27 Nisan 2018 Cuma

Raflar






Yeni keşifler, eski dostlar... Bu seneki Londra Kitap Fuarı ziyaretimizde şehrin en sevdiğimiz kitapçılarına uğramayı ihmal etmedik; hepsini tek tek sayacak değilim ama yolunuz düşerse kişisel favorilerimden John Sandoe Books'a bir uğrayın, ufacık bir yere neler neler sığarmış görün ve keyfini çıkarın derim.

26 Nisan 2018 Perşembe

Önce


Hangimiz önce ölecek? Babette benden önce ölmek istediğini söylüyor, çünkü bensiz kendisini dayanılmaz biçimde yalnız ve mutsuz hissedermiş, hele ki çocuklar da büyümüş, başka yerlerde yaşıyor ise. Bu konuda çok katı. Ciddi ciddi benden evvel gitmek istiyor. Konuyu öyle hararetli bir biçimde tartışıyor ki bu hususta seçme hakkına sahip olduğumuzu düşündüğü çok açık. Ayrıca evde bakıma muhtaç çocuklar olduğu sürece bize bir şey olamayacağına inanıyor.  Ömrümüzün nispeten uzun olmasının garantisi çocuklarmış. Onlar ortalıkta olduğu sürece emniyetteymişiz. Fakat büyüyüp evden ayrıldıkları an, önden giden kendisi olmak istiyor. Buna neredeyse can atar gibi konuşuyor. Beklenmedik bir şekilde, sinsice, gece vakti sıvışıp giderek ölmemden korkuyor. Yaşama bağlı olmadığından değil; onu korkutan yalnız kalmak. Boşluk, kozmik karanlık algısı.

MasterCard, Visa, American Express.

(DeLillo, Don. Beyaz Gürültü. Çeviren: Handan Balkara. Görsel, Berlin'den, Kastanienallee'de bir dükkan önü.)

24 Nisan 2018 Salı

Hakikat



Bir kıyamet romanı yazmak amacıyla yola koyulmadım. Bireysel anlamda ölümü ele alan bir roman bu. Pek yaygın, fakat nadiren dile getirilen bir korkuyu, Jack Gladney'nin takıntılı ölüm korkusunu  kapsayıp etkisizleştirecek kadar büyük ve korkunç olan tek şey Hitler. Jack, Hitler'i ona karşı bir koruma aracı gibi kullanıyor; tutunabileceği her şeye tutunmak istiyor. 

(Basının taleplerini nadiren karşılayan Don DeLillo, NYRB'ye Beyaz Gürültü'yü anlatıyor. Jack Gladney, Don DeLillo'nun Beyaz Gürültü romanının başkahramanı, Hitler Çalışmaları ise onun profesyonel ilgi alanı... Gladney, bir Amerikan üniversitesinde kendi icadı olan bu departmanda Hitler konusunda ders veriyor, çocukları ve eşi ile birlikte kendine açtığı üniversite profesörü nişinde yaşantısını tehdit edebilecek türlü tehlikeden korunduğunu umuyor. Sonra, günün birinde bir bulut, yaşadıkları yere doğru yaklaşarak ufak çapta bir kıyamet koparıyor ve Gladney'nin görece güvenli yaşamı, TV'lerin haber bültenlerinde ya da gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde rastlanacak biçimde dökülmeye başlıyor...

Bu romanı ilk okuduğumda iki binli yılların başlarıydı; o sıralar en büyük eğlencesi süpermarket sayılacak, kasabadan hallice bir kentte yaşıyordum, meşhur (!) bir seri katilin doğduğu ve kimi cinayetlerini işlediği yer olarak da bilinen bir kentti burası (başka bir özelliği yoktu) ve oraya nasıl öyle birden bire sürüklendiğimi ben bile bilemiyordum; içinde bulunduğum ruh hali sürekli kaygıdan çökkünlüğe, çökkünlükten kaygıya kayarken küçücük ekranda felaket haberleri, cinayet haberleri, cinnet haberleri ve hepsinin bileşimi siyaset haberleri beliriyor, yaşamın kesif karanlığı hepimizi, her an yutacakmış gibi geliyordu. Beyaz Gürültü benim için yazılmıştı sanki, sadece bana ait bir gerçekliği paylaşır gibi; öte yandan hepimizi, halimizi, her şeyimizi en hakiki biçimde ortaya koyuyordu - yazarın sesi, yaşamın kendisine eşlik etse, sanki her şeyi o anlatsa, o zaman bir parça teselliye yer bulunabilirdi. Hayat, üniversitede alınan bir ders gibi bölümlere ayrılsa ve ödevler baştan belirlense her şey daha kolay olabilirdi.

