlarımı derlememişim; o zaman n-n-n!

!f İstanbul başlıyor, kapanışı T2 ile yapıyor. Trainspotting efsanesini özlemiş olanlar kaçırmasın, geri kalanlar daha okumadıysa kitapları eline alsın. Üzerine, David Bowie müzikali ufukta. Ara nağme niyetine: David Bowie'den Sound and Vision ve çeşitli yorumlar. Peşi sıra gelsin, NME'nin En İyi Film Müzikleri, 61'lik liste. Bu arada vizyon filmlerinden La La Land'i izlediniz mi? Adeta menemen soğanlı mı olur soğansız mı, turşu sirkeyle mi yapılmalı yoksa limonla mı tartışmalarını anıştırırcasına, dünya bu filmi izleyip bayılanlarla filmden nefret eden, caza ihanet ettiğini iddia edenler arasında ikiye bölündü; ben henüz izlemedim, o yüzden gönül rahatlığıyla bağlantı veriyorum: Karış karış La La Land. Paragrafı kaparken başa dönelim: !f ve programda yer alan filmlerin tanıtım filmleri.

Yazarı okur olarak tahayyül etmek: Salman Rushdie, Oggito'da yer alan söyleşide okuma alışkanlığından bahsediyor. Bir bağlantı da artık geçmişe gömülen bir mecradan, Radikal Kitap'tan gelsin: Rushdie yeni romanıyla şaşırtacak. Rushdie'nin yeni romanı İki Yıl Sekiz Ay Yirmi Sekiz Gece için buraya, geçtiğimiz yıl Frankfurt Kitap Fuarı'nda yaptığı konuşma için buraya buyrun.

Çağın mutsuzluğuna dair çeşitlemeler: "Sosyal Medya Bir Tuzak" - Zygmunt Bauman, "Umut Bugünü Değiştirme Çabasıdır" - Alfonso Cuaron, "Elitlere Ütopya, Kalanlara Distopya" - Yuval Noah Harari. Bu bahis sürer ama insanı umutsuzluğa sürüklüyor. Noktayı eski bir yazıyla, Hakan Bıçakçı'nın Hayatımız Distopya'sı ile koyalım.

Geçen yıl çok severek okuduğum bir çizgi roman, Bırak Üzülsünler, şimdi Türkçede. Bunu seven Frances Ha'yı da sevmiş olabilir mesela veya olmayabilir, ikisini bir tek ben sevmiş olabilirim, bilemiyorum, zira net bir bağlantı yok ikisinin arasında. (Subjektivite tavan ama canım kendim diyerek mide bulandırmayacağım, çünkü o kadar da değil, paniğe mahal yok.)

Radikal'in onca yıllık kitap eki Radikal Kitap, Hürriyet Keyif ile birleştirdiği hayatına Hürriyet Kitap Sanat adı altında devam ediyor; üzülmedim diyemem, Radikal Kitap, Radikal Cumartesi gibi, hatta Radikal'in kendisi gibi değerli bir mecraydı; şimdi geriye bir tek web arşivi kaldı. Hürriyet Kitap Sanat, ileride takip edilmesi gereken on genç edebiyatçıyı belirlemiş, bir göz atın, ilginç bir liste. Geleceğe dair kafa yormayı sevenler için gelsin üzerine; 2017'nin getireceği eğilimler.

Yazıyı, Zonguldak'taki bu dört bin yıllık muhteşem porsuk ağacıyla kapatır, sizlere iyi tatiller dilerim. Unutmayın, yılın rengi, Pantone'ye kalırsa yani, Greenery.

Yeşiliniz bol olsun. (Görselde Sonny ve Cher, iyi tatiller diler.)



2 Şubat 2017 Perşembe

Hayal


Kozmokomik Sanat

“Dua et bizim için, bir zamanlar uçabileceğimizi düşünürdük biz de.”[i]