Seneler sonra, bu romanı tekrar okurken yine benzer duygulara kapıldım; kendi ölümüme ve ardından yaşamıma bakar gibi tanıdık bir duygu, deja vu. İlk okuduğumda beni dehşete sürükleyen ilk kısım, dahiyane olmakla beraber bu defa o denli sarsmadı, ama öte yandan kitabın final kısmında yer alan bahis, Jack ve eşinin ilişkisi, paylaştıkları yalnızlık, adeta bağrımı deşti... Ne diyorduk, zaman; zaman ve yaşam.

Kurumlara gözü kapalı güvendiğimiz bir çağda olsaydık eğer, bu kitabın çağ manzarasını tanıtmak adına, hakikatı anlatmak adına okullarda okutulması gerektiğini söylerdim ama dünya öyle bir yer değil ve okullarda ne yapıldığını bilmiyorum, bu nedenle, sadece, birilerinin bu muhteşem romanla yeni tanışmasına vesile olacaksa eğer (yeniden) yayımlanmasında parmağım olduğu için kıvanç duyduğumu bildiriyorum.

Şimdi, her zamanki ketum çizgimin dışına çıktığım için kendimi bir şeylere vurmam gerektiğinden bana müsaade... Görüşmek üzere.)

((Yukarıdaki görsel Hayward Gallery'deki Andreas Gursky sergisinden - Toyota, Toys R Us ve kadrajdaki yabancı. Aşağıda, Chelsea dolaylarında bir inşaata ait duvar. Gökyüzü bizim, ama hiç kimsenin.))







5 Nisan 2018 Perşembe

Naif


Liste yapmak neden iyi gelir insana? Çünkü zaman kısıtlıdır ve hayat, kaos üzerine kaos tertip ederek insanı sarsmayı pek sever; biz biçare fanilere ancak zaman sonsuzmuş gibi davranmak ve süreğen kargaşayı (nafile biçimde) kontrol altına almaya çalışmak düşer. Erlend Loe, herkesin pek bir bilmiş, pek bir oyuncu, pek bir cambaz olduğu bir çağda düz, dürüst, doğrudan bir roman kahramanı yaratıyor; hayatın anlamını en basit ilkeler üzerinden sorgulayan, teselli arayan bir roman kahramanı... Naif. Süper, sadeliği ve zarafetiyle insanın içine işliyor; insanda acilen bisiklete binme, listeler düzme ve gülümseme ihtiyacı uyandırıyor.

Bu kitapta çok kötü bir şey olmuyor.
Bazı iyi şeyler oluyor.
Okuduklarınız size tanıdık ve gerçek geliyor.
Loe'nun sihirli dokunuşu da, bizce, burada yatıyor.
Yazar, basit şeyleri güzel, güzel şeyleri basit gösteriyor.

(Konu ile alakalı olduğu için listelerle ilgili bir bağlantı verelim: "Listeleri seviyoruz çünkü ölmek istemiyoruz." Görselde blog yazarınızın hayatının ilk beş yılında oldukça büyük önem taşıyan çekicini görüyorsunuz, kendisi şimdi de kalemlikte sürdürüyor yaşantısını... Naif kalmak dileğiyle.)

4 Nisan 2018 Çarşamba

Görüntü


Televizyonun sesi çok kısık olduğundan Babette'in neler söylediğini duyamıyorduk. Ama kimse sesi açma zahmetine girmedi. Önemli olan görüntüydü, Babette'in siyah-beyaz yüzü; hareketli ama aynı zamanda yassı, mesafeli, yalıtılmış, zamansız yüzü. Bu oydu, ama o değildi. Bir kez daha, Murray'nin doğru bir noktaya parmak basmış olabileceğini düşünmeye başladım. Dalgalar ve radyasyon. Şebekeden bir şey sızıyordu. Babette üzerimize bir ışık saçıyor, vücut buluyordu; yüz kasları gülümsemesi ve konuşması için çalışır, elektronik noktalar kaynaşırken, o, hiç durmadan oluşuyor ve yeniden oluşuyordu.   

(Don DeLillo, Beyaz Gürültü. Çeviren: Handan Balkara. Görseller: Ludwig Windstosser, Werbung für Energieversorgung.)