Gelecek Kütüphanesi’nin yaratıcısı Katie Paterson, 1981 doğumlu bir sanatçı; bugüne değin yaptığı işlerin hemen hepsinde zaman ve uzama dair duyarlılığı ön plana çıkıyor. Bütün Ölü Yıldızlar isimli işi için, kayıtlara geçmiş tüm kaymış yıldızlara ait bir harita çıkarmış; İkinci Ay ile aya ait bir taş parçasının hava yolu kargosu vasıtasıyla dünyanın etrafında seyahatini sağlamış. Karanlığın Tarihi ise, karanlığa dair, milyonlarca yılı kapsayan imgelerle uzun soluklu bir arşiv oluşturan bitimsiz bir iş olarak tanımlanıyor. Dünya-Ay-Dünya adlı işi için Paterson, Ayışığı Sonatı’nın Mors alfabesine dönüştürülerek radyo sinyalleri vasıtasıyla Ay’a gönderimini sağlamış ve Ay’dan yansıdığı kadarıyla sonatı, yeniden notalara aktararak, kendi kendine çalacak bir piyano düzeneği yardımıyla, 2014 Edinburgh Sanat Festivali bağlamında sergilemiş.[ii] The Guardian, Paterson’ı, Calvino’yu anıştırarak ‘Kozmokomik Sanatçı’ diye niteliyor ve bilinen ile bilinmeyeni kozmokomik bir şiirsellikle harmanladığını belirtiyor.[iii] Paterson, sanatından bahsederken, eserlerinde hayal gücünün merkez konumda olduğunu söylüyor; kayıp gitmiş yıldızların, aydan dünyaya yansıyan müziğin ya da ayın dünyanın etrafında bir kargo uçağıyla seyahatinin temsili vurgusu, sonsuzluk çağrışımlarıyla, uzay ve zamana dair dipnotlar açan tasavvur süreçleriyle iz bırakıyor. Slow Space adlı uzun vadeli sanat girişimleri projesi kapsamında yürütülen Gelecek Kütüphanesi ise, Paterson’ın diğer işleriyle örtüşen niteliğiyle, bugünün kelimelerinin yüz yıl sonrasında nasıl bir akis yaratacağını hayal etme imkânı tanıyan bir zemin yaratıyor... Tabii unutmamak kaydıyla: Yüz yıl sonra, bugünün teknikleriyle kâğıda basılmak üzere saklanan bir metnin hayali, kuşkusuz bunu mümkün ya da geçerli kılacak bir dünyanın var olacağını kabul etmekten geçiyor. Bilim-kurgu, metnin içeriğinden bağımsız olarak, tam da burada devreye giriyor esasında; yüz yıl sonrasının kitaplarını nerede, hangi formatta canlandırdığınızı sorgulamış, kendi ütopik/distopik gelecek resminizi çizmiş oluyorsunuz.

Katie Paterson, Gelecek Kütüphanesi’nin, bir asır sonra ev sahipliği yapacağı metinlerle birlikte büyüyen ağaçlardan oluşmasından heyecan duyduğunu belirtmiş. Atwood’un kelimelerinin bu ağaçlarla birlikte büyüyeceğini, ağaç halkalarının kitaptan bölümlere dönüşeceğini ve böylelikle, yüz yıl içinde orman olacak fidanlıkla ile yayımlanmak üzere mühürlü, ahşap bir kutunun içinde bekleyecek metinlerin arasında özel bir bağ kurulacağını eklemiş.[iv] Gelecek bir yana, girişimin şimdi, bizlere verdiği mesaj oldukça güçlü: Bugün, bu zamanda, kâğıttan mamul kitapların ömrü tartışmaya açılmışken yüz yıl sonra kitap kâğıdına dönüştürülecek bir orman alanı yaratmak, kitabın bildiğimiz şekliyle varlığını sürdüreceğine, hiç değilse kültürel ortamdan tamamen silinmeyeceğine dair inancı ortaya koyuyor ve bu, hiç de azımsanacak bir iddia değil.




[i] Atwood, Margaret. “Ölü Gezegende Bulunan Zaman Kapsülü.” Başka Dünyalar. Çeviren: Selin Siral.
[ii] www.katiepaterson.org
[iii] The Guardian. “Katie Paterson, the Cosmicomical Artist.” 6 Nisan, 2012.
[iv] Paterson’ın şairane betimlemelerini okurken ister istemez nükleer savaş, iklim felaketi, orman yangını gibi senaryolar geçiyor aklımdan; distopyalar ile beslenmiş bir nesilden geldiğimden olsa gerek.

(Margaret Atwood'un Gelecek Kütüphanesi projesi hakkındaki yazının tamamı, IAN Edebiyat'ın 2014 tarihli sayılarından birinde yayımlandı ve Zaman Kapsülünde  Kitap adını taşımaktaydı... Zaman kapsülünü yeniden kapsüllemek gibisinden bir girişimin sonucu olarak artık kısmen burada, ki blog'da bu projeden daha önce de bahsetmiş olmalıyım. Görselde, Pluto, en sevdiğim.)

1 Şubat 2017 Çarşamba

Farklı


Depresyonda olduğu doğruydu. Depresyon her nüksedişle yeniden baş gösteriyor, girdiği her mekanı kolaçan ederken krizin onu ne zaman yoklayacağını küskünlükle karışık bir içe dönüklükle merak ediyordu. Ama dayanılmaz, kalıcı bir depresyon değildi bu. Üzüntü her zaman yerini bir hırçınlık nöbetine devrediyor, bu şeyi alt edeceğim düşüncesi gene ön plana geçiyordu. Güçlü, dayanıklı, özel biriydi, ondan yana olan pek çok şey vardı, başkalarının başına çok daha kötüsü geliyordu, zaman kıymetliydi, her şeyin bir nedeni vardı, her zaman bir çıkış yolu bulunurdu, mücadele edip kazanmak için doğru tavrı takınmak yeterdi, hiçbir şey onu durduramazdı ve yarın farklı bir gün olabilirdi.

(Joshua Ferris, Bilinmeyen. Çeviren: Hatice Taş. Görseldeki iş Pejac'a ait; Pejac hakkında daha fazlası için buraya.)