3 Nisan 2018 Salı

Ses


Spotify hesabımızı takip ediyor musunuz? Bu devirde, algoritma vasıtasıyla tam zevklerinize göre şarkı listeleri hazırlatabiliyorken belki abes ama yine de bulunsun: Sirenin Sesi. Eski takipçiler bilirler, bir zamanlar pek sevgili bir Grooveshark hesabımız vardı ama bütün bilgileri bir gecede, Grooveshark'ın kapanışıyla siber uzayda kayboldu, içinden çekip çıkarabildiğimiz enkaz ile de Spotify kuruldu. Kitap odaklı listelerimiz genelde bahis konusu metinlerin tetiklediği ruh hallerinden ilhamla hazırlanıyor, her birinde adını aldıkları romanlara göndermeler bulunuyor; kendi başına takılan listeler ise dönemsel hal, heyecan ve hezeyanları yansıtıyor - bir uğrayın, karıştırın, dilerseniz takibe alın, artık orası size kalmış, siz bilirsiniz. Şu sıralar benim canım sadece Beyaz Gürültü listesini dinlemek istiyor mesela, orada takıldım, herkesi beraberce paralize olmak üzere beklerim.

2 Nisan 2018 Pazartesi

Önseme

İnsan, bazen aradığı şey gözünün önünde bile olsa görmüyor, sevgili blog okuru, nice değerli dakikasını, somut veya soyut, gereksindiği şey tam karşısındayken boş yere arayarak harcıyor. Bu, fikirler için de geçerli, "Hadi canım," "Yok yahu, öyle değildir herhalde," ile geçip giden ömürler söz konusu; oysa hayat şaşırtmacalar düzenlemeyi pek seviyor. Geçenlerde sinemada, hakkında hiçbir şey bilmeden girip izlediğim Paul Thomas Anderson filmi Phantom Thread esnasında böyle bir şey yaşadım - çok beğendiğim ama herkese göre olmadığını düşündüğüm bu film, cebinden bir referans çıkararak bana hoş bir ters köşe sundu ki emeği geçenlere teşekkür etmeyi borç bilirim. Hiç beklemediğim bir Shirley Jackson referansı, film sırasında adeta üzerime atladı ve önce tesadüftür dedim ama sonra, ikinci ve belirleyici bir unsur ile karşılaşınca emin oldum: Paul Thomas Anderson, Shirley Jackson'ın tekinsiz hayalet hikayelerinden esinlenmekle kalmamış, Biz Hep Şatoda Yaşadık'ın başkahramanına da selam çakmıştı - Daniel Day Lewis'in canlandırdığı Reynolds Woodcock karakterinin, onu ve ablasını yetiştiren dadıdan bahsederken, "Dadımız, şeytani Ms. Blackwood'du, biz ona Kara Veba (Black Plague) derdik" demesi ve filmin devamında mantarların oynadığı rol düşünülürse, bunlara önseme gözüyle dahi bakabiliriz sanıyorum. (Filmi izlemeyenler ve kitabı okumayanlar hiçbir şey anlamamış olmalı, ama ne yapalım, açık edecek değilim, illa ki dolaylı olacak bu aktarım. Bir de klişe ekleyeyim günahlarıma bu noktada, filmde her diyaloğun hayati bir işlevi vardı.) Bu incelikli film, ikili ilişkilerde iktidar dinamiklerini ele alıyor, bu aralar popüler olan terimle toksik erkekliğe dair bir örnek sunduğu ve bu miti yerle bir ettiği de sıkça söyleniyor, gerçi hikayeyi açık etmeden pek bir şey diyemiyorum, eh, bu da kriptik bir yazı olsun madem. Filmin bitiminde bir süre salonda oturup düşündüm ve akabinde, sorularıma bir yanıt bulmak için yönetmenin Reddit soru-cevap seansını tararken en sevdiği yazarları listeleyen yanıtıyla karşılaştım: "John O'Hara, John Steinbeck, George Orwell, Shirley Jackson, Caroline Blackwood."

Bu dolambaçlı yazıyı kapatırken, PTA'nın andığı beş yazardan üçünün (Shirley Jackson, George Orwell ve John Steinbeck) Berrak Göçer çevirileri ile yayımlandığını ekleyeyim - eh, bu da, Paul Thomas Anderson ile Göçer'i buluşturan ve burada altı çizilmiş bir ayrıntı olsun.
 
Toksik erkeklik ve zehirli mantarlar konusunu bir başka yazıda ele alacağım.

(Görselde Yayoi Kusama'nın büyülü gözlerinden bir mantar yorumu yer alıyor. Ufak bir not: yukarıdaki George Orwell'e dikkat, hem adında hem de soyadında bir bağlantı kapısı barındırıyor.)